Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Siz ölürseniz, kim ölmüş olur?

Sadece eski bir soruyu soralım kendimize, “Siz öldüğünüzde kim ölmüş olacak?” Ve hep beraber tekrar edelim, Brecht oyunundaki gibi : “Hiç kimse”.

“Gerçek anlamda altüst edilmiş dünyada doğru, bir yanlışlık anıdır.”

Guy Debord

Yutkundum, madende kardeşi yanarak ölmüş birine mikrofon uzatan muhabir, “her sabah işe giderken kaygılanıyor muydunuz, helalleşiyor muydunuz?” diye sordu. Evden her çıkış, gündelik bir ölümün hareketiydi ve bu sonsuz ölüm döngüsünü ortadan kaldırabilecek hiçbir güç yok gibiydi sanki; madende çalışıyorsanız sözleşmeyi bir şirketle değil, ölüm ihtimaliyle yapmıştınız ve ölüm bazı işlerin fıtratında vardı.

Soma faciasından sonra alınması gereken tedbirler konusunda tartışmalar yapılmış, protesto için önünde toplandığımız madenci anıtından biber gazlarıyla kovalanmıştık, onu hatırladım. Soma'nın avukatları dışında cezalandırılan olmamıştı, bunu da. Hepsi ölümle mühürlenmiş bir fıtratın etrafına örülmüş çelik bir kafese benziyordu. Daha önce denemedikleri için ilk kullandıklarında küflü olduğunu anladıkları maskelerle çaresiz kaldıklarını hatırladım işçilerin, çünkü maskenin gereksiz kullanımının bedeli dört yüz liraydı; maskenin fıtratı, küflenmesi, lazım olduğunda işe yaramayabilir oluşuydu, maskenin doğasında vardı çürümek. Bunu hatırladım.

Haklı olmak hiçbir işe yaramıyor kardeşler diyerek dolandım evin içinde, ölmesinler diye uğraştığım bitkilere baktım, artık insan ömrünün önceki yüzyıllara göre uzadığını anlatan haberleri düşündüm, sonra sadece sayı olarak verilen ölülerin adlarını okudum görünce, dua gibi. Bireysel biyografileri kurtarmaktan söz etmişti birisi, kronolojinin baskısı altında sadece istatiksel verilere dönüşmüş ölüleri, trajik yaşantının hanesine kaydetmek için, onlarla dayanışmak için. Doğru muydu bu? İnsan hayatının kutsallığı üzerine edilen onca kelam, bedenini ölüme yatıranlara karşı duyulan ikiyüzlü nefret, sürekli sağlıktan söz eden programlar, içine limon damlatılan sular, glutensiz besinler, aç karnına yapılan egzersizler, ömür uzatma sektörü, ölüm dağıtan şirketlerin hayatı anlamlı kılmak için sponsor oldukları sanatsal faaliyetler, bütün bunlar, fıtratında ölüm olmayanlar için miydi? Yutkundum.

Kısa bir zaman önce Soma'da kurtulanlardan birinin imgesini hatırladım- zaman onun için akmış mıydı, durmuş muydu bilmiyorum- çamurlu çizmeleri sedyeyi kirletmesin diye tedirgin olan biri. Yoksul mahcubiyeti. Zengin akrabalarının evine girerken ayakkabısını kapıda bırakmaya çalışanların dikkati gibi, yırtık papuçları gözümüze sokulan o yaşlı adamın bakışlarındaki derin kederin yarattığı ezicilik gibi. Bunların hiçbirinde bir teselli yoktu, sedyeyi tekmeleyen bir yoksulluk istedim, ölmüş çocuğu için herkesten hesap sorma hakkına sahip bir babanın öfkesini paylaşmak istedim, hiçbiri yoktu.

Kimsenin bir sorumluluğu tam olarak yüklenmediği “merkezsiz sistem” de ümitsizce bir çağrı merkezinde yetkiliye ulaşmaya çalışanın durumuna benziyordu ölülerini teslim alanların hali; üstüne acı çekenlere münasebetsiz bir kadirbilmezlik içindelermiş gibi davranan yöneticiler, çalışma koşullarını düzeltme ihtiyacı duymadan, ölenin yerine yenilerinin geleceğinden emin yöneticiler. İş güvenliğinden ve çalışma standartlarından söz edenlere vatan haini gibi bakmak dışında bir seçeneği kalmamış yöneticiler, çünkü onlar da biliyor artık en ufak rıza üretmeden sadece zoru kullanarak ayakta durabildiklerini, tarihin hiçbir döneminde bu kadar haksız olmadıklarını ve artık hiçbir şeyi gizleyemediklerini çok iyi biliyorlar. O yırtık ayakkabıların aynı anda çıkarılıp geleceğe doğru fırlatıldığı bir an'dan ödleri kopuyor, Uluslararası ittifaklarıyla kendilerine tahsis edilmiş bölgelerde seri halde güvencesizleştirip/ geleceksizleştirdikleri insanları, ancak yığın olarak görüp üzerlerine şiddet fırlatarak durdurabildiklerini en iyi onlar biliyor.

Bir teselli yok, ne fıtrat kelimesinde ne de şehadette, onların kullanıldığında işlevsel olduğu zamanlar geçip gitti, metaverse'den, uzaydan konuşurken dünyanın bir bölümü, incelmiş kültürel nesnelerle çevrelenmiş bir hayatı gerçeklik sanırken, yoksulluğu kader, ölümü fıtrat sayması gerekenler sadece bu iki parçalanmış dünyaya bakıyor, hayatta uzun kalması gerekenler için feda edildiğinin farkında, sadece bir şey kaldı, bir gün yırtık, çamurlu ayakkabılarından utanması gerekenin kim olduğunu anlayacaklar, o zaman bütün ölmüş arkadaşlarıyla sizin kurduğunuz bu kalpsiz, arsız gerçekçi toplumunuzun üzerinden geçecekler çamurlu ayakkabılarıyla. Bunu bekliyorum, manzara muhteşem olacak, esaslı bir ölüler ordusu yatay ve dikey kesecek uygarlığınızı, sadece bunu bekliyorum.

Kardeşlerim, paylaşacak bir şeyimiz yok, bırakmadılar, sadece acılı zamanlarda ortak deliriyoruz, yutkunup önümüze bakıyoruz, “kendi hayatımız” diye bir şey uydurmuşlar, ona dalıp uzun bir uykuya dalalım diye dört bir koldan yanılsamalar üretiyorlar.

Hayal ettikleri her şeyi gerçekleştiren saykolar gibi bunlar, demire, betona, çeliğe ve değerli kağıtlara inanıyorlar, ölülerden beslenip gelişiyorlar, hayatı kutsamak için ölü bedenlere ihtiyacı olan bir uygarlık, plastik parçalardan eğip bükerek kuruyorlar gerçekliklerini. Ortak şeylere inanan insanların ümitlerini öğütüyorlar bir yanılsama evreninde, çıkış yok tabelalarıyla kuşattıkları arazi parçalarında herkesi bir başka finalin olamayacağına iknaya çalışıyorlar. Herkesten ve her şeyden ölesiye korkuyorlar, susalım diye yasalar çıkarıyor, her yere karakollar kuruyorlar, rüya denetçileri, gündelik hayat bekçileriyle bu cehennemin bir hayat olduğuna bizi inandırmaya çalışıyorlar. Onların inandığı hiçbir şeye inanmıyorum.

Sadece eski bir soruyu soralım kendimize, “Siz öldüğünüzde kim ölmüş olacak?” Ve hep beraber tekrar edelim, Brecht oyunundaki gibi : “Hiç kimse”.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi