Celal Başlangıç
Size de lazım; belki yarın belki yarından da yakın!
"Basında Sansürün Kaldırılışı"nın yıl dönümüydü; yani "Basın Bayramı".
2015’in 24 Temmuz’uydu.
O yıl Taksim’deki bir otelde buruk bir kutlama yapmıştı gazeteciler.
TGC’nin düzenlediği törende tarihin en baskıcı, en sansürcü iktidarının gazete ve televizyonların mülkiyetini en çok ele geçirdiği bir sürece vurgu yapılmıştı.
Daha o tarihte AKP iktidarının gazete ve televizyonları yandaş patronlar aracılığıyla ele geçirme süreci Babali’nin "amiral gemisi" Hürriyet’in, CNN Türk’ün kapısına kadar dayanmamıştı.
Şimdiki gibi cezaevinde 150’ye yakın gazeteci yoktu. 2015’te 23’ü gazeteci, dokuzu dağıtımcı toplam 32 basın çalışanı hapisteydi.
İktidarın basın özgürlüğüne müdahalesi henüz internet sitelerine erişim engeli getirme aşamasındaydı.
O tarihte 53 gazete, 37 radyo istasyonu, 34 televizyon, 29 yayınevi, 20 dergi ve altı haber ajansı kapatılmamıştı henüz.
Gazeteciler o saatlerde "Basın Bayramı"nı buruk bir biçimde kutlarken o günlerde Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü olan Bülent Arınç, AKP iktidarına biat eden haber kanallarından birinde canlı yayına çıkmıştı.
Önünde bir dosya vardı Arınç’ın. Gelen çanak soruları rahatça yanıtlıyordu. Program neredeyse bitti bitecekti ki dosyayı işaret etti:
"Bunlar suç makinesi. Terör örgütünü övüyorlar. Benim daha sözlerim bitmedi. Elimde bir dosyayla geldim ama süre kalmadı. Bakın size göstereyim. Özgür Gündem ve Evrensel’in de içinde olduğu, diğerlerini saymayayım, birçok gazete. Bunlar suç makinesi. Bunlara dava açsak cezalara boğulurlar. Terör örgütünün eylemlerini öven ifadeler kullanıyorlar. Ama biz onlara bu kadar çok dava açsak bu davaları da kullanırlar. Yine çıkarlar aynı şeyleri yazarlar."
Arınç’ın bu konuşmasından birkaç gün sonra 20 kadar gazeteci Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nin önündeydik. Elimizde bir suç duyurusu vardı.
Diyorduk ki; "Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç yaptığı bu açıklamalarla gazetecileri hedef göstermiştir ve suçlamıştır… Gazetecilerin onur, şeref ve saygınlığına saldırmış ve gerçekleştirdiği bu eylemle hakaret ve sövme suçunu işlemiştir… Şüpheli Başbakan Yardımcısı, tek tip gazeteci istemeye hakkı olmayan bir siyasetçidir… Bu görüş ve sözleri gazeteciler üzerinde sürekli soruşturma tehdit ve endişesi yaratmıştır. Gazetecileri bu tür ceza davaları açılması tehditleri ile görevlerini yapmaktan alıkoymaya yönelik demeçler oto sansür yaratacak nitelikte olduklarından, şüphelinin söz ve açıklamaları basın özgürlüğünün ihlalidir… Gazetecilerin haber, yorum ve köşe yazılarını peşinen ve potansiyel olarak suçlu kabul ederek keyfi biçimde suçlayan açıklamaları Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırıdır ve şüphelinin eylemine uyan suç nedeniyle cezalandırılması…"
Sonuç tahmin ettiğimiz gibi oldu. Birkaç hafta içinde "takipsizlik" kararı geldi; "AİHS’de ve Anayasa’da teminat altına alınan haberleşme, düşünceyi açıklama ve yayma kapsamında" bulunmuştu Arınç’ın sözleri.
O sıralarda hayli "özgül ağırlık" sahibiydi Arınç. O "devri saadet" zamanında manşet manşet gazetelerde, ekran ekran televizyonlardaydı.
Ancak kısa bir süre sonra nasıl olduğunu kendisi bile anlayamadan gözden düştü. Artık sesi sedası çıkmaz olmuştu.
Uzun bir aradan sonra Arınç’tan ses geldi. O da kendisine uygulanan bir sansür vesilesiyle.
Bir üniversitenin öğrencileri düzenledikleri "Anayasa Çalıştayı"na konuşmacı olarak çağırmışlardı Arınç’ı.
Gelin görün ki üniversite yönetimi "provokatif olaylar çıkabilir" diye konuşturmamıştı Arınç’ı.
Bu vesileyle öğrendik ki bu üst üste iptal edilen beşinci konuşmasıymış üniversitelerde.
Kızgındı Bülent Arınç. Diyordu ki; "Hoşa gitmeyen gerçekleri duymama ve duyurmama adına izlenen bu antidemokratik yol, baskı rejimlerinin yoludur ve tarih kitapları bu yolun yolcularının hazin sonlarıyla doludur. Bilinmelidir ki ‘provokatif olaylar’ üniversitelerde konferans verildiğinde değil bilakis kürsüler, kalemler, meşru ve farklı sesler susturulduğunda çıkar. Daha düne kadar başörtüsü yasağı gibi nice yasaklara birlikte karşı çıktığımız omuz omuza mücadele verdiğimiz insanlar, artık bugün saf değiştiriyor, güç sarhoşluğuyla yasakçılık oynuyor ve omuz atıyorsa, o halde özgürlüklere müdahaleyi, özgürlük için mücadele sebebi sayar ve bunun icabını yaparız."
Nerden nereye… Daha dün özgür basının sesini kısmak için "cezaya boğmakla" tehdit eden Arınç’ın sesi kesilmişti bu sefer.
Arınç’ın başına gelenlere, yaptığı bu "özgürlük" açıklamalarına tek bir yandaş medya yer vermemişti. Kendi mahallesinden kimsenin haberi olmamıştı Arınç’ın bu açıklamalarından.
Ama işin ilginci "suç makinesi" olmakla suçladığı Özgür Gündem, Evrensel gibi gazetelerle aynı çizgide yayın yapan haber siteleri ve televizyonları Arınç’ın başına gelenlere sayfalarında ekranlarında geniş yer verdi.
Bu yıl "Basın Bayramı"nı kutlamak yerine 24 Temmuz’u basın özgürlüğü için mücadele günü olarak andı gazeteciler. Çünkü basının durumu yukarıda anlattığımız 2015 yılından çok daha beter.
Şu anda 150’ye yakın gazeteci cezaevinde. Türkiye, dünya basın özgürlüğü sıralamasında 157. sırada. 10 bini aşkın işsiz gazeteci var. Yüzlerce basın kartı iptal edilmiş durumda. Medyanın yüzde 95’i iktidar kontrolünde.
TGC’ye göre gazeteciler işsizlik, sansür, oto sansür, davalar ve gözaltılarla baskı altında tutuluyor.
Bülent Arınç ise "başka bir partiye kaçmasın" diye Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyeliğine atandı. Yani bir nevi "iade-i itibar" oldu ve Arınç Saray’a kapılandı.
Ama yarın ne olacağı belli olmaz. Bunu en iyi kendisi yaşadı.
Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi olarak Arınç "özgül ağırlığı"nı kullanıp herkesi uyarmalı:
Basın özgürlüğü bir gün size de lazım olur; belki yarın belki yarından da yakın!