Süreyya Karacabey
Sizin hiç böyle bayramınız oldu mu?
Hayvanların dilini anlayabiliyorum, tuhaf bir dil bu, insanlarınkine benzemiyor. Tek bir sesin, işitildiğinde, uzak bir geçmişin bütün uğultularını hatırlattığı bir dil bu. Bilincin gramerle terbiye edilen bölümünden uzakta, her şeyi birleştiren ve sezginin, korkuların, unutulanların siyah koridorunun hemen giriş kapısında. Bir ciyaklama, kesik kesik hıçkırma, ince tiz bir bağırış, tercüme edilmeye direnen mırıltılar ve yığınlarca farklı ses.
Hepsi arkaik bir ormanın içinden bu zamana sızan yankılar, ağacını kesilmesi için satan o adamın, gelin gibi süslediği ve uzaktan çekinerek gözlediği ağacın dallarındaki nöbetçi kuşların yıkım anında çıkardığı seslerle akraba seslerin yankısı.
O dil, avına saygısından ve intikama uğrama korkusundan onun kılığına bürünerek dans ederek, kurbanı yanıltmaya çalışan “ilkel” avcının oyununa kanmış görünen bir geyiğin ölürken çıkardığı sesin, delici bakışının diliyle aynı. Ormanın yasalarına uygun bir ölme öldürme oyununda, avından rıza isteyen avcının, ağacını kandırarak, onun kesilmesinde bir suçu olmadığını fısıldayan o kabilenin sakininin dili ise artık aynı değil.
“İnsanlar bu değişime ilerleme diyorlar di mi” diyecek birazdan balkona buyur ettiğim Karga. O karga, -eğer isim verirsem ve tanırsam belki insan biçiminde doğar endişesiyle- sadece Karga dediğim karga, o eski ormandaki sesle çağırıyor arkadaşını. Yavruları için tehdit hissederse, başka kuşların yuvasını dağıtıyor geçmişte olduğu gibi, hayatın bir çizgi filmin aşırı yumuşatılmış renkli bahçesi olmadığını iyi biliyor.
İnsanların dilini anlamak zor, şiddeti mahkum ederken bile birbirlerini dövdükleri bir dil bu. Niyetler ile edimler arasındaki farkı çoğaltmaya yaramış bütün dilleri, hayvanlarla konuştukça daha iyi anlıyorum bunu. “Kötü bir dolayım” diyor, önüne zehirli yemek konulduktan sonra ölen köpek. Birini yemeğe çağırınca yemek verir insan, bunlar hem yemeğe çağırıp hem öldürüyorlar. Çoktan ölmüş köpek, ağzının kenarından sızan sıvı ve yavrularının olduğuna işaret eden sarkık memeleri, on word sayfasında yazılı olandan daha fazla şey anlatıyor bize dair.
Biz derken korkuyorum çoktandır, hayvanlarla konuşmaya başladığımdan beri. Ölmüş köpeğin yanından geçiyorum, yavrularına da aynısını yapmasın o komşu kadın diye, yarım kalmış inşaata doğru koşuyorum. Birimiz özür dilersek hepimizi belki affederler diye.
Hayvanların dilini anlıyorum, hiç felsefesi, sözlüğü olmamış bir dil bu. İnceliklerin tamamını elde ettiğini sanan insan, kültürü, kendini doğadan ayıran her şey olarak tanımlayan insan, yemeğe davet edip zehirlediği canlıların -insana da yapıyor bunu- hiç ağırlığını duymadan, “fark” felsefesini anlatıyor birilerine. Niyetleriyle edimlerini keskin biçimde ayırdığında ve gizlediğinde içinde oturan her gün kendini de yıkan o karanlık gölgeyi, dünyaya miras diye bıraktığı iyi yazılmış metinlerle ruhunu kurtaracağını sanıyor.
Doğru yere bakarak yaşlanan kadınların dilini anlıyorum, erkeklerin diline benzemeyen dillerini, kendilerini kuştan, ağaçtan ayırmayanların dillerini anlıyorum. Dilin bir bıçak gibi kullanılacağı yerleri ya da gerçek bir bıçağın işe yarayacağı anları onlardan öğrendim. Çektiğinde, saplamalısın, hayvan ya da insan, daha fazla acı çekmesin diye. Şimdi, bir işkenceyi uzatmak -hem kendisi hem de kurban için- zafer sanılıyor.
Acemi kasapların kendini yaraladığı bir gündü bugün. Yaşamayı bilmeyenlerin öldürmeyi bilmelerine imkan yok, acı vererek her şeyi uzatanlar onlar. Vahşi ormandan çıkalı çok olmuş, besin maddesi, beleş işçi ya da bir fazlalık olarak baktıkları hayvanlarla her türlü eşitlik ilişkisini kaybedeli çok olmuş. Kesici aletleriyle ve ateşli silahlarıyla, saldırdıkları hedefte duran canlıyı, ganimetleri sanıyorlar.
Eşitlik bozulalı çok olmuş, sömürgeleştirdikleri hayvanlara esir muamelesi yaptıkları binlerce yıl aslında kendilerinin de yıkımı olmuş. Bilmiyorlar bunu. Bütün kanlı şenliklerini bayram sanmaları bundan, hiçbir şeyi anlamıyorlar, birini törensi biçimde öldürenlerin, hayvanlarla insanların yazgısının ortak olduğunu çok önceden kavramış uzak ataların anlamış oldukları şeyi çoktan kaybettiklerini de. İyi bayramlar diyenlere, “kuzuları kesmiyorsanız, sizin de” diyerek dolaşıyorum evin çevresinde.
Köpek Gezgin, kapıda nöbette. Arkadaşları bu apartmanda oturuyor, her gün sabah ve akşam onların çıkışını bekliyor. “Bu kadar çok beklersem, kendimi küçük mü düşürürüm” diye düşünmeden. Arkadaşlarını çok seviyor, bildiği bu.
Hiç vazgeçmeden iki yıldır, nöbet tuttuğu kapıda, onu her defasında kovalayan kadının, “iyi bayramlar” sesine Gezgin'in arkasına geçerek cevap veriyorum. Komşu köpekler koşarak çıkıyorlar apartmandan ve Gezgin'le beraber, her seferinde, sanki ilk defa buluşmuşlar gibi seviniyorlar. Kadına diyorum ki, bakın bayram bu; hesapsız sevenlerin buluşmasında hep tekrarlanan sevinç.
Sizin hiç böyle bayramınız oldu mu?
Görsel: Juan Joaquin Agrasot, İki Arkadaş.
Süreyya Karacabey kimdir?
Süreyya Karacabey Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik, Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek başlıklı kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.