Aydan Gülerce
Parçala(n)ma, yık(ıl)ma ve çıldır(t)ma siyaseti
Büyük seçime geri sayım hızlandı. Çoktan pespayeleşmiş siyaset de iyice zıvanadan çıktı. Fakat her ne olursa olsun, yani eninde sonunda, Cumhuriyet’in yüzüncü yıl seçimi Cumhuriyet toplumunun yüzyıllık bir hazırlıktan sonraki “kolektif benlik” tercihi.
Halka rağmen demokrasi olamaz zaten. Tabii halkı düşünen veya gözetmek istese de onu tanıyamayan ve anlayamayan; yani aynı onunla ortak duygu, düşünce, mantık ve dilde buluşup dayanışamayan “sözde temsilci” siyasilerle hiç olmaz.
Türkiye’de salt son iki ayda bazı yaşadıklarımıza bakalım: Her şeyin başında koca deprem ve her anlamda muazzam yıkım: Kızılay ve diğer rantçı rezaletler, göz göre göre ölüme terk edilmişler, hala enkaz altındaki yakınlarının bedenlerinin kaldırılmasını ve çadır bekleyenler ve yurt çapında geniş halk kesimlerinin ortak ızdırabı. Tüm bunlara, hayat pahalılığına ve daha fazlasına rağmen hala mevcut iktidarın devamını bil(mey)erek olasılıklı kılanlar var. Neden?
SİYASETTE SON PERDE: PLANLAN(MA)MIŞ KADER ORTAKLIĞI
İktidar ve muhalefetteki bocalama ve parçalanma konusundaki çözümlemelerim yeni değil. Bu süreç en başından şu güne kadar “sınır/borderline” altyapılı asırlık toplumun tipik karakteristikleriyle tam da beklendiği gibi seyrediyor. Son ana kadar da böyle “bıçak sırtında” gidecek. Ve fakat, siyasette psikopatolojik şiddetin dozu her geçen gün sadece daha da artacak.
Çünkü bu son dönem artık “korku siyaseti” filan gibi isimler verilerek geçiştirilemez: Bu son perdeye başlıktaki gibi “parçala(n)ma, yık(ıl)ma ve çıldır(t)ma siyaseti” demek bana daha geçerli geliyor.
İktidar eski ve yeni ittifak ortaklarıyla da zaten parçalandı. “Beraber yürüdük biz bu yollarda” diyerek uzun süre iktidarda kaldı, şimdi “Yaparım bilirsin” diyor. Fakat peşinden yıkıma sürükledikleri, çaresiz veya “dilsiz” bıraktıkları da var.
SEÇİM İTTİFAKLARI VE MECLİS ARİTMATİĞİ VE DAYANIŞMA
Aylardır halka bir yandan “Sadece CB seçilmeyecek, rejim oylanacak; demokrasi mi, otokrasi mi kararını vereceksiniz” denildi. Muhalefetin ortak adayı üzerinde aylarca havanda su dövüldü. Kılıçdaroğlu yıpratıldı. TBMM çoğunluğu için de ortaklaşmanın avantajlı aritmetiği ince elenip sık dokundu.
Diğer yandan da ittifakların ve münafıklarının iktidar hırsı, oy hesapları ve ortak liste/ayrı liste millet vekili çekişmeleri sürdü. Siyasetçilerin geçen yazımda değindiğim “ego savaşları” bitmedi. Üstüne de siyasi partilerin kimlikçi “logo savaşları” bindi.
Muhalefet iktidardaki AKP-MHP’nin ve yasaklı HDP’nin farklı türlerden “dilsiz” seçmenlerini tavlamak için gereksiz zaman ve enerji harcadı, harcıyor. Zaten ikincinin de liderleri kimi işaret ederse pusulada onu işaretleyecekleri söyleniyor. İktidarın sadık seçmeninin Erdoğan’a bağlılığı için “kara propaganda”, “algı yönetimi”, vs. demenin ötesine geçilemiyor.
Mevcut sıkıntılı durumdan kurtuluş ve çıkış da, ne yazık ki, öyle umulduğu ve sanıldığı gibi 14 Mayıs’ta seçim sandıklarının açılmasına filan endeksli değil: Siyasetçiler, tabii onları yönlendiren akıl hocaları ve halk, ne kadar erken mevcut psikosyokültürel içgörülü ortaklaşa siyasi akıllarını toplumun kolektif başına devşirebilirlerse, o kadar erken olabilir.
Sonuç olarak, siyasetin iktidarı devirmek amacıyla pragmatik çıkarcı hesaplarla ve seçim sonrası vaatlerle ertelenmesine alışıldı. Tabii bu şekilde empatik veya halkla duygudaş siyasetten söz etmek de kolay olmaz. Zaten empati de kendinden ve kendine benzer olanlarla duygudaşlık değildir.
SİYASET ADINA SİYASETSİZ SİYASET VE DAYANIŞMA
Kısacası ülkede siyaseti siyaset adına siyasetsiz yapmak norm oldu. Fakat muhalefet salt iktidar olmak ve TBMM’ye girmek için araçsalcı siyaset yaparsa eğer, yine kazanamaz.
Öte yandan, Türkiye’de “kimlik politikaları” denince akla öncelikle Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Müslüman-Yahudi-Hristiyan, vb. olağan kimlik kategorileri ile siyaset yapan partiler geliyor. Fakat 2023 yılında seçmenin önemli çoğunluğu artık “kimlikçi sekterlik” yapmadığı sanılan diğer partilerin de örtük veya açık bazı önkabüllerinden aşırı rahatsız. Siyasi ve hamasî söylemlerindeki demokrasiyi, eylemlerdeki hipokrasiden ayırt ediyor.
Hatta seçkinci tutum, mütehakkim ve dışlayıcı alışkanlıklarla sürekli olarak “cahil”, “ahmak”, “başarısız”, “balık hafızalı”, “koyun sürüsü”, “kul”, vb. şekillerde “özgür iradesiz” nitelendiriliyor olmaktan çok öfkeli. Çünkü onlar köylü-kentli, yoksul-varsıl, işçi-patron, eğitimsiz-eğitimli, kapalı-açık, vb. ikicil kategorilerin de adeta “özsel kimlikler” gibi muamele gördüğünün farkında. “Seçkinci” siyasetçilerse hala “Gülhane Parkı’nda”!
Halbuki, mevcut iktidar da tam da böyle, bunların bir ucunda veya “arada/sınırda”, sahipsiz, ihmal edilmiş kalmışlara hitap ederek, onlarla “eziklik ve duygudaşlık siyaseti” ile iktidar olmuştu. Kendi kategorisinde yeni bir “sosyal sınıf/tür” oluşturarak “ortak benlik siyaseti” yapmıştı. İşte şimdi iktidarla birlikte parçalanıp sürüklenen de o yek vücutlaşmış simbiyotik “benlik”. “Dilsiz” (arafta/kararsız/oysuz/siyasetsiz/partisiz) bırakılan seçmen da yine o kesimdir.
Bu kategorilerin hepsi metafizik anlamda özsel değil; tarihsel anlamda “olumsal”dır (contingent). Şimdi Türkiye’de (ve dünyada) insanların ve siyasetin popülizme karşı ortak tehlikeler, kötülükler, umutlar, projeler için tek yapması gereken şey olan “dayanışma” (solidarity) da olumsaldır.
İKTİDAR ADINA İKTİDARSIZ İKTİDAR
İktidarsız iktidarların demokratik olamamış toplumlarda iktidarı iktidar adına kullanması olağandır. Hatta zalim iktidarların zayıf ve güçsüz halka eziyet adına eziyet etmeleri beklenen ve tarihte de örnekleri olan bir durumdur.
Zaten bizde de sıklıkla “güç zehirlenmesinden” söz ediliyor. Elbette bunu belirleyen salt iktidar koltuğunda oturma süresi değildir. Tüm modern toplumlarda bilimde, medyada, sanatta ve elbette siyasette popülizm açık/örtük ve bilinçli/bilinçdışı faşizan/totaliter eğilimleri besler. Eninde sonunda egemen rejimleri tahakküm edici sistemlere dönüştürür.
Eh, artık bu kadar pragmatist siyaset, olumsallık, hakikat-dışı propaganda, dil, dayanışma ve “iktidar için iktidar” da demişken, çağdaş “ironist” felsefeci Rorty’nin kulağını çınlatmadan olmaz. Belki Rorty’yi okumamış olanlar, büyük olasılıkla rejim propagandası bağlamında yeniden gündeme gelen 1984’e aşinadırlar. Dolayısıyla onun “Avrupa’da son entelektüel”* dediği Orwell’e göre 1984’teki zalimlik ve “işkence için işkence” (Winston’ın öldürülmesi yerine!) analizini hatırlamak daha yararlı olabilir.
Dar yerimize sığabilecek bir özetle; Orwell’in uyarısı salt küçük cinayet çetelerinin devlet yönetimini ele geçirip, modern gözetleme teknolojileriyle de elde tutabildikleri 20. yy totalitarizmine karşı değildir. Aynı zamanda da günümüzdeki “post-totalitarizm” hakkında bir öngörüdür. Meşhur “Özgürlük ‘2 + 2 dört eder’ diyebilmektir” satırında olduğu gibi.
Rorty’ye göre esas mesele ideolojik dogmaların “körlük” yaratması değil. Haris kapitalistler ve komünist oligarklar arasında “mazoşist umutsuzluk” veya “alaycı çaresizlik” ile sıkışmışlıktan çıkabilmek. Ancak “alternatif bir dil ve senaryoda buluşmanın özgürlüğü” ile olanaklı. Bu da yazılarımda hep dediğim gibi, “hakikat” referansı olsun veya olmasın, aynı “dili” paylaşarak (kavramsal) söylem-(toplumsal) eylem pratiklerinde dayanışma demektir. Yani, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Her yer direniş”, “Dayanışma yaşatır” gibi klişe sloganlarla “özgürleşme” olmaz.
Nitekim, Orwell’in sergilediği despotik, faşist, sadist rejim iradesi acı çektirmekten çok aşağılamayı amaçlar. Bu da bedensel acı çeken (mazoşist olsun, olmasın) işkence bittikten sonra onun “benliğini” dili kullanarak yeniden toparlayamayacağı şekilde parçalamaktır. Ör. Winston 2+2=5 ettiğine inandırılır. Bunun “hakikat” mi, “yalan dolan” mı olduğu ilgisizdir. Zaten daha çok acı vermek, onun önce “kendinden tereddüt etmesi, kuşku duyması” ve böylece artık bir “benlik olmadığını” yaşamasıyla olanaklıdır. Aynı zamanda da, onun Parti’nin görüşlerini, yaptıklarını benimsemiş olup olmaması da önemli değildir; amaç Parti üyelerini (en başta da O’Brian’ı) memnun etmektir.
Bunu şöyle anlayabiliriz: İnsanların “geçmişte yanlış bir şeye inandım” - hatta, “kandırıldım”, “alet edildim”, “kullanıldım”- demesi olanaklıdır. Bundan dolayı kimse kendini aşağılık hissetmez. Fakat kırılgan ve savunucu EGO’nun “şimdi-ve-burada yanlış veya kötü olana inanıyorum (=ben de kötüyüm)” diyebilmesi kolay değildir. Dahası, istismar edilenin, geçmişte kendisinin “özgür iradesi” ile o kötü veya yanlış olan şeyi arzulamış olduğuna inanması, onun kendisinin olmayı arzu ettiği kişi olma olasılığını elinden alır. Bu “şantaj psikolojisinden” de farklı bir durumdur. Sonuç: Bir yanda kötülüğe ortak olmuş, kirlenmiş olmak “öznel” duygusuna hapsolmak ve özgürleşememek. Diğer yanda da “kendilik” (self) umudunun yok olması ve benliğin bölünmesi.
O halde, muhaliflerin iktidar ortaklarına ve onların gönüllü/gönülsüz “sadık” seçmelerine, iktidarın ne kadar ahlaksız ve “irrasyonel” olduğu hakkında “namus edebiyatı” ile “nesnel” sözler, güvenceler vermenin, rasyonel argümanlarla dil dökmenin ne gereği, ne de yararı olduğunu bir kez daha hatırlatayım. Ayrıca, hem “Despotik iktidar iktidarda kalmak için kaba güç kullanmak ve korku salmak dahil, her yolu mübah görüyor” demek, hem de sürekli olarak “Bu nasıl vicdan?” diye iktidara (ve dolayısıyla onunla özdeşleşmiş kesime) yüklenmek en hafif tabirle ironik.
Zaten bu da tam bir iktidar-muhalefet işbirliğinin bireysel-kolektif çıldır(t)ma reçetesidir. Nitekim Akşener’in TBMM’de bir yandan muhalefetin bu geleneksel ve isyankar siyasi alışkanlığını sergilemesi, bir yandan da elindeki kurşunları yerlere fırlatarak sergilediği teatral tablo bunun tipik ve taze bir örneğidir.
Muhalefet siyasetçileri kendilerinin, temsil etmeye soyunduklarının ve tüm Türkiye’nin kazanmasını istiyorlarsa eğer, hem iktidarla hem de diğer rakip/müttefik partilerle “kişisel veya partizan benlik savaşlarını” bırakmalı. Mutlaka kendilerini ve halkı birlikte özgürleştirici ve dayanışmacı siyaset yapmalı. Seçimden önce de, sonra da.
* Richard Rorty (1989). Contingency, irony and solidarity. Cambridge University Press
Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.