Celal Başlangıç
Sınırın iki yanında da yoksulluk, açlık ve ölüm var!
Başbakan Turgut Özal tatile çıkmıştı, eşi Semra Hanım’la birlikte İzmir’e geliyordu ama nereye gideceği belli değildi.
Kalabalık bir grup gazeteci dönemin başbakanını izlemek için VİP salonun kapısında toplanmıştık. Araçlarımız hazırdı. Özal havaalanından çıkıp nereye giderse peşine takılacaktık; Çeşme, Bodrum, Marmaris, Fethiye… Hepsi olabilirdi.
Havaalanından çıktı Özal çifti. Turgut Bey kısa bir açıklama yapıp makam aracına yöneldi. Önde Özal’ın, arkasında gazetecilerin konvoyu olarak tam yola çıkıyorduk ki beklenmedik bir hareketle karşılaştık.
Trafik polisleri yola fırlayıp Özal’ın konvoyuyla gazetecilerin konvoyu arasında etten duvar ördü. Olduğumuz yerde öylece kalakaldık. Başbakanın konvoyu hızla gidip gözden kayboldu.
Neden sonra önümüzden çekildi trafik polisleri ama hiçbir gazeteci nereye gideceğini bilmiyordu.
1980’li yılların ortasıydı yani devir cep telefonu devri de değildi, öyle olsa işimiz kolaydı.
En yakın sabit telefonlara koştu herkes. Haber merkezlerini arıyordu; "Urla, Söke, Milas, Bodrum, Muğla, Marmaris, Fethiye muhabirlerini arayın, Özal’ın konvoyu geçiyor mu, Özal için bir hazırlık var mı" diye.
Neden sonra Özal’ın Marmaris’e gittiği haberini aldık. Son sürat yola çıktık tekrar.
O yıllarda Turizm Bakanlığı’na ait olan Marmaris TÜRBAN’ı kapatmıştı Özal. Tel örgülerle kapatılmış, büyük bir çam ormanının içindeydi otel. Özal ailesi, başbakanlık görevlileri ve korumalarından başka kimse alınmamıştı otele.
Ancak ana girişe kadar varabildik. İçeri girmemiz yasaktı. Olduğumuz yerden Özal’a ulaşmamız mümkün değildi. Çaresiz ana kapının önünde beklemeye başladık. Bulduğumuz gölgeye sığınıyorduk. Araçlarımız hazırdı. Özal otelden çıkarsa peşine takılacaktık.
İlk anın şaşkınlığı geçince bir de baktım dönemin Muğla Valisi de bizim gibi gölgedeki bir taşın üzerine oturmuş bekliyordu. Galiba Vali de içeri alınmamıştı.
İlk gün öyle geçti. Gecenin bir vakti Marmaris TÜRBAN’a yakın otellere dağıldı gazeteciler. Sabahın erken saatlerinde otelin dış kapısında yine nöbete dikildik. Muğla Valisi de Özal’ı izleyen bir gazeteci gibi gölgede bulduğu bir taşın üzerine oturmuş, bekliyordu.
İkinci günün sonuna doğru dayanamadım, çok kibar bir mülki amir olan Muğla Valisi’ne bütün nezaketimle sordum:
"Hadi bizim işimiz Başbakanı izlemek. Beş gün de sürse biz burada bekleriz. Ama siz Muğla gibi bir ucu Marmaris’te, diğer ucu Fethiye’de olan koca bir kentin mülki amirisiniz. İki gündür başka hiçbir şey yapmadan burada nasıl bekleyebiliyorsunuz?"
Acı bir gülümseme belirdi dudaklarında. "Beklemek zorundayım" dedi. Biraz da şaşırarak sormuştum "Neden" diye. O güne kadar aklıma hiç gelmeyen bir ayrıntıyı anlattı bütün içtenliğiyle:
"Şimdi ben eşimle birlikte Vali Konağı’nda oturuyorum. Bahçe içersinde bir villa. Korumalarım var, evde bahçıvan, aşçı, hizmetçi, garson var. Benim altımda çok kaliteli bir makam aracım var. Şoförüm var. Karıma hizmet veren, alışverişine yardımcı olan şoförlü bir özel araç var. Ben yarın merkeze alınacak olursam, Ankara’da 90 metrekarelik bir daireye sıkışıp kalacağım. Şoför yok, hizmetçi yok, aşçı yok, bahçıvan yok, garson yok. Benim eski model bir Opel’im var. Merkez Valisi olarak gidip oturacağım doğru dürüst bir makam odası değil, masa bile yok. Böyle sıkışıp kalırsak eşim beni iki günde boşar. Büyük bir boşluğa düşerim. Psikolojik olarak üç günde bunalıma girerim."
O anda anladım ki bir kentin valiliğinden merkez valiliğine alınmak; vali konağından Ankara’daki 80-90 metrekarelik bir evde yaşamaya mahkûm olmanın; hizmetçisiz, şoförsüz, aşçısız, bahçıvansız, garsonsuz, makam araçsız bir yaşamın, bunun sonucu olarak eşinden boşanmanın getireceği psikolojik olarak bunalıma girme riski taşıyor.
Adem Yarıcı merkeze alınmış bir vali falan değildi. İnşaat işçisiydi. İş bulursa çalışıyordu. İnşaat sektörü çökmüştü. Uzun süredir işsizdi, ekmek bulamıyordu.
Üç çocuğu vardı Adem’in. Çocukları perişandı. İki gün önce çocuklarının birinin doğum günüydü. Bir kola alabilmek için çocuğuna arkadaşından borç istemişti.
Yerel medyaya defalarca açıklama yapmıştı işsiz olduğuna, işsizlikten bunaldığına dair.
İki ay önce işsizlikten belediyenin önünde intihar girişiminde bulunmuştu Adem. "Sana ocak ayında iş vereceğiz" diye söz verip intihardan caydırmışlardı. Ama ocak ayında da iş vermemişlerdi.
İşsizlik yüzünden üç çocuğunun annesinden de boşanmıştı.
Sadece kendisi değil, bütün ailesi de yoksuldu Adem’in. Ağabeyi engelli çocuğu için verilen 300 liralık bakım parasıyla geçiniyordu. En son ablası Yıldız’dan 20 lira sigara parası almıştı.
Sonunda Hatay Valiliği’nin önüne gitti. Yani devletin kapısına.
"Çocuklarım aç, artık bunaldım, işsizim. İş istiyorum, anlamıyor musunuz" diyerek kendini yaktı. Kaldırıldığı hastanede de kalp krizinden yaşamını yitirdi.
Hatay Valiliği de açıklama yaptı hemen ardından:
"Vatandaş, eşinden boşanmış ve uzaklaştırma cezası almıştır. Psikolojik rahatsızlıkları nedeniyle daha önce de kendini yakma teşebbüsünde bulunmuştur."
Adem bir kentin valisi değildi ki merkeze alındığı için tripleks Vali Konağı’ndan çıkıp 90 metrekarelik bir daireye mahkûm olduğu için psikolojik bir sorun yaşasın.
Emrindeki şoförler, bahçıvanlar, hizmetçiler, aşçılar, garsonları kaybettiği için psikolojik bunalıma girsin, karısından boşansın…
Saltanatlı yaşama standardı biraz düştü diye intihar etsin…
Adem, bütün bu yitirdiklerinden dolayı psikolojik rahatsızlığı nedeniyle intihar etmedi.
İşsizlikten, yoksulluktan, açlıktan psikolojisi bozuldu. Yani intihar nedeni psikolojisinin bozulması değil. Eğer bir psikolojik bozukluğu varsa bu çaresizliğin, yoksulluğun, aç kalan çocuklarını doyuramamasının bir sonucu.
Ama Hatay Valiliği Adem’in intihar nedenini "psikolojik rahatsızlık" diye açıklayınca iktidar yanlıları neredeyse zil takıp oynamaya başladı.
Çünkü Erdoğan ve Saray medyası Adem’in işsizlikten, açlıktan kendisini yakmasını iktidarlarına karşı yapılmış bir komplo, kurulmuş bir kumpas olarak görüyorlardı.
İnsanlığın vicdanını bir iktidar tutkusunun emrine amade etmişlerdi.
"Algı operasyonu çöktü" diye manşetler attı Saray’dan beslenmeli medya. Saray’ın politikacıları bu açıklamayı "Ucuz, siyasi manevra" diye nitelemişti.
Bir insanın çaresizlikten kendisini yakmasını bile artık "siyasi manevra" olarak niteleyecek kadar vicdanı kör bir iktidar tutkusuna yakalanmışlardı.
Tam bu satırları yazarken Suriye’nin İdlip bölgesinden beş TSK mensubunun ölüm haberi geldi. Bir hafta içerisinde İdlip’de 13 asker ölmüştü.
Hatay’da devletin kapısı valilikte bir insan işsizlikten, açlıktan kendini yakarken 40-50 kilometre ötesinde Suriye ve destekçisi Rusya ile gelinen sıcak savaş ortamında insanlar göçe durmuştu; açlıkla, yoksullukla, ölümle pençeleşiyordu.
Hatay’ın sınır içinde ve sınır ötesinde büyük bir insanlık dramı yaşanıyordu. Bu Erdoğan iktidarının Türkiye’yi içeride ve dışarıda getirdiği dramatik durumun Hatay merkezli bakınca bile net biçimde görünen acıklı fotoğrafıydı.
Erdoğan iktidarı sadece ülkenin sınırları içersine değil, sınırlarının dışına da yoksulluk, açlık ve ölüm getiriyor artık.