Şahap Eraslan
‘Solcu olmak’ sadece başarıya odaklı bir tutum değil
İnsanın kendisine zarar vermesi sadece kafasına vurması, bileğini jiletlemesi biçiminde olmuyor. Ergenlik yıllarında kan kardeşi olmak için bileklerin kanatılarak karşılıklı birbirlerine sürülerek iki gencin kanlarını sembolik olarak karıştırıp aralarında kan bağı kurduklarını düşünmeleri ve böylece duygusal bağlanmayı somutlaştırmaları bile insanın kendine zarar vermesidir. Sakarlıklar, iflaslar, uç deneyimler yapmalar, riskli işlere girmeler, hızlı araba sürmeler de bu kategoridedir...
Ekonomik risklerin çokluğuna aldırmaksızın ülkenin iflasının göze alınması bir halkın kendisine acı bir son hazırlaması da kendine zarar vermek olarak değerlendirilebilir. Sosyal medyada celladına aşık halk söylemlerinin artması da bu durumla ilgili...
Mazoşist eylem insanın kendisine zarar vermesi bazen farkında olmadan, bazen kısmen bilinçli ve bazen de bilerek bu yolu seçmesidir. Bu tür durumların sadomazoşist yanları vardır. Birisinin kafasını duvara vurmak, vücudunu yaralamak, birine anlamsızca acı vermek sadistçe davranışlardan. Ama acı verdiğiniz kendinizseniz... Saçlarınızı yoluyor, başınızı duvarlara vuruyorsanız... Acı çeken de acıyı veren de sizsiniz ve bu acının adresi de sizsiniz. Bazen günlük hayatta da insanın kendine dolaylı ya da dolaysız zarar vermesi gibi. Kendilerini yoksullaştıran iktidarı seçmek biraz da bu çerçeveden düşünülebilir sanki...
PSİKOLOJİK ACI LOKALİZE EDİLEMİYOR
Yıllar önce muayenehanenin balkonunda otururken bir araba bisikletli birine çarptı ve kaçtı. Kazanın mağduru bisiklet sürücüsü kanlar içinde, acıyla kıvranarak asfaltın üzerine düşüp kalmıştı. Ben ve diğer izleyiciler böyle bir olayın şahidi olmanın iç sızısıyla karşılaşıyoruz. Bu tür hallerde insanlar psikanalizde agieren (psikolojik bir iç baskıdan ötürü eyleme geçmek zorunda kalmak, iç baskıyı harekete dönüştürmek) olarak adlandırdığımız tahammül etmenin zorluğunun sonucu olarak davranmak durumunda kaldık. Ambulans çağırarak, yerde yatan kişiye yardım etmeye çalıştık...
Burada sadece seyirci olmak seyircinin içini acıtıyor, psikolojik acı veriyor. Bu acıdan kurtulmak için herkes dikkatini başka yere yoğunlaştırmaya çalışıyor. Bu arada nasıl yardım ederiz'i konuşurken iki küçük grup da seyirci olmaya başladı. Sonra bu iki grup “nasıl yardım etmeliyiz” tartışmasını başlattılar ve daha sonra bu gruptakiler birbirlerine girdiler. Ağızlar, burunlar kanamaya başladı... Gelen ambulanslar önce bu gruptakileri hastaneye götürdüler ve yardım etmek için tartıştıkları kişi başka bir ambulansı beklemek ve daha uzun acı çekmek durumunda kaldı... Yardım etmeye çalıştığımız kişi ihmal ettiğimiz, yardımın geç ulaşmasını sağladığımız kişi oldu. Kaza geçiren ve kanlar içinde sızlanarak uzanan bu kişiye bakarken içimizde acıma duygusu oluştu. ACIma duygusunda acı çekene bakan insanın ACIsı var. Bu kazanın seyircisi olmak psikolojik olarak acı çekmekti. Psikolojik acı vücutta lokalize edilemiyor, kişi bu acıyı dindirmeyi başaramıyor. Psikolojik acı genel bir acıdır, sürekli huzursuzluk verir.
Psikosomatik hastalıklar ve acılar aslında bu psikolojik acıyı lokalize etmek, psikolojik acıyı bedensel olana çevirmek demektir de. Böylece belirgin olmayan ama sürekli bir psikolojik acı bedensel acıya çevrilir... Dikkatimizi dağıtma çabamız, yardım ederek acımızı hafifletme çabamız yeterli gelmemişti. İki grup birbirleriyle acımasızca dövüşerek psikolojik acıyı fiziksel acıya dönüştürerek bu durumla baş etmeye çalıştı. Acı çekenden daha çok acı çekerek acıdığımız insanın acısını unutmayı başarabiliyoruz bazen.
İnsanlar psikolojik acıyla baş edemediklerinde kendine kötülük etmeyi başkasına havale edebiliyor. Gruplar birbirlerini kızdırarak ve kavgaya tutuşarak kızdırdıklarının dayağıyla kendilerine acı verdirdiler. Bazen kışkırtarak ötekinin bize acı vermesini sağlayarak kendimize zarar vermeyi verdirmeye dönüştürebiliriz. Yani bazen insanların bilerek kendilerine zarar vermesini anlamakta zorlanır... Mazoşizmde de ötekinin zarar vermesi, acı çektirmesi hedeflenir.
İnsan normal durumlarda acıdan kaçınır, refahtan ve huzurdan yanadır. Mazoşizm ise bu “normal”in dışındadır. Yani rasyonel düşünerek, “normal” düşünerek mazoşizmi anlamak çok zordur. Çünkü mazoşist acı çekmek ister ve bu onu mutlu eder. Normal, yani alışık olduğumuz acıdan kaçınmadır. İşte mazoşisti anlamak için normalin dışına çıkmak gerekiyor. Yani AKP’lilere Erdoğan seçilirse ekonomik ağır bir krizin olacağını rasyonel anlatarak ulaşılamıyor. Bile bile seçiyorlar ve çekecekleri acıyı seçim sonrası sokaklara dökülerek kutladılar. Delice, çılgınca bir durum.
Bir insan kötü olmaya karar verdiğinde bunu önlemek sıkça imkânsızdır. Mesela “bela” olarak bilinen kişiler vardır. Amaçları insanları kızdırmak, öfkelendirmek, aşağılamak ve bundan zevk almak. Bazen “bela” kişi yaptığından ötürü dövülür ve cezalandırılır. Bu tür olayları yaşayanlar, tanığı olanlar ceza verenlerin, dayak atanların kazandığını sanır. Psikopatlarda bilinen bir durumdur ama kazın ayağı genelde öyle değildir. Çünkü dayak atan aslında yenilendir... Bela’nın amacı huzursuzluk çıkarmaktır. Bunu başardığı için de kendisi radikal biçimde cezalandırılır. Ama burada amacına ulaşan Bela'dır.
İşime gitmek için evimden çıkıyorum, amacım işime gitmek. Yolda belayla karşılaşıyorum. Yapmadığı rezillik bırakmıyor. Sonra ona dayak atıyorum. Ben kazanıyor gibi görünmeme rağmen dayak atan, cezalandıran ama aynı zamanda kaybedenim, çünkü benim amacım yolda birine dayak atmak değil, işe gitmekti. Politik tartışmalarda da böyle bir durum var. Haklı olduklarını düşünenler kaybedeneler de.
Şunu anlatmak istiyorum: Cinsel sadomazoşist ilişkide sadist acı verirken ve bu acı vermekten zevk alırken gücünü göstrerek, gücünü hissettirerek ister. Amacı cinsel acı üzerinden cinsel iktidarını göstermektir. Sadist aktif olandır. Mazoşist bu ilişkide acı çekendir ve edilgendir. Fail/mağdur ilişkisine benzer. Sadomazoşist ilişkilerin psikanalizinde karşılaştığımız başka bir realite var: mazoşistin gücü/iktidarı. Mazoşist psikolojik varlığından ötürü haz alabilmek için kendisine acı verecek birini arar. Ve bu kişiyle ilişkilenirken mazoşist pozisyondan ilişkinin düzenlemesine katkıda bulunur. Aslında edilgen gibi görünen mazoşist bu cinsel bir senaryonun yazarı ve rejisörüdür de. Sadist bir anlamda kendisine biçilen rolü oynamaktadır. Kısacası mazoşistin iktidarını gözden kaçırmamak gerekir. Diktatörlüklerde seçenin de çok bariz bir rolü vardır.
İNSANDA ZALİM OLMA, SADİSTLEŞME POTANSİYELİ
Bebeğin doğumdan itibaren bağlanma çabası, dünyaya ve çevresine karşı meraklı davranması ve ilişkilenmek için aktif rol oynaması. Lloyd deMause (Das emotionale Leben der Nationen [Ulusların Duygusal Yaşamı], 2005), bebeklerde gözlemlenen bir fenomenden söz eder: Başka bir bebeğin ağladığını duyan ya da gören bebekler de ağlamaya başlar.
Çocuklarda merhamet, acıma ve empati gelişkindir. Başka birinin ağladığını fark eden çocuğun, bir korku objesinin ağlamaya neden olduğunu sanarak aslında korkudan ağladığını, bebeğin ağlayan birine ağlayarak refakat etmesinin empatiyle bir ilişkisinin olmadığını düşünebiliriz. Ama çocuklar üzgün olduğunu ve acı çektiğini gördükleri anneyi teselli etmeye, ona yumuşak davranmaya özen gösterirler. Bazen oyunda, yetişkinler numaradan ağlama rolünü oynadıklarında çocukların yumuşak ve teselli edici davranışlarını gözlemleriz. Lloyd deMause işte böylesine merhametli çocukların “merhametsizlik kültürüyle= acımasızlık kültüründe” (Kultur der Grausamkeit) bu özelliklerini yitirdiklerini söyler. Acımasızlıkla tanışan çocuk kendisi de acımasızlaşarak, bu kültüre uyarak varlığını sürdürüyor.
Acımasızlık kültüründe çocuklar “ilk (birincil) adaletsizlik/haksızlık” olarak adlandırabileceğimiz bir şey yaşıyor. İtaat etmek, boyun eğmek, iradenin yenilmesi çocuk için bir haksızlık. Bu ilk haksızlığı bir yandan içselleştirirken diğer yandan da bunu düzeltme isteği oluşuyor. Bu dönemde çocuk eşitsizlikler ve yetersizliklerle de tanışıyor, daha doğrusu bunu fark ediyor. Çocuk donanımından dolayı anne ve babanın yapabildiklerini yapamıyor. Yemeğini annesi/babası yediriyor, üzerini yetişkinler giydiriyor. İşte yetişkinlerin yapabildiklerini yapamamayı eşitsizlik olarak algılayabiliyor ve bu durumu da eşitsizlik ve adaletsizlik olarak görebiliyor.
Çocuk bu adaletsizliğe alışarak, kabul ederek büyüyor. Acımasızlık kültürünün kabulü ve buna uyum aslında mazoşist bir yanı içselleştirmek demek de. Ama içinde “mutlak adalet” duygusu bütünüyle yok olmuyor ve bu daha sonra dinsel kontekslere projekte ediliyor. Aynı zamanda kötüyü de relative ediyor ve olağanlaştırıyor. Acımasızlık kültürünü kabul ediyor ve ona eklemleniyorlar.
İlk incinme, ilk haksızlık ödipal durumda tekrar ederek katmerleniyor: Anne-baba çocuklarına, onu "çok sevdiklerini" söylüyorlar ama aynı zamanda onu mahrem alanın dışına atıyorlar. Çocuk açısından bu ağır bir aldatılmışlık anlamı da taşıyabiliyor. “En çok beni seviyorlar ama beni dışlıyorlar!” Burada bir güven sarsıntısı ve haksızlığa uğrama duygusu oluşuyor. “En çok güvendiğim annemdi/babamdı o da beni babamla/annemle aldatıyor!”
Acımasızlık kültürünün ötekine şiddete yatkın olması, öteki grubun acımasızı olma geleneği oluşuyor. Yaşadığımız toplumdaki her grup, ama her grup bazı kontekstlerde mağdur ve acımasızlığa mahkum kalabiliyor. Kadınlar, çocuklar, taşralılar, kentliler, Beşiktaşlılar, Trabzonsporlular... Dinciler, Kürtler, Aleviler, Solcular, Ermeniler... Her grubun bazı kontekstlerde dışlanması ve haksızlığa maruz bırakılması, o grubu mağdur statüsüne getiriyor. Bu statü daha sonra fail olma gerçeğini gizlemeye, acımasızlık kültürünü sürdürmenin ‘haklılığına’ hizmet ediyor.
Son yıllarda solcular içinde bir tepkisizlik hali var. Başlarına neler geleceği, yaşadıkları yoksulluklar, yolsuzluklar, zulümler ve bunun nedenlerini halka anlatıyorlar. Tutkuyla, hevesle... Halk her seferinde ülkeyi uçuruma götüren yöneticileri seçiyor ve zulme onay veriyor. Aydınlık yarınlardan söz edenlerde donuk bir yüz, umutsuzluk, yüzlerinde cansız bir ifade, aslında yüzlerinde bir ifadesizlik... İlişkilenme çabasının boşa gitmesi, diyalog kurma ve empati yorgunluğu. Burada negatif bağımlılık/zıt/aksi bağımlılık olarak tanımlayabileceğimiz bir durum ortaya çıkıyor: değiştirmek istediği şeye dönüşmek.
Şükrü Erbaş'ın söylediği oluyor: “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz/Biçim veremediğimiz şeylerin/ Biçimini alıyoruz." Değiştirmek, dönüştürmek istediği şeyi değiştiremediği için kişinin kendisinin dönüşmesi. İşte burada aslında mazoşist bir durumdan da söz edebiliriz. İnsanın kendisini eksiltmesi, azaltması ve değersizleştirmesi. Bunu da haz aldığı için değil değiştiremediğiyle bir inatlaşma ve değiştirmek istediğiyle kurmaya çalıştığı pozitif ilişkiyi negatifleştirme. Umutsuzluk, vazgeçiş aslında…
İnsanın farkında olmadan kendisine düşman olması, kendisini kendisi yapan değerlerden uzaklaşması. Psikanalist Margrette Mahler’in sözünü ettiği daha sonra da psikanalist Salamn Akthar’ın göçmenlerde göç sonrası var olabilmek için geliştirdikleri bir olgu var: Duygusal depolama (emotionales Auftanken). İnsanların var olabilmeleri için, yaşadıkları sorunlarla gurbette baş edebilmek için, vatan hasretlerini giderebilmek için memleketlerinin yemeklerine, müziğine düşkünlükleri veya kendi ülkelerinden gelen insanlarla arkadaşlık kurmaları. Akthar böylece gurbetçilerin duygusal depolama yaparak yaşamlarını kolaylaştırdıklarını anlatır.
Son yıllarda muhalifler için bu ülkede duygusal depolama alanları çok kısıtlandı. İnsanlar yeterince pozitif deneyimler yaşayabildiklerinde zulme tahammül edebilme, direnme güçleri artıyor. Son yıllarda psikolojik dengeleri kurabilecek kültürel ve sosyal ortamlar çok azaldı. Yaşanan durum, soluklanılabilecek kültürel yurtlara/biyotoplara yapılan saldırılar ve olumlu olanın yaşanmasının sürekli engellenmesi, umutsuzluk insanların iç dengelerini kurmalarını zorlaştırıyor. Bu umutsuzluk, vazgeçişlere yol açabiliyor.
Solcu olmak’ (çok genel kullanıyorum bunu) sadece başarıya odaklı bir tutum değil. Dünyada durmak, konumlamak, dünyayı kavrama biçimi de. Muhalif olmak ideal insan olmak değil ki. Zulüm bu coğrafyada sıkça mükemmel insan olma aldatmasıyla yapılıyor ya da en azından üstün idealler için yapıldığı söyleniyor. Narsistik bir çağda sıradan biri olmak muhalif olmak demektir. Ama muhalif olmanın erken ya da malulen emekliliği yok galiba. Düzenle anlaşmak kuşkusuz avantajlı olabilir. Muhaliflik aslında başka türlü olamamak hali çoğu kez, çünkü insan kişiliğini, kişiliği oturduktan sonra karar vererek değiştiremiyor.
BİTTİ
Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.