Celal Başlangıç
‘Yıkıcı’ iktidarın ‘yapıcı’ muhalefeti olmaz!
Haberi görünce aklıma Kenan Evren’in faşist cuntasının 80’li, Çiller-Ağar ikilisinin kanlı 90’lı yılları geldi; bir de büyük usta Aziz Nesin’in bir sözü.
Yok, yok; aklıma gelen Nesin ustanın ünlü "Türklerin yüzde 60’ı aptaldır" sözü değil; aklıma gelen "Ben katıksız bir Türküm ama mutlu değilim. Bir Kürt nasıl mutlu olsun" sözüydü.
Saray’dan beslemeli medyanın yanı sıra milliyetçi, "ulusolcu" mecraların ağızlarını sulandırarak verdiği haberin başlığı genel olarak "Terörden temizlenen dağlara Mehmetçik’ten devasa ay yıldız" başlığını taşıyordu. Spotu da fosilleşmiş bir hamasetin ürünüydü:
"Tunceli’de güvenlik güçlerinin başarılı operasyonlarıyla terörden temizlenen dağlara devasa Türk bayrağının simgeleri ay yıldızı çizen Mehmetçik ‘Ne mutlu Türküm diyene’ yazdı. Tunceli Valisi Tuncay Sonel o görüntüyü medya hesabından ‘Tunceli-Pülümür’de kahramanlarımız gönderdi az önce. Allah kahraman güvenlik güçlerimizin ayağına taş değdirmesin’ notuyla paylaştı."
Türkiye Cumhuriyeti aynen 1980’lerden, 1990’lardan; yani geçen yüzyıldan kalan, çözüm yerine daha büyük çözümsüzlüklere yol açan yöntemlere başvuruyordu 2020’lerde.
İşte bu haberi görünce Aziz ustanın 1990’ların başında söylediği o sözü hatırladım.
1992 yılında Şırnak kent merkezi yakılıp yıkılmıştı. Resmi açıklamalara göre "PKK il merkezini basmış"tı. Ancak bölge halkı kentte tek bir PKK’linin görülmediğini, ortalığı yakıp yıkanın, kenti bombalayanların askerler olduğunu söylüyordu.
1992’nin Eylül ayında olayı yerinde incelemek üzere içinde Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı Mustafa Ekmekçi ile Aziz Nesin’in de bulunduğu bir heyet Şırnak’a gitmişti.
Olayın baş sorumlusu olduğu iddia edilen Şırnak Tugay Komutanı Tuğgeneral Mete Sayar’dan da randevu alınmıştı. General Sayar görüşme sırasında belki de "Şırnak’ı kim bastı" tartışmasını sona erdirecek bir cümle kullanmıştı:
"Ben burada güzel bir tablo yapmaya çalışıyorum. Bu tabloya küçük bir leke yapmaya kalkarlarsa o tabloyu Şırnaklıların başına geçiririm. Nitekim geçirdim de…"
Aziz Nesin de generalin bu sözünün altında kalmamıştı:
"Siz kentin girişine ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yazmışsınız. Ben katıksız bir Türküm ama mutlu değilim. Bir Kürt nasıl mutlu olsun."
Saray iktidarı Kürtlerin seçilmiş yerel yönetimlerine karşı başlattığı "kayyım harekâtı"na öyle görüntüler ekliyor ki, herkes "döndük 1980’lere, 1990’lara" demekten kendini alamıyor.
31 Mart yerel seçimlerinin üzerinden ancak bir yıl geçti, Kürtlerin kazandığı 65 yerel yönetimden 45’ine kayyım atandı.
Sadece Kürtlerin seçme ve seçilme iradesine el koymakla kalmadı Saray iktidarı. Belli ki hedeflerinden biri de Kürtlerin sinir uçlarına dokunmaktı.
Kayyım atanan vali ya da kaymakam koltuğunun altına AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın boy boy portrelerini alıp seçilmediği makamı işgale koştu.
Yerlerine kayyım atanan belediye eş başkanlarının sabaha karşı evleri basıldı, arama bahanesiyle eşyaları tarumar edildi, kapıları kırıldı, belediye binaları güvenlik güçlerinin kuşatmasına alındı, dört bir yanı arandı.
Bunlar da yetmedi, son Siirt örneğinde gördüğümüz gibi bir yandan belediye binasına dev bir Türk bayrağı asılırken diğer yandan da bangır bangır İstiklal Marşı çalındı.
Saray iktidarının yarattığı bu görüntü karşısında HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan haklı olarak soruyordu:
"Siirt belediye binasına Türk bayrağı asılmış, İstiklal Marşı okunmuştur. Siirt hangi ülkenin toprakları içerisindedir? Siirt, Türkiye topraklarının içerisinde olan bir kenttir. Orada Kürtler yaşıyor olabilir ama orası Türkiye coğrafyasıdır, Türkiye’nin içinde olan bir kenttir. Başka bir ülke toprağına gidip orayı işgal etmediniz ki Türk bayrağı asıp İstiklal Marşı okuyorsunuz. Neyin mesajını kime vermeye çalışıyorsunuz?"
Birinci el tanıklardan dinlemişimdir, 1980’lerin başındaki 12 Eylül faşist cuntasının Kürt coğrafyasında bir mezbahaya dönüştürdüğü cezaevlerinde Türk bayrağının ve İstiklal Marşı’nın nasıl bir işkence aracı olarak kullanıldığını… Anlaşılan bazıları AKP’nin 2002’ndeki fabrika ayarlarına dönmesini beklerken, öyle bir geriye sıçramışlar ki 1980’lerin, 1990’ların Türkiye’sinin fabrika ayarlarına döndüler.
Ekonomik kriz ve arkasından gelen korona virüs salgının derinleştirdiği daha da ağır bir ekonomik kriz anketlere göre Saray’a olan güveni azaltıyor.
Son çalışmalara göre artık AKP artı MHP yüzde 50’yi bulamıyor.
Altından iktidar zeminin kaydığını gören Saray iktidarı daha çatışmalı bir toplum yaratmanın, halkı atomizer parçalara ayırıp yaratılan baskı ve şiddet ortamında en büyük parçayı kendi etrafında toplamanın ve iktidarını tahkim etmenin peşinde.
Bu süreç bir yanıyla 7 Haziran 2015 seçimleriyle 1 Kasım 2015 erken genel seçimleri arasında yaşanılanları anımsatıyor. 7 Haziran’da iktidar çoğunluğunu yitiren AKP Suruç ve Ankara Gar katliamlarıyla, Kürt kentlerinde yaşanan kanlı çatışmalarla oylarını beş ay içerisinde yüzde dokuzdan fazla arttırarak 1 Kasım’da tekrar tek başına iktidar olmuştu.
Bütün yaşananlar şimdi beş yıl önce yaşanan bu karanlık ve kaotik tünele girdiğimize ilişkin güçlü sinyaller veriyor.
Artık Saray iktidarının hedefinde sadece HDP, Kürtler, sosyalist muhalifler, meslek odaları ya da bağımsız gazeteciler yok. CHP de artık boy hedefi durumuna gelmiştir.
Kayyım atamalar, CHP’lileri darbecilikle suçlamalar, İş Bankası’ndaki CHP hisselerini hazineye devretme girişimleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönlendirmesiyle CHP’nin Gençlik Kolları başkanının tutuklanması, çocuk evlilikleri dayatması, ortadan kaldırılacak AKP muhaliflerinin listeleri, zulalanmış silah tehditleri; kadın gazetecilerden, siyasetçilerden tecavüz listesi oluşturmalar, ancak iktidarın kazanabileceği bir seçim için yasa değiştirme girişimleri, baroların ve meslek odalarının zapturapt altına alınma çabası, muhaliflere açılan soruşturmalar, davalar, gözaltılar…
Saray’ın yarattığı bu tablo bağıra bağıra geliyordu. 4 Nisan 2020’de Artı Gerçek’te yayımlanan yazım "Daha da ceberut bir Saray rejimi geliyor" başlığını taşıyordu. Aradan yaklaşık bir buçuk ay geçti. Bugün yazılsa aynı yazı rahatlıkla "Daha da ceberut bir Saray rejimi geldi" başlığı atılır.
Saray kaybetme korkusunun verdiği panikle ama stratejik bir planla kendisine biat etmeyenlere ve bütün bu tabloya karşın biat etmeyecek olanlara "virüs" muamelesi yaparak bir savaşı net biçimde başlatmıştır.
Özellikle ana muhalefet partisi CHP, Saray’ın saldırılarına yanıt vermeme çabasında ama öyle bir cepheye çekiliyor ki bu süreçte ya en azından kendini koruyacak ya da teslim olacak. Ama bu kararsız dengeyi uzun süre koruması mümkün değil çünkü Saray’ın presi giderek artıyor.
CHP, "yapıcı" muhalefeti hakkını vererek yapmazsa "pasif muhalefete" dönüşecek.
Unutmamak gerekir ki "yıkıcı" iktidarın, "yapıcı" muhalefeti olmaz!