Şahap Eraslan
Sosyal travma- Kuşaklar arası travma aktarımı
Soykırımların günümüzde yaşayan tanığı yok denecek kadar az. Soykırımdan sonraki kuşak da zaten doğaldır ki öldü. Aynı şekilde Diyarbakır zindanları 20’li yaşlardaki insanlar için bir haber, bir anlatı... Madımak bazı insanlar onlar daha doğmamışken yaşanmış bitmiş bir olay. Oysa yaşanmış bir travma, bir problem çalışılmayınca, üzerinde kafa yorulmayınca gelecek kuşağa miras kalıyor. İşte bu yaşamadığı halde anne/babasının yaşadığı bir travmayı miras alan çocuk kendisine ait olmadığı için özdeşleşme yoluyla bir yandan miras ediniyor, kendisine ait kabul ediyor ama reel yaşamında karşılığı olmadığı için diğer yandan bu içselleştirilen yabancı/kendisine ait de olmayan ve tam entegre edilemeyen bir parça gibi kişinin içinde duruyor. Kendi içinde ama kendisiyle ilgisi de olamayan duygu durumu oluşuyor. İşte bu türden üstlenilen kolektif travmalar travma sonrası kuşaklarda sosyal travmaya neden oluyor.[1]
Kuşaklar arası aktarımda aktarılan kolektif travmalar, sosyal travmalardır. Bugün Türkiye’de (belki yarın da) susulan, görmezden gelinen geçmişin travmaları bizim sosyal travmamızdır ve bizi çok ilgilendirir. Bu travmalarla yüzleşmeden de sosyal barışın gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu toplumda hale çoğunluk olan Sünni Türklük bu travmayı kendisini psikolojik olarak temizlemek ve gelecek kuşaklara fail geleneğini miras bırakmamak için de yapmalı. Yani bunu yapmak zorundalar. Faillerin fail olarak adlarının konulması, failin fail olarak tanımlanması mağdura bir borçtur. Fail ve mağdurun kesin bir biçimde tanımlandığı bir ortamdan sonra bu yüzleşme önce mağdurlar ve sonra da failler için gerekli. Bu yüzleşme yüzleşen kuşağı da rahatlatır, çünkü failliği miras alan kuşak fail olmadığı halde fail durumunda kalır, çünkü mirası bu. Aynı kuşağın mağdurları da yaşanan travmanın kabulünün getirdiği bir rahatlama yaşayabilirler. Yani bu tür yüzleşmeler gelecek kuşağa bir borçtur aslında ve fail ve mağdur geleneklerinin ve kültürlerinin de sonlandırılmasına yarar.
Sosyal travma sürekli korku üretir. Travmanın yeniden yaşanabileceği korkusu (yüzleşmenin olmadığı toplumlarda alınan miraslardan ötürü bu kaçınılmazdır çoğu kez) sosyal travmaya geleceğe (kuşağa) taşır. Kısacası travma üç zamanlı bir durumun yaşanması demektir: travma geçmiştedir (geçmiş), travmayı inkâr etme, gizleme ya da mağdur açısından travmanın olduğun anlatma çabası (bugün) ve tekrar edebilme durumu (gelecek zaman). Anımsamada da o acıları yeniden yaşama tedirginliği vardır. Kolektif travmalar yaşanan toplumun 'tarihsel yarası'dır[2] ve kuşaklar arası aktarımda 'pişmanlık politikası'[3] geliştirilmeden de baş edilmesi çok zordur. Assmann, sosyal travmaların aktarılırken o toplumda özdeşleşme, empati ve etik izler bıraktığını ve yüzleşmemenin gelecek kuşağa da etik, özdeşleme ve empati sorunu olarak kaldığını yazar.
Sosyal travmanın çalışılmaması, mirasın devamı travmayı neden olan kuşak ile miras edinen kuşak arasında 'suç ortaklığı'[4] olmasına ve böylece de miras alan kuşağı da bu yüzleşmekten kaçınmadan ötürü suçlu yapar. Suç ortağı olmaktan ötürü suçluluk. Bu örtme aslında çocukça bir tutum da: Görmedim, duymadım, bilmiyorum... Kulağını ve gözünü kapatmak ve bir çocuk gibi duymadıklarını ve görmediklerini yaşanmamış saymak, böylece de kendini masum biri (toplum) olarak görmeye neden olmakta.
TRAVMALAR, KURGUSAL TRAVMA: KİN, HASET VE HINÇ
Balkan Savaşı sonrasında insanlar sadece savaş travması değil, anlamsızlık ve yönelim sıkıntısı da yaşadılar. Savaşta, yenilgi hiç hesap edilmediğinde, ağır bir şok etkisi de yaratıyor. Güçlü sanılan tarafın buna hiç hazır olamaması halidir bu. Savaş travmasından öte başka bir travmayı konuşuyoruz: parçalanma ve dağılma korkusu (Fragmentierungsangst). Bu sadece politik bir korku değil, ağır bir psikolojik ve prepsikotik süreç yaratan bir durumdur.
Bireye destek veren ilişkilerin desteklerinin yitimi bir dengesizlik yaratır. Dayanağınızın arkanızdan çekilmesi ve bunun sonucunda yaşanan ağır bir psikolojik sarsıntı. Yok olmak, darmadağın olmak ve dünyanın başımıza yıkıldığını hissetmemiz. Dağılma korkusu, var olan yapıların yıkılması ve ayakta duramama hali. Bu durum bir güvensizlik ve herkesi düşman görme halini beraberinde getiriyor.
İmparatorluk'un son yüzyılları yenilgiler ve buna bağlı olarak çeşitli göçler, mübadele, muhacirlik ve küçülme tarihidir aynı zamanda. Küçülme, muhteşemliğin yitimini ve aynı zamanda ona yönelik arzunun çoğalmasını ve yücelik fantezilerinin yeniden depreşmesini beraberinde getiriyor. Eyal Ginio, Osmanlı Yenilgi Kültürü kitabında Balkan Savaşı’nı kaybetmenin yarattığı travmayı anlatır. Ona göre Osmanlı 'yenilgi kültürü' Osmanlı özgüveninin tamamen mahvoluşunu beraberinde getirmiştir.[5] Aslında bir yenilgi kültürünün olmayışının altını çizmek gerekiyor. Yenilgilere rağmen ayakta tutulan muhteşemlik ve yücelik fantezisinin içine saklanılıyor bir yanıyla.
Balkan Savaşları’na bağlı olan travma, algıları da altüst ediyor. Bu savaşlardaki başarısızlık “hem askeri hem de toplumsal bir mağlubiyet” olarak algılanmıştı.[6] Aynı zamanda muhteşemlik arzuları ve Osmanlı toplumunun 'yeniden dirilişi' tasavvur ediliyordu, fakat bu savaş aslında Osmanlı’daki eksiklikleri ve yetersizlikleri açığa çıkarmıştı. Yine de yenilginin nedeni vatanseverliğin yokluğu/eksikliği olarak tespit ediliyor.[7] Yenilgi kültürü eksikliği, bu durumun beklenmedik olması, buna bağlı olarak yenilgiyle baş edebilme repertuvarının eksikliği, yenilginin 'namus kaybetmek'le eş tutulması[8] ve bunun sonucunda sonsuz arlanma, narsistik aşağılanma ve özdeğer duygusunun ağır yaralanması travmatik bir etki yaratıyor.
Bu yaşananlar yücelik kurgularından ötürü kat kat daha fazla duygusal yoğun incinmeye sebep oluyor. Yenilginin travmatik olmasının bir başka belirtisi ise mağlubiyetin bir şok etkisi yaratması.[9] Bu da savaş üç sonuçlu bir eylem olmasına rağmen sadece yenme opsiyonlu kurgulanması, dolayısıyla yenilginin beklenilmez olması ve bunun yarattığı şok. Bu yenilgi bir travmatik sonuç doğuruyor ve bu travma kimliğe işleniyor. Yenilmek ve bunun üzerinden oluşan bir mağduriyet durumu.
Savaşa katılmak 'öteki'ni öldürmeyi gerektirdiğinden (!) savaşın sonucundan bağımsız olarak hem fail hem de mağdur oluyorsunuz. Birilerini öldürüyorsunuz (fail), düşmanınız da sizin arkadaşlarınızı öldürüyor (mağdur). Bu fail ve mağdur olma hali de bilince ve bilinçaltına, ayrıca kolektif bilince ve bilinç ötesine kazınıyor. Balkan Savaşları aslında kutsal anlatılardaki Davut ile Golyat düellosunda kastedilen bir durum haline geliyor: güçsüz sanılanın devi yenmesi ve bunun narsistik sonuçları. Dolayısıyla bu olaylar da kimliğe eklemleniyor. Bu bir yenilgi değil sadece, aynı zamanda kolektif bir küçük düşme.[10] Osmanlı’da bu yenilgiye bulunan bir yanıt yok ve yenilginin nedenleri tartışılırken İslam tartışmanın merkezine konuyor. Bu da Müslüman elitlere yöneltilen bir suçlama. Bir savaş kaybedilmiş olmakla kalmıyor; asıl travma muhteşemliğin ve güçlülük kurgusunun altüst olması. Askeri başarısızlık toplumsal bir başarısızlık olarak algılanıyor.[11] Bu aynı zamanda kendini üstün sayanların sorgulanmasını gerekli kılmıştır. Toplum olarak üstün sayma, inanç olarak üstün sayma; doğru inancı, doğru tanrısı olan grubun yenilgisi...
Dağılma ve parçalanma korkusu bu yenilginin sonrasında daha da derinleşiyor. Demokrasi ve özgürlük diyen grupların kendi kaderlerini tayin etmeleri ve ulus devlet olmaları, bu süreci yenilgi olarak izleyenleri özgürlük ve insan hakları söylemlerine kuşkuyla bakmaya da itiyor. Günümüzde bu tür söylemleri sahiplenen insanlara karşı devletin ve halkın olumsuz refleksinin altında bu dağılma korkusu var. Azınlıklara karşı uygulanan politikalarda ve katliamlarda (soykırımda) da bu travmalardan kalan hınç mevcut. İmparatorluk'un son dönemlerindeki yetersizliklerini, eksiklerini ve yanlışlarını Müslüman olmayan halklara yansıtarak dışarı atmaya çalışıyorlar. Ayrıca bu grupların özgürlük ve diğer talepleri birer ihanet gibi algılanıyor. Hayatın bir yerinde, tarihte bir haksızlık olmuşsa ve birilerine zarar verilmişse, var olan denge artık bozulmuştur bir kez. Eski durumu yeniden inşa etmek imkânsızlaşıyor. Bir haksızlığın hukuksuzluğun yaşanması, yeni haksızlıkların oluşmasına da zemin hazırlamak demek. İmparatorluk sınırları içinde yaşayan halkların özgürlük ve eşitlik istekleri de ihanet, nankörlük olarak algılandı. Aslında bu insanların istekleri haksızlıktı ve bu haksızlığa da şiddetle tepki verildi. Bazı kişiler onlara haksızlık yapıldığını düşünerek şiddet uygular.[12] Bu haksızlık bazen sadece haksızlık algısıdır, bazen reel haksızlıkla ilişkilidir.
YENİLGİ KÜLTÜRÜ
Yenilgi, insanın kendisini ötekiyle ölçmesidir. Bu, karşılaş(tır)ma insanın kendisi hakkında bir fikir edinebilmesini sağlar. Yücelik, muhteşemlik ve sınırsız güç fantezileri insanın gelişmesinin ve bağımsızlaşmasının en önemli motivasyonudur. Bir çocuk annesinin yardımı olmadan da yürüyeceğini zanneder ve bunu çeşitli durumlarda dener. Bu denemeler kendi fantezilerini realitede test etmesidir. Yapabildiği bazı şeyler özgüven duygusunu geliştirir ve pekiştirir. Masallardan bildiği, filmlerden gördüğü şeyler vardır: mesela uçmak. Reel hayatta da kuşların uçtuğunu görür. Fantezisinde uçmak vardır ve koltuktan aşağı atlar..Bu yenilgi, yani kafasında kurguladığı şeyin 'olamayacağını’ görmek, fantezi ile realite arasındaki uçurumu fark etmek bir düş kırıklığına neden olur.
Bazı şeyleri yapamamak onda depresif bir durum da yaratır. Kendi kapasitesi, yapabileceği şeylerin sınırlı olması nedeniyle üzüntüye yol açar. Bir dönem sonra çocuk beceremediği şeyi fantezi ve hayal alemine iter ama bunu realiteyi kabul ederek ve olgunlaşarak sürdürür. Uçma arzusunun yerine başka eylemler koyarak bu arzuyu doyurmaya çalışır: uçakla yolculuk yapmak ve paraşütle atlamak gibi. Bazı insanlar ise kendi sınırlılıklarını kabul etmezler, narsistik incinmeden kaçarak bahaneler üretirler. Benzer şekilde anne-baba da çocuğu teselli etmek yerine çocuğa bahane sunarlar.
Yenilgi kültürü, yani narsistik incinmeyle baş edebilme becerisi gelişmeyince sıkıntılar yaşanıyor. Her sene benzer yenilgi 'filmleri' izliyoruz. Parti başkanları da benzer şekilde, kaybedilen seçimlerden sonra onlarca bahane bularak, yenilgiyi kabul etmiyor ve istifa etmiyor, sorumluluk almıyor.
Farklı inançlar arasındaki çatışmalarda, savaşlarda insanlar kendi tanrılarına dualar ederek adak ve kurbanlarla savaşta yardımlarını umarlardı. Atinalılarla Persliler ya da Mısırlılarla Hititliler savaştıklarında her grup kendi tanrısına savaşta yardım etmeleri için bu tür ritüeller düzenlerlerdi ve o tanrının desteğiyle savaşların kazanıldığına inanılırdı. Yani savaşlar bir anlamda tanrılar arasındaki bir savaştı da. Savaş sonrasında kazananlar tanrılarına verdiği destek için şükranlarını sunarlarken yenilenler sorumluluğu üstlenir, kusuru kendilerinde bularak (tanrıya yeterince kurban sunmadıkları gibi mesela) tanrıları sorgulanmaz, sonuçtan sorumlu tutulamaz hale getiriyorlar.
Özellikle İbrahimi dinler tanrıyı ulaşılmaz bir uzaklığa gönderirken, insanlara görünmez, duyulmaz hale getirirken sorumlu tutulamaz hale de dönüştürdüler. Tanrıların uzaklarda, bilinmez bir yerde oldukları kurgusuna rağmen yine de tanrılar varlıklarını kerametler göstererek belli ederler. Keramet ve mucize doğa üstü güce sahip kurgulardır; tanrılar ve varlıklarını, doğanın üstünde olduklarını, imkânsızı imkânlı yapabileceklerini de kerametlerle gösterdiklerine inanılır.
Mucize beklentisine çocuğun gelişiminde de rastlarız. Çocukların hayal dünyalarında doğa üstü güçlere inanma, fiziğin sınırlarını aşma vardır. Bu muhteşemlik ve yücelik fantezileri realitenin inkârına ve realiteye paralel bir düşler alemi oluşturmaya ve böylece psikolojik rahatlama yaramaya hizmet eder. Mesela aldığı kötü nottan ötürü ailesinden korkan çocuk dualarla bir mucize olmasını bekleyebilir. Yağmur duasına gidenlerde de benzer bir mucize beklentisi vardır.
Dualarla doğaya üstünlük sağlama, doğayı denetleme, doğaya hâkim olma, bilinmezi ürkütücü olmaktan çıkarma arzusu. Bu fanteziler çocuklukta çocuğun cesaretinin artmasına ve bağımsızlaşmasına da yardımcı olur.
Yetişkinler de realiteyle baş etmekte zorlandıklarında bir regresyona (geçmişte yaşadıkları bir döneme geri dönme) kapılırlar ve bu regresyon onlarda çocukluk dönemlerindeki düşler alemini reaktive eder. Narsistik incinmelerin yarattığı narsistik krizler veya realiteyle baş etme güçlüğü insanlarda ve gruplarda çocukluktaki mucize, keramet beklentisini ve bunlara inanmayı açığa çıkarır. Kriz dönemlerinde insanlar ve gruplar regresyonla realiteden kaçarak bir alternatif hayal dünyası yaratırlar ve gerçeği inkâr ederler. Titanic batarken orada bulunan insanlar da güvertede dans ederek benzer bir hayal dünyası yaratmışlardı.
HATA KÜLTÜRÜNÜN OLUŞTURULMASI: NEREDE YANLIŞ YAPIYORUZ?
İslam kültüründe de bu tür keramet ve mucize anlatıları çoktur. İslam aynı zamanda doğaya üstünlük sağlamak, doğal afetlerden korunma güvencesi vereceği inancı hakimdir. Buna rağmen doğaya yeniliyorsa insan, bu ancak kaderdir, tanrının planıdır. Kültürdeki kader ve mucizeye olan yaygın inanç realiteyi bu noktada anlamsızlaştırıyor, mucize ve keramet inancı sürekli canlı tutuluyor. Fantezilerin gerçekleşmemesinden insanlar kendilerini sorumlu tutuyor: yeterince inanmamak, dinsel ritüelleri yeterince yerine getirmemek gibi. İnançlı insanların yaşadığı bir realite var: sürekli düş kırıklığı, sürekli yenilgi. İnançlı bir insan günlük hayatını düzenlerken Tanrı’nın yardımına gereksinim duyuyor. Zaten o Tanrı’nın refakati ve gözlemi olmadan hiçbir şey yapmıyor.
Dua etmek, bir arzuyu Tanrı’nın yerine getirmesi demek. Bu isteklerin hiçbirinin olmaması bir düş kırıklığı yaratıyor ama bu, inancın yetersizliğiyle açıklanıyor. Birey kendini sorumlu tutuyor ve inancını artırmayı sorunlarının çözümünün anahtarı olarak görüyor. Bazen başardığı şeyleri de bireysel bir başarıdan çok Tanrı’nın yardımı olarak gördüğünden bireyselleşme ve Tanrısız otonom bir kişi olmak onun iç dünyasında mümkün olmuyor.
Böyle bir tutum aslında çocuk-anne ilişkisinde sembiyotik ilişki dönemiyle çok benzerlik gösterir. Bu konsept de yenilgi kültüründen çok bir "bahane kültürü" üretiyor ve bahaneler inancın yetersizliği olarak algılanıyor… Yenilgi kültürü oluşturmak yerine manik bir fanteziye sığınılıyor. Psikanaliz hatanın, yanlışın önemsendiği bir yöntem. Freud’un önerdiği dil sürçmeleri, hatanın (mesela unutmanın) analiz edilmesi bir 'hata kültürü' oluşturmayı gerektiriyor. Hatayı ve yanlışı anlamayı denemek, insanın bilinç ötesine bir yol bulmaktır ve bu bahane üretmek, narsistik incinme olmasına rağmen yokmuşçasına davranmaktan daha da yararlı bir tutumdur.
Aşağılanma duygusu mağdur kimliği ve kültürü yaratmada çok etkili oluyor. Psikanalist Tomas Böhm ile Suzanne Kaplan, Rache [İntikam] adlı psikanalitik çalışmalarında S. Varvin ve V. Volkan’dan alıntı yaparak çeşitli travmaların insanda bıraktığı etkileri anlatıyorlar.[13] Deprem ve sel gibi doğal facialar da kimlikte başka bir mağduriyet yaratır. Derin iz bırakır ama normal hayatı sürdürebilirsiniz, çünkü insanlar bu durumu kendilerine bir şekilde açıklayabiliyorlar. Depremi tanrının cezası gibi görmek, yada jeolojik açıklamalar bulmak, ‘açık saçık giyenler yüzünden tanrının verdiği ceza’, sorumluların facianın arttığını düşünmek. Bu açıklamalar rahatlama da yaratıyor ve insan hayatını normalleştirebiliyor. Gebze Depremi sonrası ölenler yer yer anımsansa da toplum için hayat devam ediyor.
Mesela deprem sonrası yapılan depreme dayanıklı evlerde insanlar ölenlerin yasını tutarak hayatlarını zor da olsa sürdürüyor (bu asalında ideal bir durum) ve hayatlarını ‘normalleştirebilirler. İşkencenin açıklaması yok. Çünkü işkencenin mantığı yok. İşkence insan olmakla bağdaştırılabilir bir şey değil. İnsanların sebep olduğu facialarda yaşanan acı bir aşağılanma olarak da tecrübe (depremde, trafik kazasında aşağılanma yok. Çığ bir arlanama yaratmaz) ediliyor ve bu, çaresiz bir öfke ile zavallılığın yol açtığı bir intikam duygusu uyandırabiliyor (deprem ya da selin intakı olmaz). Eğer gruplar yaşanan aşağılanmayı çalışmayıp refleksiyon yapmadan hayatlarını sürdürürlerse, yas tutma ve üzüntü mümkün olmazsa, bu mağduriyet kimliğin bir parçası oluyor ve gelecek kuşaklara aktarılıyor. Yani travmanın yarattığı duygular çalışılamazsa bu duygular bir miras/yük olarak gelecek kuşağa da kalıyor.
Batılılaşma süreci, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılması ve zorunlu göçler üzerine düşünmemek ve bu yaşananların yasından varoluş mücadelesinden ötürü kaçmak, bu mağduriyet kimliğini gelecek kuşaklara aktardı. Bu mağduriyet kimliğinin altına soykırımlar dahi gizlendi. Bunun bir diğer anlamı, fail kimliğinin af dilemekten ve ödeşmekten korunmasıydı. Failliğin gizlenmesi, bu durumun suçluluk ve arlanma yaratmaması ve böyle muhafaza edilmesi sonucunda faillik gelecek kuşağa sanki olumluymuşçasına aktarıldı. Bu nedenle bu soykırımlar yer yer övünülerek anlatılan 'hikâyelere' dönüştüler. Susan Neiman toplumların geçmişlerindeki kötülük mirasıyla nasıl baş edebildiklerini incelediği kitabında 2. Dünya Savaşı’ndan dönen Almanların için "kendi travmalarına öylesine saplanmışlardı ki, hiçbir şeyi görmeyecek kadar kördüler" der.[14]
Travma sonrası varoluş mücadelesi ve kendi travmalarına kendi içlerinde hapsolmaları mağdurları ve faillerin bu konuyu çalışmamalarını ve gelecek kuşağa miras olarak aktarmaları anlamına gelir. Kurtuluş Savaşı’nın abartılı anlatısı Osmanlı’nın son yüzyıllardaki yenilgi tarihini başarıya dönüştürmek ve böylece bir kahramanlığa dayalı bir kuruluş öyküsü gereksinimiyle de ilişkili. İşte bu anlatıyla büyüyenler ötekilerin (Bulgarlar, Araplar, Kürtler, Ermeniler, Rumlar) kendi öteki hikâyelerine açık da değiller. Çünkü bu kuruluşu olduğu gibi kahramanlık anlatısını da gölgeleyen bir durum yaratacağından çekiniliyor. Mağduriyet kültürü ayrıca bu mağdurların yaptığı zulümleri de gölgeliyor: Kürtlere, Alevilere, solculara yapılanlar gibi. Aşağılanmış ve incinmiş insanlar, kurtaracakları sandıkları önderlere/kahramanlara sarılarak onurlarını kurtardıklarını sanırlar. Böhm ve Kaplan için intikam yas tutmadan kaçınmanın, arlanma ve suçluluk duygusu gibi duyguları savuşturmanın bir ifade biçimi.[15] Bir iç acının dışa doğru yaşanması yani. İntikam almak, aynı zamanda refleksiyondan kaçmak demek.
Suçta kişi kendisi aktiftir. Kişinin eylemi birilerine zarar verir. Bu davranışın sonuçlarından sorumludur. Utanmada kişini kendisi pasiftir. Utanma o an oluşan durumdan ya da kişi kendisine yapılandan utanır. Bazen kişi kendi kendisinden beklediğini beceremediğinden, istediğine ulaşamadığından. Beceriksizlik, sakarlık utancı. Suç, birine zarar verdiğimizde oluşur ve suçlular cezalandırılırlar. Cezasını çekenler artık işledikleri suçtan hukuksal anlamda sorumlu değildirler.
Suçluluk duygusu sadece bir duygudur. Suçluluk duygusunda reel bir suç yoktur ama kişi kendisini suçlu hisseder. Mesela birinin kötülüğünü arzular ya da beddua ederiz. İşte kötülüğü istenen kişi buna benzer bir kötülüğü yaşarsa, yaşananın arzulananla bağlantısı kuruluyor ve olanlardan ötürü kişi kendini suçluyor. Kişinin suçlu olmasını gerektiren bir eylem yok ortada. Sadece neatif bir arzu, kötülük isteği var: İşte deprem sonrasında da yardım isteğinin ardında böyle bir suçluluk duygusunun tonları var. Mesela depremin Antakya’da olmasına Sivaslılar üzülmüşlerdir ama Sivas’ta olmaması da sevindiricidir Sivaslılar açısından. Ama bu durum aynı zamanda böyle bir düşünceden ötürü suçluluk duygusu da yaratır. Suç ceza çekilerek ödenirken (mesela hapis yatmak gibi) suçluluk duygusu da telafi etme, zararı onarma motivasyonu yaratır.
Böylesine bir iyilik seferberliği bir yandan gerçekten insanlar iyi oldukları için ama aynı zamanda bu iyilikle sanki bu ülkedeki geçmiş travmaları da temize çekme isteği bilinç ötesinde kayıtlı sanki. Tayinini Antep’e almış ve depremde eşini kaybetmiş biri için de ‘keşke’yle başlayan cümleler vardır. ‘Keşke tayinimi oraya istemeseydim, şimdi eşim çocuklarım hayatta olurlardı’ gibi... Bu reel suç olmadan oluşan suçluluk duygusudur. Devlet ise asıl suçludur ve resmen suçunun üzerini örtüyor. Bu devletin ‘suçun üzerini örtme’ geleneği var ve bu gelenek çok güçlü.
Türk kimliği baş edilememiş yenilgiler, fail ve mağduriyetlerin eklemlendiği ama bunların örtüldüğü de bir kimlik. Var oldukları toprakları aniden terk etmek zorunda kalmak gibi bir travmayı yaşamış insanların muhacirlerin, mübadeleyi yaşamışların, Ermenilerin yok edilmesinden sorumlu olanların kurduğu bir ülkede yaşıyoruz. Çeşitli travmalar yaşamış, bu travmaları kültürüne ve bilinç ötelerine kodlamış insanların ülkesi yani. Yenilgiler tarihine eklemlenen bir başarı öyküsü olarak kuruluş ve kuruluşun mağdurları ve yenenleri.
[1] M. Gerhard Fromm, "Psychoanaltische Ansätze zu den sozialen Trauma", Soziales Trauma içinde, der. A. Hamburger, C. Hancheva, V. Volkan (Springer Berlin, 2022), s. 75.
[2] Aleida Assmann, "Kuturelles Gedichtnis", age, s. 32.
[3] age, s. 33.
[4] Samuel Salzborn, "Schuldabwehr und Erinnerungsverweigerung", Erinnern als Höchste Form des Vergessens [Unutmanın En Etkili Biçimi olarak Anımsamak] içinde, der. S. Grigat, J. Hoffmann, M. Seul ve A. Stahl, (Verbrecher Verlag, 2023), s. 362.
[5] Osmanlı Yenilgi Kültürü, çev. Cumhur Atay, (İletişim Yayınları, 2022), s. 125.
[6] age, s. 180.
[7] age, s. 142.
[8] age, s. 123.
[9] age, s. 130.
[10] age, s. 122.
[11] age, s. 138.
[12] Lloyd deMause, Das emotionale Leben der Nationen (Drava Verlag, 2006), s. 114.
[13] Rache (Psychosozial-Verlag, 2009), s. 104.
[14] Von den Deutschen Lernen, Hanser Berlin Verlag, 2000, s. 65.
[15] Rache, s. 66.
Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.