Erol Köroğlu
Türk milliyetçiliği diye bir şey yoktur
Fakat Türk milliyetçilikleri vardır. Hem eşzamanlı hem artzamanlı olarak bu böyledir. Aynı anda, hatta aynı partide ya da parti altı oluşumda hareket eden aktörler de, bunların tarih içindeki gelişimi de bu çokluğa işaret eder.
Tek bir Türk milliyetçiliğinden bahsetmek ya bir hayaldir ya da bir kafa karışıklığına işaret eder. Bunları söylerken bir küçük görme ya da aşağılama amacı taşımıyorum. Fakat 12 Eylül 1980 faşist darbesi ardından gelişen konjonktür ve ülkedeki siyasal alanın oluşumu milliyetçiliği tercih edilir bir şey, bir artı değer haline getirdi. Dolayısıyla sadece adıyla sanıyla milliyetçi olanlar değil, solcusu, siyasal İslamcısı, ulusalcısı, aklınıza kim gelirse, kendilerini olumlamak ve hem devlet hem kamuoyundan kabul görmek için milliyetçi olduklarını vurguluyor.
Bugün kendini milliyetçi olarak lanse edenlerin yaldızını kazıdığınızda, alttan genellikle siyasal oportünizmler çıkacaktır. Matah olanın arkasında saklanmaya çalışan bilinçli, bilinçsiz ya da oldukça kalabalık bir yarı-bilinçli/yarı-bilinçsiz gruplar silsilesi…
FUTBOL TARAFTARLARI MI DAHA RASYONEL, MİLLİYETÇİLER Mİ?
Ben milliyetçi değilim. Kendimi bildim bileli, geçen haftalarda sözünü ettiğim, doktora tezimde de “ulus oluşum süreci” yaklaşımına dayandığım Miroslav Hroch’un milliyetçiliği irrasyonel bir ideoloji olarak değerlendirmesine yakın durdum. Hroch’u okumadan önce de bu görüşteydim. Okuduktan sonra bu benim için daha sarih bir hale geldi.
Tekrar ediyorum: Burada hakaret etmek gibi bir amacım yok. Bunu durup durup tekrarlamama da, bizim (her türden) milliyetçilerimizin cabbar ve cevval duruşları yol açmıyor. Tırstığımdan sözümü hafifletmeye çalışıyor değilim yani. Çünkü tırsmama yol açacak bir şey söylemiyorum. Olguya dayalı bir eleştirelliğin peşindeyim.
Milliyetçilik ya da milliyetçilikler, irrasyonel ideolojilerdir. Çünkü tüm dünyayı belirli bir millet üzerinden algılama ve bu dünyada o milletin hakimiyetini kurma sevdasındadırlar. İçindeki tüm farklı tonlar ve gerçekçilik-hayalcilik dozları bir yana, bir Türk milliyetçisi dünyanın en üstün milletinin Türk milleti olduğunu düşünür. Bütün jeopolitik ve falan fıstık durumlarına rağmen, koşullar mümkün kılsa, dünyayı Türklerin yönetmesi gerektiğine, geri kalan tüm milletlerin de Türklere boyun eğmesi gerektiğine inanır. O yüzden ilk fırsatta, başka milletler için “uşak, köle, soysuz vb.” sıfatlar kullanır. Tabii burada Türk yerine Fransız, Alman, Afgan, Çin vb. milliyetçilik adlarını da kullanabilirsiniz. Bu anlamda, bir milliyetçiye en yakın duracak kimlik futbol taraftarlığıdır.
KAPSARSA FANTEZİ, DIŞLARSA İRRASYONEL
Bir ara duvarlara yazılıyordu, eminim yine yazıldığı oluyordur: “Dünya Türk olsun!” Bir milliyetçi içten içe bunu arzuluyor olabilir, çünkü bu bir ihtiyaçsızlık hali olurdu. Bütün dünya Türk olsa, başka milletlerle çatışma zorunluluğunuz kalmaz, düşmanlık hislerinden kurtulabilirdiniz. Düşünsenize, nereye dönseniz Türk. Ne Suriyeli var, ne Kürt, ne Çerkes, ne Amerikalı… Acıktım diye düşündüğün anda pişmiş tavuğun uçarak gelip ağzına girdiği fakir cenneti gibi bir şey bu.
Fakat bu bir fantezidir ve milliyetçi ideoloji ile de çatışma halindedir. Milliyetçi ideolojiler kaçınılmaz olarak bir ötekilik anlayışına dayanır, dünyayı “biz ve onlar” ikili karşıtlığı üzerinden görürler. En geniş, en kapsayıcı milliyetçilik anlayışı bile, ortadan yok olmamak, kendini ilga etmemek için en az bir kişiyi dışlamak, milletin dışında bırakmak zorundadır. Dışlama ve çatışma olmazsa, milliyetçiliğin millet tahayyülü ayakta duramaz.
Bu yüzden “dünya Türk olsun” fantezisinin milliyetçilik açısından kabul edilebilir hali “dünya Türklerin olsun” olabilir. Elbette böyle bir şeyi hedefleyecek azimde bir milliyetçilik ya da milliyetçi kolay kolay bulunamaz ama milliyetçiliği varkılan irrasyonalizm, yani akıl dışılık bu arzuyu hep orada tutar. Tüm mesnetsiz övünmeler ve milli ve etnik olanlarından başlamak üzere tüm diğer kimliklere dönük olur olmaz öfke ve nefret ifadeleri buradan yola çıkar.
DEVRİMİN ÇOCUĞU OLARAK MİLLİYETÇİLİK
“Milletten uzaklaşmak” ana başlığı altında yazmakta olduğum bu yazılarda, baştan beri vurguluyorum. Milliyetçi ideoloji kendini milletin kurucusu, eski deyimle “banisi” olarak lanse ediyor. Fakat bu doğru değil. “Ulus-devlet” yapısının ortaya çıkışı ve toplumların kendilerini bir millet olarak görmeye başlamaları çeşitli kuramlar üzerinden açıklanmaya çalışılıyor.
Bunlardan özellikle 15. yüzyıl sonrası Batı Avrupa’da ortaya çıkıp dünyaya yayılan moderniteyi önceleyen bakış, bu modernlik süreci içerisinde millet ve “ulus-devlet” olgularına da bir tarih biçiyor: 1789 Fransız Devrimi. Bu durumda sormak gerekiyor: Acaba Fransız Devrimi’ni Fransız milliyetçileri mi yaptı ve hemen ardından Fransız ulus-devletini oluşturdu?
Tarihsel çalışmalar hiç böyle bir şey söylemiyor. Fransız ulus-devleti, Fransız Devrimi’nin karmaşık ve kanlı tarihinden doğuyor ama onu özellikle milliyetçi de olan devrimciler kuruyor değiller. Fransız milliyetçiliği, Fransız ulus-devleti oluşurken yavaş yavaş biçimleniyor ve farklı eş ve artzamanlı milliyetçi ideolojiler ortalığa dökülüyor.
MİLLETTEN SONRA MİLLİYETÇİLİK
Oradan gelen kavramları, bizde söyleniş biçimleriyle hatırlayalım: Nasyon, nasyonal ve nasyonalizm. Bizdeki karşılıkları: Millet, milli ve milliyetçilik. Sanki ikincilerden sonra bir farklılık var gibi görünüyor ama aslında pek yok. Milliyetçilik yerine millicilik denmemiş. Halbuki öz Türkçelerinde bu da var: ulusçuluk. Üçlü burada şöyle oluyor: Ulus, ulusal ve ulusçuluk.
Çok kesin konuşamam ama Osmanlıcadan kaynaklanan bir durum söz konusu olmalı. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı yayımlanan romanlarda “milli roman” türsel işareti varsa, bu romanın diyelim İstanbul’un sadece Müslümanları ya da Ermenileri arasında geçeceğini anlarız. “Mahalli” ibaresi geçiyorsa, farklı inanç gruplarını içeren bir öykü anlatılacak demektir. Yani nasyonalizmin Osmanlıcada ulusçuluktan farklı olarak milliyetçilik olarak karşılanması, modern öncesi Osmanlıcada inanç grubuna gönderme yapan “millet”ten farklılık yaratmak amacını taşımış olabilir.
Niye nasyonalizm Osmanlıcada milliyetçilik olmuş da, öz Türkçede ulusçuluk olabilmiş meselesi şu açıdan da anlamlı ve önemli: Bunlar ulus-devletleşme içerisinde, “ulus oluşumu süreci”nde, Hroch’un deyimiyle bir “milli akım” gelişmeye başlayıp belirli bir noktaya ulaştığında ortaya çıkıyorlar. Yani millet dediğimiz şeyi ve ulus-devleti milliyetçilik değil, bu tarihsel olarak modern toplumsal oluşumlar milliyetçilikleri ortaya çıkarıyorlar. Belirli aşamalarda birileri çıkıp “bu millet çok güzel millet, bütün diğer milletlerden daha güzel bir millet” diye ilan-ı aşk ediyor ve milliyetçiliği başlatıyorlar.
KİTABİ MİLLİYETÇİLİK
Aslında bu bir vecd halinden de kaynaklanmıyor. Yani Polonya’da belirli bir tarihte birine aniden ilham gelip, “Polonya milletiiiii, kalp kalp kalp!” diye ortaya fırlamıyor. Size bir örnek vereyim ki, demek istediğim daha kolay anlaşılsın: Edebi bir biçim olan roman da modern bir türdür ve 18. yüzyıl Fransa ve İngiltere’sinde ortaya çıkmıştır. Bu anlamda bu iki ülke ve kültürel alanları merkez, roman yazmaya başlayan diğer bütün dil ve kültürler çevredir. Elbette nicelik açısından merkez istisna ve çevre kuraldır ama yine de bir merkez-çevre ilişkisi olacaktır. Dostoyevski ve Tolstoy da birtakım Fransız romanlarını okuyup etkilendikten sonra romanlarını yazdılar. (Bu paragraftaki düşünce Franco Moretti kaynaklı, sahibi ben değilim.)
Aynı durum milliyetçilik alanında da geçerlidir. Milliyetçilik bir vecd ve ilham değil, bir okuma ve etkilenme olayıdır. Örneğin Türk milliyetçileri, Osmanlı-Türk modernleşmesinin Fransa merkezli olması hasebiyle, hem Fransız milliyetçilerinin yazıp çizdiklerini okumuşlardır hem de Ziya Gökalp’ı ve daha birçok Türk milliyetçiliklerini etkileyen organizmacı Alman milliyetçiliklerini Fransızcaya çevirileri ya da Fransız yazarlar tarafından ele alınışları vesilesiyle öğrenmişlerdir.
ELMAYLA ARMUDU TOPLAYAMAZSINIZ
Kısacası kitleleri etkileyen milliyetçi ideolojiler, başka milliyetçiliklerin okuma yoluyla öğrenilmesi üzerinden üretilir. Ziya Gökalp, Durkheim’cı sosyolojisiyle burada önemli bir yere sahip. Tabii Gökalp gibi milliyetçiler sadece kuramsal ya da felsefi kitaplar okuyor da değillerdi. Diğer ulus-devletlerin milliyetçi ideolojileriyle meşrulaştırdıkları emperyalist ve sömürgeci uygulamaları da dikkatle izliyorlardı. Kim kime nerede ne zaman kanlı saldırılarda bulundu konusu, dünyayı Türkün kılmak isteyen milliyetçilerin ilgiyle izledikleri konulardı. Benzer ve rakip milliyetçilikler de aynı biçimde mercek altındaydı. Bu noktada Balkan hezimeti sırasında Türkün eski köleleri olarak aşağılanmaya çalışılan, vahşilikleriyle yerin dibine geçirilen Bulgar ya da Yunan komitacıları da, Türk milliyetçilerinin sadece savaştıkları değil, aynı zamanda ilgiyle izledikleri ve dersler çıkardıkları örneklerdi.
Bu durumda artık kalıplaşmış reflekslerimizi gözden geçirsek ve cici milliyetçilikler ile kaka milliyetçilikler ayrımlarından kendimizi kurtarmaya çalışsak nasıl olur? Milliyetçiliğin kendini rasyonelleştirme gibi bir hedefi yok ki. Neden o zaman milliyetçiliği çalışanlar, siyasal çözümlemelerde bulunanlar ve hatta siyaset üretenler şu “olumlu, akıllı, uslu milliyetçilik” fantezisini bir yana koyamıyorlar?
Milleti, ulusu, ulus-devleti önemsersiniz, o başka. Fakat bunları milliyetçi ideolojilerle karıştırıp durmak artık hepimize yeterince zarar vermedi mi?
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.