Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Sahi daha ne olursa, artık dayanamam dersiniz?

Atılan pasları göğsümüzde yumuşatmadan aynı sertlikle ne zaman karşı tarafa iade edeceğiz? Makul bir hayat biçimi hala mümkünmüş gibi davranıp, kimseye bir özgürleşme alanı bırakmayan bu siyaset biçimlerine tam cepheden kafa atıp, ne zaman güle diyeceğiz.

Kaç gündür gündeme baktıkça aklıma hep Baudelaire'in bir paragrafı geliyor, ezberimde kalmış. Mealen diyor ki, “Hemen bütün yaşantımız kazca meraklar peşinde geçer. Buna karşılık, insanların en üst düzeyde meraklarını uyandırması gereken şeyler hiç önemsenmezler.” Baudelaire'in listesini tekrarlamayacağım, sadece gündem denen korkunç manzaranın herkesi yapıştırdığı satıhta esaslı bir değişime yol açamayacağını bildiğimiz meselelerin etrafında attığımız sonsuz turun sadece aynının tekrarından başka bir şey getirmeyeceğini söylemekle yetineceğim.

Şair, ölmüş dostlarının nerede olduğunu ya da özgürlüğün ne olduğunu merak ediyordu örneğin. Burada özgürlüğü merak eden bir siyasetle karşılaşmadık bile, “herkesin mantıklı bir hiyerarşiye kafayı taktığı” bir ortamda, hiçbir fikrin yeterince risk almaması, neredeyse herkesin uzlaşmayı ve uyum sağlamayı erdem olarak kodlaması ve bunun sonucunda da gerçekten öfkelenmiş bir toplumsal muhalefetin ortaya çıkmaması doğal görünmeli.

Ne olursa mesela çok öfkelenirsiniz?

Tepenize evleriniz yıkılıp, onların altında kalan ölülerinizi bulamadığınızda mı, ya da yıkıma uğramış toprakların size sorulmadan çitlenmesi gerçekleştiğinde mi?

Küçücük çocuklar kimler tarafından yönetildiği belirsiz kaçak Kuran kurslarından kaçamayınca, bir ahırda asılmış biçimde bulunduklarında mı örneğin?

Çok yağmur yağdığında kentleri sular basıp, her seferinde ortaya bir facia çıktığında mı?

Yasal bir eylemde patlayan bombayla çok sayıda yurttaşınız öldüğünde mi?

Küçücük çocuklar güneş yüzü görmeden hapishanelerde büyüdüğünde mi?

Ne olursa mesela, çok öfkelenirsiniz?

Bir gecede insanlar işsiz kaldığında mı, o insanlar aileleriyle birlikte korkunç hikayelerin parçası olduğunda mı?

Ölümcül hasta insanlar hapishanelerde tutulmaya devam edildiğinde mi?

Kişilere karşı işlenmiş suçların sürekli bağışlanıp sadece devlete karşı suçların cezalandırıldığı bir ülkede yaşadığınızda mı?

Tarım yaptığınız araziler, oldu bittiye getirilip kamulaştırılıp betonlaştırıldığında mı?

Deli gibi çalışıp yine de bir evin kirasını ödeyemez duruma düştüğünüzde mi?

En temel ihtiyaçlarınızı sanki son model bir limuzin alıyormuşsunuz duygusuyla giderdiğinizde mi?

Bütün bunlar gerçekten yaşansa insan doğal olarak çıldırır, sert ve uzlaşmaz bir muhalif çizgi örgütlerdi. Bütün bunların vuku bulduğu bir ülkede, siyasi partilerin magazine dönüşmüş iç tartışmalar yerini muhtemelen daha etkili politikalara bırakır, siyasetçiler bu yakıcı meselelere koşturmaktan birbirleriyle dedikodu yapmaya vakit bulamazlardı.

Gerçekten hanginizin hangi koltuğa oturacağıyla zerre kadar ilgilenmek istemiyoruz. Hatta o koltukları ortadan kaldıracak siyasi bakışı üretecek hareketler ortaya çıksın diye bekliyoruz.

Sahiden, tam olarak ne olursa artık buna dayanılmaz diyeceksiniz?

Gözünüzün önünde bir aileyi yok edenler serbest dolaştığında mı örneğin ya da kendi mahkeme kararlarına uymayan bir aşamaya geldiğinde mi ülkeniz? Yargı sebeptir, ceza sonuç, aynı suçlara ayrı hesaplar kesmek bizim bileceğimiz iş denildiğinde mi öfkeleneceksiniz. Bilmem kaç zaman önce mücadeleyle alınmış hakların tek tek gaspına çok normal bir şeymiş gibi geçildiğinde mi atacak o bir türlü atmayan tepeniz.

NE ZAMAN DELİRECEKSİNİZ?

Ya gerçekten soruyorum, gerçekten yaratıcı, dönüştürmek için ortak davranacak biçimde ne zaman delireceğiz. Atılan bütün pasları göğsümüzde yumuşatmadan aynı sertlikle ne zaman karşı tarafa iade edeceğiz? Makul bir hayat biçimi hala mümkünmüş gibi davranıp, kimseye bir özgürleşme alanı bırakmayan bütün bu siyaset biçimlerine tam cepheden kafa atıp, ne zaman güle güle diyeceğiz.

Çocuklar kendilerini astı, kadınlar evlerde öldürüldü, bizi doyuracak topraklara apartmanlar dikildi, insanlar enkaz altında kalan ölülerini gömemedi, topraklar zehirlendi, sular kirlendi, balıklar kuşlar öldü, köpekler ağaçlara asıldı, insan cesetleri arabaların arkasında sürüklendi, birileri rahat yaşasın diye çoğunluk gözden çıkarıldı, birileri rahat yaşasın diye her gün fabrikalarda, şantiyelerde, inşaatlarda, madenlerde işçiler öldü. Birileri zengin olsun diye kentler yaşanmaz hale geldi. Artık çöpleri karıştıranların arasına katıldı komşularımız. Bütün melekler bizi terk etti, yağmurlar hiçbir şeyi temizlemedi, kadınlar doyuramadıkları çocuklarıyla birlikte öldü. Ne zaman delireceksiniz?

Bir uzay aracı gelmeyecek bizi acıyıp uzaya götürmek için, çoğunluğumuzun yurtdışına kaçacak imkanı da olmayacak-ya gidemeyecek ya da gitmek istemeyecek- falanca partiye muhteşem bir lider gökten düşmeyecek, işlerin yolunda gitmemesine sebep olanlar işleri yoluna falan koymayacak, biz sahiden öfkelenmezsek bir şey olmayacak. Biz sahiden özgürleşmek için mücadele etmezsek kimse bize bir şey vermeyecek. Ve eğer özgürlüğümüzü bir köşede sessizce yaşayıp ölmenin yolunu aradığımız kadar aramayacak olursak ve onu, ekmek kadar su kadar bir ihtiyaç olarak görmezsek birileri gidecek benzer birileri gelmeyi sürdürecek. Depresyona girecek vaktiniz yok, sanki mücadele etmekten ölmüşsünüz gibi “varoluş vakumuna” düşecek lüksünüz de yok. Ayağa kalkıp güzelce delireceksiniz ve bir işin ucundan tutmayı birbirimize öğretene kadar direneceksiniz.

Sahi daha ne olursa, artık dayanamam dersiniz?


Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi