Doğan Özgüden

Doğan Özgüden

Sputnik’in 60. yılında nostaljik notlar...

Ekim 1917 Devrimi'nin 100. Yıldönümü yaklaşıyor. Ve de Sputnik... Gagarin... Nazım Hikmet... Uzayın fethi... Ne ki ülkemizin üzerinde islamcı faşist bulutlar...

Daha ne yazacaksın? Kürdistan referandumunda varlığı onyıllarca inkar edilmiş bir ulus özgür iradesiyle bağımsızlık isteyince yer yerinden oynuyor, Başûr ekonomik ve askeri abluka altına alınıyor, ülkenin liderleri hakkında edilmedik küfür kalmıyor. 

Üstünden bir hafta geçmeden bu kez Katalan ulusu Ispanya merkezi yönetiminin Franco dönemine has guardia civil terörüne meydan okuyarak bağımsızlık kararı verince göklere çıkartılıyor, bu kez ağız dolusu küfürler AB’ye yöneliyor.

Sadece Katalonya mı?  2017 tarihli La Libre Belgique Gazetesi'nin verdiği habere göre Avrupa Birliği günümüzde Katalanlar dışında daha sekiz halkın ya tam bağımsızlık ya da daha büyük özerklik mücadeleleriyle sarsılmakta:

1. Büyük Britanya'da İskoçya

2. Belçika'da Flaman bölgesi

3. İspanya'da Bask bölgesi

4. Fransa'da Korsika

5. İtalya'nın kuzeyinde Padanya

6. Bosna Hersek'in Sırp bölgesi

7. Sırbistan'ın Voyvodin bölgesi

8. Romanya'da Macarlar

Ama tüm bunlar bizim Türk-İslam’cılar için dert değil… Varsa yoksa Kürdistan… Kerkük… Musul… 

Değil mi ki Tayyip Avrupa’ya karşı cihad açmıştır, Avrupa ülkerlerinin bölünmesine, AB’nin parçalanmasına yol açacak her gelişme bittabi alkışlanacaktır. Hele AB tüm temkinli yaklaşımına rağmen Türkiye’de islamcı faşizmin günden güne kök salmasından rahatsızlığını arada sırada daha net dile getiriyorsa, Tayyip’e eleştirilerin dozunu gittikçe arttırıyorsa…

Bu eleştirilerden ve Avrupa’daki muhaliflerine karşı istediği gibi terör uygulanmamasından Tayyip öylesine rahatsız ki, işi Meclis’in açılışı sırasında "Bizim artık AB üyeliğine ihtiyacımız kalmamıştır" demeye kadar vardırıyor.

İktidar cephesi öyle de "ana muhalefet" daha mı hırlı?

CHP lideri Kılıçdaroğlu referandum sonrası yaptığı ilk açıklamada Kürt Ulusu’nun haklılığı üzerine tek kelime söylemezken "milli duruş" edebiyatı yapıyor, Kürdistan’ı sömüren üç bölgesel güçün ortaklaşa müdahalesini destekliyor: 

"Bu konuda Türkiye milli bir duruş sergiledi, parlamento da bu duruşun arkasında durdu. Şimdi atılması gereken adım, süratle Irak merkezi yönetimi ile Türkiye'nin ve İran'ın bir araya gelmesi ve bu soruna ortak çözüm üretmeleri. Eğer ortak bir çözüm üretilebilirse Türkiye bu konuda önemli mesafeler alabilir."

Hele laikliğin savunucusu olma iddiasındaki CHP’nin lideri olarak Kılıçdaroğlu’nun ya sırf mütedeyyinlerin oylarını AKP’den çekmek hesabıyla ya da gerçekten laiklikle uzaktan yakından ilgisi olmadığı için son Aşura Matem törenlerinde söyledikleri?  Sanki hayattayken de İslam aleminin lideriymiş gibi Atatürk’ün bundan böyle de lider olmaya devam edeceğini müjdeliyor.

Kılıçdaroğlu mezun olduğu İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi'nde istatistik dersi de okumuş olmalıdır... İşte istatistikler:

Halen İslam nüfusu 1,57 milyar ile dünya nüfusunun %23'ünü oluşturmakta... Bu nüfusun yüzde 61,9'u Asya ve Pasifik'te, yüzde 35,4'ü Ortadoğu ve Afrika'da, sadece yüzde 2,4'ü Avrupa'da, yüzde 0,3'ü Amerika'da... Üstelik yaklaşık 50 ülkede nüfusun çoğunluğu müslüman. 

Bu ülkelerin hangisi Atatürk’ü lider tanımış, Atatürkçülüğü rehber edinmiştir? 

Dünya islam nüfusunun sadece yüzde 4,7'sini temsil eden ülkemizde bile halen iktidarı elinde tutan Türk-İslam Sentezi'nin ürünü islamcılığın rehberi gerçekten Atatürk mü?

Fazla araştırmasına da gerek yok.  Daha dün yalaka medyada iftiharla yayınlanan Kara Harp Okulu’ndaki törende başörtülü Harbiye öğrencisi fotoğrafı da Kılıçdaroğlu ve benzerlerine bir şey demiyor mu? 

Kadın subay olmaz mı? Bunun en iyi örneğini yıllardır gerilla saflarında yiğitçe savaşan, hatta yoldaşlarına komutanlık eden Kürt kadınları ve genç kızları fazlasıyla veriyor.

Türk Ordusu’nda 60 yılı aşkın süredir çok sayıda kadın subay yetişti, ilk kuşaklar çoktan emekli oldu.

Ama Tayyip döneminde sıkmabaşlı komutanlar yetiştirmenin hangi amaca hizmet edeceği ortada. Amaç, zaptiye ve adliye başörtülülerle donatılmaya başladıktan sonra sıra şimdi de Tayyip’in cihad ordusuna sıkmabaşlı komutanlar yetiştirmek.

Sıkmabaşlı müstakbel komutan fotoğrafı beni birden 60 yıl önce İzmir’de yedek teğmen olarak Basınla İlişkiler Bürosu’nda görevli olduğum günlere götürdü. Karargahtan çıktıktan sonra Konak’tan Karşıyaka’ya körfez vapuruyla geçerken ordunun henüz teğmen rütbesindeki ilk kadın subaylarından birisiyle zaman zaman yollarımız kesişirdi. 

Karşıyaka İskelesi’nde sürekli görevli bir inzibat eri yolcuların inişine nezaret ederken, üniformalı subay ya da assubaylar iskeleye ayakbastığında selam dururdu. İskeleye kadın subayla ilk kez birlikte inişimizi anımsıyorum. Kendisine yol vermiştim, ben de onu izliyordum. İnzibat eri üniformayı görünce derhal esas duruma geçip selam vermek üzere kolunu kaldırırken subayın kadın olduğunu görünce ne yapacağını şaşırmış, sağ kolu yarı kalkık öyle donakalmıştı. Ardından erkek subay olarak beni de görünce kendine gelmiş ve selam ritüelini zor bela tamamlıyabilmişti.

O dönemde kadınlara TSK’de subaylık olanağının açılması kadın-erkek eşitliğinin sağlanması sürecinde de önemli bir adımdı. 

O günlerdeki ordunun durumu da ne Tayyip’in bugünkü ordusuyla ne de 27 Mayıs Darbesi sonrasının "Atatürkçülük" etiketi altında kapitalist düzenin vurucu gücü haline getirilen orduyla kıyaslanabilir.

27 Mayıs Darbesi sabahı radyolardan Alparslan Türkeş’in sesiyle TSK adına "NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız" yemini edildikten sonra yeni anayasaya göre kurulan Milli Güvenlik Kurulu ile komuta kademesi devlet terörüne ortak, subayların tamamı da OYAK’la kapitalist sınıfa entegre edilmeye başlanacaktı.

Bu satırları yazarken arada göz attığım internetteki haberlerden 4 Ekim’in önemli bir yıldönümü olduğunu da anımsıyorum… 

Evet, 4 Ekim 1957,  Sovyetler Birliği’nin yapma uydu Sputnik’I yörüngeye sokarak ABD ile uzay yarışında öne geçtiği ve sistemler arası soğuk savaşta prestijini arttırdığı gündü.

Olay görevli olduğum karargahta da şok etkisi yapmıştı. Kars’taki bir birlikten bizim büroya yeni tayin edilmiş genç bir binbaşı vardı, rütbe farkımıza rağmen her konuda rahat tartışabilecek kadar dost olmuştuk. Sabah karargaha geldiğimde beni kapıda karşılayarak olayı adeta müjdeledi: 

- Haberin var mı, Sovyetler uzaya uydu gönderdi. Amerika hâlâ nal topluyor, bu bir dönüm noktasıdır. Uzay çağının açılışıdır...

Kurgubilim kitapları okumaya meraklı olanlar ya da özel olarak uzaybilimle ilgilenenler dışında olayın önemini farkeden pek kimse yoktu. En büyük gazeteler dahi haberi ya hiç vermemiş, ya da tek sütunluk "adi vaka" gibi geçiştirmişlerdi.

Konuyla ilgili tartışmalara daha sonra karargahtaki diğer subaylar da katıldı.

İlginçtir, bir süre Türk-Sovyet sınırında hizmet görmüş, bazı sınır ihtilaflarını görüşmek üzere zaman zaman sınırın ötesinde Sovyet subaylarıyla buluşup masaya oturmuş olan subaylar artık temkinliliği elden bırakmışlar, izlenimlerini belli bir takdir ve hayranlıkla anlatıyorlardı.

Olayın etkisi öylesine belirgindi ki, NATO’da görevli Türk subayları bile eziklikten kurtulmuş, birçok netameli konuyu Amerikalı subaylarla açık seçik tartışmaya başlamışlardı.

Şaşırtıcı değil… 1957 genel seçimlerinde CHP’nin 178 milletvekili çıkartmasına rağmen DP yine büyük çoğunlukla iktidardaydı. Ama Türkiye artık eski Türkiye değildi, muhalefet güçlenme sürecine girmiş, üniversiteler, sendikalar, demokratik kuruluşlar, basın örgütleri iktidara karşı güçlü bir demokratik direniş yürütmeye başlamıştı. 

Tüm bu gelişmeler bizim karargahtaki subaylar tarafından dikkatle izleniyor, kurmay odasında, Ordu Evi’nin lokantasında, manevralar ve resmi törenlerdeki karşılaşmalarda ülke sorunları açık seçik tartışılıyordu. 

Esasen subayların aldıkları maaş gülünç derecedeydi. Doğru dürüst bir ev tutamıyor, ailelerini sinemaya, eğlenceye götüremiyor, karınlarını dahi yeterince doyuramıyorlardı.

Durumu en dramatik olanlar ise NATO’da görevli Türk subaylarıydı. Birlikte çalıştıkları Amerikalı, İtalyan, Fransız, Yunan subayları sık sık evlerinde, subay kulüplerinde kokteyller veriyor, misafirlerini viski, votka, konyak, karides, havyarlarla ağırlıyorlardı. Türk subaylarının bu yabancı meslekdaşlarını aynı şekilde davet etmelerine maddi olanak yoktu. Bu yüzden sürekli bir eziklik duygusu içindeydiler.

Tabii dünyadaki gelişmeler de ABD’ye tam sadakat politikası izleyen DP iktidarına karşı muhalefetin güçlenmesinde rol oynuyordu. O zamana kadar Pentagon’un dayatmalarına körü körüne itaat etmek üzere eğitilmiş ve koşullandırılmış olan subaylar da bu gelişmelerden büyük ölçüde etkileniyordu. 

Türkiye’nin baş düşmanı ilan edilmiş olan Sovyetler Birliği’nin diplomatik, askeri, kültürel, bilimsel alanlardaki başarıları, sömürge ya da bağımlı halkların ulusal kurtuluş mücadeleleri ya da halk savaşlarıyla bağımsızlıklarına kavuşması, Bağlantısız ülkeler hareketinin uluslararası diplomaside ağırlık kazanması, giderek daha anti-amerikan bir çizgi izlemesi herkesi ciddi biçimde düşündürmeye başlamıştı.

Sovyet Sputnik’inin uzaydan gönderdiği sinyallerin Türkiye’nin tüm sosyal sınıf ve tabakaları gibi ordu mensuplarını da etkilememesi mümkün değildi.

60yıl sonra bugüne bakıyorum… 

Uzayın fethinde ilk büyük adımı atan Sovyetler Birliği artık tarihe karışmış.

O dönemin Türk Ordusu oligarşiye tam entegre olduktan sonra 60’lı ve 70’li yılların sosyal uyanışını, anti-emperyalist ve devrimci direnişleri ezmek için 1971 ve 1980 kanlı darbelerini gerçekleştirmiş, yıllardır haklı bir direniş sürdüren Kürt ulusal hareketini ezmek için her türlü kirli operasyonun vurucu gücü haline gelmiş, en sonunda da laikliği falan bir yana bırakıp işi islamcı faşist iktidarın cihad ordusuna sıkmabaşlı komutanlar yetiştirmeye kadar vardırmış.

Nostalji bazen acı, bazen sevindiricidir, en önemlisi yaşam direnci verir.

Sputnik anısını Nazım Hikmet’in bir öngörüsüyle tamamlıyorum.

1961 yılında Sovyetler Birliği’nde yayınlanan Znanie-Sila adlı bilim dergisinin 6. sayısında uzaya 12 Nisan 1961’de ilk kez çıkan Sovyet kozmonotu Yuri Gagarin’in hayatı kaleme alınmış… Yazıda, Nazım’ın bu tarihsel olaydan iki ay önceki şu öngörüsü de yer alıyor:

"Şubat 1961’de Venüs gezegenine uzay aracının fırlatılmasının ardından Moskova Radyosu muhabirleri Nazım’ı ziyaret ederek soruyorlar: ‘Uzaya çıkan ilk insan hangi ülkenin vatandaşı olacak?’ Nazım yanıtlıyor: ‘Bu Sovyet vatandaşı olacak. Ancak ve ancak 1917 yılında ayağında çizme ve kafasında şapkayla Kışlık Saray’a hücum eden Putilov fabrikasının bir işçisinin oğlu uzaya hücum edecek. Ama bu sefer kozmonot elbisesiyle ve tabii ki tüfeksiz şekilde.’" 

Sovyet bilim dergisi ekliyor: "Nazım haklı çıktı. Gagarin’in dedesi Putilov fabrikasında çalışmıştı."

Evet, Ekim 1917 Devrimi’nin 100. Yıldönümü yaklaşıyor. Eski Rus takvimiyle 25 Ekim, evrensel takvime göre 7 Kasım 2017.

Ve de Sputnik… Gagarin… Uzayın fethi…

Ne ki Nazım Hikmet’i insanlığa armağan etmiş ülkemizin üzerinde toplumu asırlarca geriye götürmeye çalışan islamcı faşist bulutlar… 

 

[email protected]

http://www.info-turk.be

Önceki ve Sonraki Yazılar
Doğan Özgüden Arşivi