Aydan Gülerce
Umutsuzca um(utlandır)mak
İnsanlar birey veya kolektif (aile, grup, sınıf, topluluk, ulus, millet, vb.) olarak “umut” olmadan yaşayamazlar. Başka bir deyişle de daha en başından, yani yaşama geldikleri veya “vücut buldukları” ilk andan itibaren en gereksinim duydukları şey de, en son kaybettikleri şey de umuttur.
Ülke, iki ay önceki büyük depremlerle muazzam sarsıntılar geçirmeden önce bile hızla yıkıma doğru sürüklenmekteydi. Bugün Türkiye’de toplum son derece ciddiye alınması gereken, fakat o oranda da inkâr edilen bir enkaz altında. Tıpkı umutsuzca kurtarılmayı bekleyip, umudunun son damlasına kadar can çekişerek ölen yurttaşları gibi yani. Seçimle gelebilecek büyük (“demokratik”) değişimi beklemekte. Eskisinden daha iyi ve güçlü bir Cumhurbaşkanı ve güçlü bir parlamenter sistemle iki veya beş vakte kadar “dirileceğine” inandırılmakta.
Açıkça yazayım; bugün Türkiye’de toplumun en gereksinim duyduğu şey umut. Fakat insanların artık ninni gibi bile “aç karnına uyutamayan” hamasi seçim vaatlerine ve kampanyalara “karnı tok.” Toplumda çaresizlik ve umutsuzluk giderek derinleşti ve büyüdü. Epeydir yakından izliyorum; çok küçük bir azınlık dışında ne halk, ne de iktidar veya muhalefet siyasetçileri bunun farkında. Çünkü çoğu “Bahar geldi, geliyor” gibi türlü parlak sloganlarla “Gülhane” veya muhtelif başka şehirlerdeki parklarda!
Bir kısım okuyucunun bunu da hemen muhalefete muhalefet, kötümserlik, karamsarlık, entelektüel siniklik, şu veya bu karanlık güç odaklarına uşaklık, maşalık, vb. şeklinde yaftalaması beklenen bir şey. O bakımdan da bu yazıda umut konusuna değinmek istedim.
Her şeyden önce ve her zamanki gibi, umut kavramını bazı yakınlarından ve çağrışımlarından ayırt ederek birlikte ele alalım. Umut nedir, ne değildir konusuna bakışımızı yeniden gözden geçirelim. Tercihan da birazcık genişletelim ve derinleştirelim. Sonra da siyasetteki güncel bir meseleye dönelim.
Çünkü bugün halkın sıklıkla ve çaresizce yaptığı, siyasetçilerden yaşamını uzatacak ve mevcut koşullarını sürdürebilecek, yani hiç değilse daha kötüyü göstermeyecek bazı vaatler duymak istemekten başka bir şey değil. Dahası bunların gerçekleşeceğine inanmak isteyenler her gün biraz daha çoğalıyor.
UMUT, İMAN VE CESARET
İnananlar yerine özellikle ve bilinçli olarak “inanmak isteyenler” diye yazdım. Bugün Türkiye’de yaşanan tablo “umutsuzca umutlandırılmaktan ve ummaktan” başka türlü okunamaz. Çünkü umutluyum diyen seçmenin de, umut vaat edip muhtelif sözler veren siyasetçilerin çoğunun da biliçdışı farklı konuşuyor: Umutsuzum. Çok çaresizim. Elim kolum bağlı, basiretim bağlı. Ah bir tutmasalar, neler yapacağım yoksa. Aylarca hazırlık yaptık, dünyada bir ilki başardık, sen içeriğini bilmezsin, anlamazsın, ama elimizdeki kitaba teslim olmak, bize güvenmek zorundasın. Doğarken ölmüşüz biz, mecburen böyle konuşuyorum. Ben siyasetçiyim, palavralarımı görmüyorsan bu senin kendi seçimin, vs vs.
Nitekim başlıkta da kullandığım gibi, “umut” son derece paradoksal bir kavramdır.
Öncelikle onu açıklayayım veya E. Fromm’u anayım. Zira yakın zamana kadar Afrika belgesellerinde filan ne zaman sabırlı kameramanların çekimlerini görsem aklıma gelirdi. Son zamanlarda ise kent sokaklarında ve deprem bölgelerinde yapılan röportajları ve siyasetçilerin seçim propagandalarını izlerken geliyor: Umut için, yıllar önce okuyup* da unutmadığım yatmakta olan kaplanın birden silkinip ayağa kalkması metaforunu kullanmıştı.
Zaten umut kavramıyla ilgili bazı kavramsal ayrıştırmaları da Marcuse’nın Freud’u doğru anlamadan indirgemeci okuduğu ve böylece de negatif olduğu için eleştirirken yapmıştı. Tevekkeli değil, bugünle gelecek arasında köprü kuracak bir eleştirel kavram yerine, kendi kişisel çaresizliğini radikal kuram diye sundu dedi. Fromm’a katıldığım gibi, umutsuz ve yaşam sevgisi (Eros) olmadan değil devrim, başta da söylediğim gibi yaşam olmaz.
Umut edilgen biçimde beklemek değildir. Yaşama başlanan ilk andaki çaresizlik gibi ilk umut da bilinçsizdir. Henüz arzu, dilek, istek, bilinç, dil, düşünce, vs. gelişmemiştir. Yenidoğan bir memeli yavrusunun donanımında emme refleksi vardır ve emzirilmeyi bilinçsizce “umar”. Fakat o durumda bile bu pasif, hiç katkıda bulunmadığı ve çabalamadığı bir bekleyiş değildir.
Öte yandan, değişimi ve gelişmeyi zamana bırakmak, geleceğe tapınırcasına ibadet etmek de umut etmek demek değildir. Çünkü irrasyonel iman da belirsiz veya bilinemez olanın “belirleyici” olduğuna ve olacağına inanmak paradoksuna yaslanır. Gerçekleştirilebilir olana kararlılıkla inanç ise umudu besler.
Fakat, yukarıda sözünü ettiğim ilk umut anlarından itibaren toplumsal kurumların yetersizliği/patolojikliği ile yaşanan travmatik düş kırıklıkları, ilgisizlik ve sevgisizlik artarsa, salt onarılamaz güvensizlik ve empati kaybı yaşanmaz. Sonrasında vicdan yerine, psikososyal duyarsızlık, ahlaksızlık ve şiddet gelişir. Kısacası sadece çaresizlik ve umutsuzluk değil, manipülatif yalancılık, kötülük ve gözü kara yıkıcılık öğrenilir.
Ancak bu noktada Spinoza’nın tanımladığı biçimde cesaret (fortitude) kavramını da devreye sokmamız gerekir. Bizde de sık kullanılan “cahil cesaretinden” veya gözüpeklikten ötürü ölümden dahi korkmamaktan, tersine heyecan/adrenalin aramaktan biraz daha farklı düşünmeli bunu. Zira yaşamaktan korkan, değer verecek hiçbir şeyi olmadığı için veya sevgisizlikten ölmeye karşı korkusuz olmak farklı bir durumdur. Veya bir kişiye, kuruma, fikre, ideoloji ile simbiyotik biat ilişkisi içinde de “intihar bombacısı” gibi filan korkusuz da olunabilir.
Ancak umut için gerekli olan cesaret bu ikisinin dışında, yaşam sevinci yüksek, gerçeklikle olgun ilişki içinde ve fakat kaybedecek daha değerli bir şeyi ve müdanası olmadığı için, statükocu veya bozuk düzenle uygucu (conformist) olmayıp ona “Hayır” diyebilmek erdemidir. İçi boş iyimserliğe teslim olmamak ve kendi gücünü inkar veya iğdiş etmemektir.
UMUTSUZLUK SİYASETİ
Kısacası ve özet olarak, halihazırda var, olağan veya gerçekleşemeyecek olanı vaat etmek umut verici değildir. Tutulamayacak sözleri vermek, hele verilen sözler tutulmamışsa umutsuzluktan öte zarar verir. Fromm’un sözleriyle, siyasette veya genel olarak hayatta “ne yorgun reformculuk ne de sözde radikal maceracılık bir umut ifadesidir.”
Bir kez daha yazayım: Bugün Türkiye’de toplumun en gereksinim duyduğu şey umut. Fakat bugün umut; şimdi-ve-burada umut! Yarın ve seçimden sonra değil. Muhalefet seçildikten ve bürokratik yetkilendirildikten sonra değil.
Toplum, farkında olsa da olmasa da, vasat siyaseti ve ortalama siyasetçiyi çoktan aştı. Dahası, demokratik gereksinim ve insanî-toplumsal hakları hayatî “kırmızı çizgiyi” çoktan geçti. Nitekim daha önceki bir tarihsel-dönüşümsel noktada da şunu sormuştum: “İktidarsız, muhalefetsiz, peki ya erotik?”
Hangi siyasetçilerin umut tacirliği yaptığına okuyucu kendisi karar verebilir. Hangilerinin ülkenin geleceğine, kendine ve kendi retoriklerine inandığına bakabilir. Elbette şunu da hatırda tutmalı ki umut, tıpkı “Hak verilmez, alınır” klişe söyleminde olduğu gibi; umut da sadece verilmez, alınır.
Kurumsal siyaset ve toplum ne yapıp edip, seçime doğru kendinin bu son derece önemli seçiminde, kendinin umudu ve umutsuzluğu ile yüzleşmeli.
Özellikle de Erdoğan’ı sözde Cumhurbaşkanı yaptırmamak üzere oluşmuş muhalefet ittifakları kendisine böyle yapıcı eleştirilerin değil, en başta kendisinin muhalefet ettiğini görmeli. Bundan da en çok edilgenleştirilmiş, uysallaştırılmış ve bebeksileştirilmiş toplumun zarar gördüğünü ve daha da göreceğini anlamalı.
Toplum başta Kılıçdaroğlu olmak üzere, Baş, Demirtaş, İmamoğlu, Yavaş ve Oğan gibi siyasi figürlerin farklı tiplerdeki liderlik ve umutvar söylemleriyle bugüne kadar geldi. CB değişimi için ittifakların gerekliliğinin bilincine vardı. TBMM çoğunluğunu garantilemek için milletvekili ortak ve ayrı listelerinin de pragmatik yararını da kabul etti. İktidar-muhalefet çekişmeli ve asimetrik rekabetinin her aşamasında muhalefetin muhtelif hatalarını hazmetti, yedi ve yuttu. Değişim için umudunu yitirmedi, fakat artık doyma noktasına da vardı.
Hal böyleyken, geçtiğimiz hafta milletvekili listeleri açıklanınca yaşanan düş kırıklığına bardağı taşıran son damla gözüyle bakamayan muhalefet gerçekten kaybeder. Türkiye kaybeder. Çünkü mesele sadece bir kaç milletvekiline, kişisel kuyruk acılarından veya ideolojik sebeplerden dolayı bir avuç sinik entelin itirazından ibaret değildir:
Halk şimdi olmasa da, sonra bilincine gelecek olan muazzam bir umutsuzlukla karşı karşıya bırakıldı. Kendi kendine itiraf edemese de, adını koyamasa da, “Bahar gelecek, “Her şey çok güzel olacak” diye ummak istiyor ama, yağmurdan kaçayım derken doluya tutulmanın büyük hüznünü yaşıyor.
Fani Erdoğan 13. Cumhurbaşkanı olamasa da, yani Türkiye Erdoğan’dan kurtulsa bile Erdoğanizm’den ve onu keşfetmiş, 20 yıldır ayakta ve dipdiri tutmuş, ülkenin iliklerine işlemiş zihniyet ve muhafazakâr sistemden kurtuluşunun kolay kolay olamayacağı umutsuzluğunu, boğucu bunaltısını ve kusturucu bulantısını yaşıyor. Benden söylemesi ve uyarması!
*Erich Fromm (1968). The Revolution of Hope: Toward a Humanized Technology. New York: Harper & Row.
Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.