Sivas’ta kundakçılar Müslümanlar, Biedermann ise devletti

İçişleri Bakanı tekbir getirenler arasında değildi, elinde çakmak yoktu, benzin dökmedi. Ama çok suçluydu! Ve bu suçlular sonra Sivas halkından, faillerden ve katillerden özür dilediler. Niçin? Belki de onları suça bulaştırdıkları için…

İlk bölümünü yayınladıktan sonra seçim gündemi nedeniyle ara verdiğimiz Madımak yazılarına devam ediyoruz.

İsviçreli yazar Max Frisch’in yazdığı bir tiyatro oyunu var: Biedermann ve Kundakçı. Biedermann küçük bir fabrika sahibidir ve gazetede bazı evlerin kundaklandığını okur. Sonra tanımadığı iki kişiyi evine alır ve korur. Bu insanlar evinin çatısını benzin deposu haline getirirler. Biedermann onları korur, yönlendirir ve başka evlerin de kundaklanmasını sağlar. Bizzat benzin dökmediği ve çakmağı çakmadığı için de kendisini masum sayar. Bazı kişiler, kurumlar ellerini kirletmeden çok kirli işler yaparlar. Sivas’ta kundakçılar Müslümanlar, Biedermann ise devletti.

Sivas katliamı sonrası gözümüzün Ankara’ya çevrilmesi ve bazı yetkililerin açıklamalarına bakmamız bu nedenleydi. Belediye başkanına, valiye, emniyet müdürüne, içişleri bakanına, başbakana ve Müslüman önderlere dikkatle baktık. Bu insanlar olay yerinden çok uzaktalardı; hukuki anlamda bazıları sorumlu tutulamazlar ama ahlaki anlamda çoğu sorumlu ve suçlu. Belediye başkanı hiçbir şey yapmadığını söyledi durdu. Zaten hiçbir şey yapmamasıydı en büyük suçu! Sivas’ın Biedermann’ı bu insanlardı. İçişleri Bakanı tekbir getirenler arasında değildi, elinde çakmak yoktu, benzin dökmedi. Ama çok suçluydu! Ve bu suçlular sonra Sivas halkından, faillerden ve katillerden özür dilediler. Niçin? Belki de onları suça bulaştırdıkları için… Ellerini kana bulaştırmadan katil oldukları için… Madımak etrafındaki herkes hukuksal anlamda suçlu.

Cehenneme inananlar, ateşten korkanlar kendi cehennemlerini başkalarına yaşattılar. Çok suçlular! Tekbiri suça bulaştırdılar… Devletin kundakçılığa bulaşmasına Sivas’ta tanık olduk. Daha sonra devlet bir yığın sit alanında yapılan kundakçılığa da çanak tuttu ve bu alanlar yangın sonrasında birilerine sunuldu. Sivaslılar, devlet, hükümet, İslami kanaat önderleri… Herkes masumdu adeta. Bu kent sanki bir masumiyet müzesiydi! Ve bu masum insanların huzurunu ‘dışarıdan gelenler’ bozmuştu! Bu dışarıdan gelenlerin katledilmesiyle Sivas huzura kavuşmuştu! İslam ve terör iç içe geçtiğinde Müslümanların bilinen refleksi “Kuran’ı yanlış anladılar” şeklinde olur. Gene aynı nakaratı dinledik. Barış dini, yanlış anladılar, dinimize hakaret ettiler, biz masumuz…

Faillerin yaptıkları zulmü gizlemelerinin en etkili yöntemi masum kimliğine gizlenmektir. Yüz yıllardır bu anlatı böyle sunuluyor ve her zulüm masumiyet perdesiyle örtülüyor. Yıllar geçti… Devlet hala bahane bulmanın ve failleri korumanın derdinde. Kandırmak suçtur; kandırılmak da suçtur. Galeyana getirmek suçtur ama galeyana gelmek de suçtur. Devlet Sivas’ta sürekli Hızır Paşa, halk ise taş atan ahali. “İlle dostun bir tek gülü.” Yüz yıllardır bu gül, bir tek gül bu coğrafyada. O zaman da aynıydı: Pir Sultan’ın tek başınalığı Madımak’ta da sürdü. Sahipsizlik ve kimsesizliği Aleviler bir kez daha yaşadılar. Madımak’ta bir tek gülün de yok edilmeye çalışıldığına tanık olduk.

BARIŞ NASIL OLUR?

Pir Sultan’dan sonra Alevilerle barışılmadı. Cumhuriyet Kürtlerle ve Alevilerle barışmaya pek hevesli değil. Ermenilere tavrımızda temel bir değişiklik yok. Barışmak, suç bilinci oluşturmakla, suçu ve cezayı kabul etmek sonra da yaraları sarmaya çabalamakla mümkün. İnsanın işlediği suçtan ötürü kendisini kendi içinde bağışlamaya çabalaması da gerek. Bu süreçler çok zor. Suçu tespit edilmiş ve cezalandırılmış mahkumlar bile bunu kabullenmekte zorlanıyorlar. Ayrıca bizde arlanma kültürü suç bilinci geliştirmeyi zorlaştırıyor; çünkü ahlak ve barış da arlanma üzerinden düzenleniyor.

Biz barışmaktan çok barışmış gibi yapmayı öğrendik. Çocuktuk… Dövüştüğümüzde büyüklerimiz bize “Öpüşün barışın” derdi. Öpüşmeyi barışmak sanırdık. Yetişkinler kavga eder, birkaç gün küser, sonra bir dini bayramda öpüşüp barışırlardı. Bu barışmalar sorunu konuşmayı, dertleşmeyi, sorunun oluşmasında kendi payımız üzerine refleksiyon yapmayı ve hatalarımızı görüp düzeltmeyi öngörmediğinden barışmaların çoğu aslında ‘barışıyor gibi’ yapmaktı. Duyguların içimizde bir filtreden geçmesi değildi barışmak. Barışmak içimizdeki kini ve öfkeyi bir süre ertelemek ve sonra yeniden dövüşmek ve küsmekti… İçimizden barışmıyor, ritüelize edilmiş barışları sergiliyorduk. Küs olmak ayıptı ve bu ayıptan kurtulmak için öpüşülüyordu. Dinsel bayramla bu bir barışma ritüeliydi.

Kültürde yaş hiyerarşisi vardı: Yaşlılar suçlu da olsa küçüklerin onların elini öpüp barışması gerekirdi ve bunu yapmamaktı ayıp olan. Ayıp terörü yaşanıyordu adeta! Sınıfsal konumlar, toplumsal hiyerarşideki pozisyonlar kimin kimin elini öpeceğini belirliyordu. Karı-koca kavgalarında büyükler ‘ayıplıyordu’ ve barış oluyordu. Ya da küskünler içlerindeki öfke azalınca hiçbir şey olmamışçasına yavaşça iletişime giriyor ve küskünlüğü bitiriyorlardı. Sorunlar üzerine konuşmak yerine üzeri kapatılıyor, “Unutun gitsin” ya da “Öpün barışın” ile halledilmeye çalışılıyordu. Bu oluşan kültüre herkes sadık kalıyordu. Barış hissedilen ve yaşanan bir şey değil, sergilenen, teşhir edilen bir şey bu kültürde.

Bu kültür saygıyı ritüelize ediyor. Saygıyı hissetmekten çok ‘saygı göstermeniz’ ve ‘saygılı davranmanız’ bekleniyor. İşte bu kültür barışın da nasıl sahneleneceğini çoğu kez önceden belirliyor ve kişilerin buna göre davranmasını zorunlu kılıyor. Barış çoğu kez hissedilen, içimizde yaşadığımız bir şey değildir. Saygı kültürü sosyal ilişkileri düzenler. Saygı üzerinden sosyal ilişkilerde bir hiyerarşi oluşturulmuştur ve kimin kime nasıl davranacağı (yetişkinler ve küçükler, kadınlar ve erkekler, yoksullar ve varsıllar) gruptaki statüler ve pozisyonlarla önceden belirlenmiştir. Herkesin kendi pozisyonuna göre davranması beklenir ve davranışlar ‘vazifeler’ olarak sunulur.

Travmalar unutulamayan olaylardır; üzeri örtülemiyor. Travma kültüre eklemlenmişse, yani kültür travmayı içinde taşıyorsa, bunun çözülümü (Dissoziation) sürekli anımsamadan ötürü mümkün değilse bu durum yeni ve mini travmalara da yol açar. Madımak sonrasında devlet ve failler ‘öpelim barışalım’ dediler. Soykırımlardan biliyoruz; failler unutmaya ve unutturmaya, üzerini örtmeye ve inkara yönelirler. Anımsamaktan söz edilince de suçu bölüşelim derler… Bunların tümü Sivas’ta oldu! Suçu mağdurların üzerine atıp, “Kentimize gelip huzurumuzu bozdular” bile dediler. Barışma olmayınca mağdurlar faille travmatik bağ kurarlar: Bir özür, bir hatayı kabullenme eğilimi. Bunlar olmayınca bunun olmasını bekleyenler negatif ve beklentili bir bağ kuruyor. Böylece fail mağdurun hayatında onun duygularını travma sonrasında da etkileyebiliyor. Yani travma sürekli hale geliyor. Çünkü mağdurun fail olarak gösterilmeye çalışılması, sorumluluğun başkalarının üzerine atılması bu süreci zulme çeviriyor.

KORKUYU YENMEK

Bu devletin kuruluş çimentosunda şiddet, zulüm ve korku var. Ve bu devlet işkenceler, faili meçhuller üzerinden bu korkutmayı sürdürüyordu. Bir gün geldi, insanlar artık korkmamaya başladılar; çünkü devlete itirazı olanlar başlarına ne geleceğini en ince ayrıntısına kadar öngörebiliyordu. Zulmün dozunu artırdılar. İbrahim Kaypakkaya ve Mazlum Doğan, işkencenin boyutlarını ve ölümün idam sehpalarıyla karşılarına çıkabileceğini biliyorlardı. İşkence ve ölüm de artık korkutmuyordu. Devletin zulüm ve işkence silahı işlemiyordu. Sivas’ta bu devlet tarihin karanlıklarında kalmış bir zulmü uygulayarak bu korkuyu ve bu devletin zulüm konusunda repertuvarının geniş olduğunu gösterdi. Bu devletten her şeyi bekledik ama insanları diri diri yakacaklarını asla! İşte devlet bu ‘asla’yı da yapabileceğini gösterdi... Korku filmlerinde görmek istemediğiniz yerde gözlerinizi kapatırsınız. Devletin zulüm teşhirciliğinde hipnotize olmuş gibiydik, dehşetle büyülendik! Korkuyu izledik. Hayal dünyamızın sınırları zorlandı.

Devam edecek...


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi