Nurcan Kaya
Yıkılan kentler ve hayatlarımız
Geçtiğimiz hafta Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Diyarbakır İl Koordinasyon Kurulu tarafından hazırlanmış olan bir rapor yayımlandı. Yıkılan Kentler Raporu isimli çalışma nice zamandır beraber yaşamaya alışmış olduğumuz bir gerçekliği üzerimize yıkıverdi. Öyle ya da böyle sürdüğümüz hayatların birer enkazdan ibaret olduğunu, ama en önemlisi yüz binlerce insanın o enkazın altında kaldığını hatırlattı. Raporda Şırnak ili ve Şırnak’ın Cizre, Silopi ve İdil ilçelerinde, Mardin’in Nusaybin, Hakkari’nin Yüksekova ile Diyarbakır’ın Sur ilçelerinde çatışmalar ve sokağa çıkma yasakları nedeniyle yaşanan yıkım detaylı olarak sayılar ve fotoğraflarla anlatılıyor.
2015 yılının yazında başlayan şehir savaşlarının yaşandığı il ve ilçelerde çatışmalar nedeniyle büyük bir yıkım yaşandı. Uluslararası Af Örgütü’nin 2016 yılında yayımladığı Yerinden Edilen ve Mülksüzleştirilenler: Sur Sakinlerinin Evlerine Geri Dönme Hakkı isimli rapora göre çatışmaların yaşandığı bölgede tahmini olarak yarım milyon insan zorla yerinden edildi. Af Örgütü yaşanan trajediyi ve devlet zulmünü şu sözlerle anlatmıştı raporda:
"UNESCO dünya mirası statüsüne sahip olan Sur'un onbinlerce sakininin de aralarında bulunduğu tahmini yarım milyon insan, son bir yılda Türkiye yetkililerinin toplu cezalandırmaya varan acımasız baskıları sonucu evlerinden çıkarıldı".
TMMOB’un raporuna göre de çatışmalar ve sokağa çıkma yasakları nedeniyle yalnızca Şırnak ili ve anılan yedi ilçede 400 bin civarında insan yerinden edildi. Uzun süre ve birçok yerde keyfi olarak sokağa çıkma yasağı uygulanan bölgede insanlar evlerini, eşyalarını, habitatlarını hatta canlarını kaybettiler. Temel hizmetlere uzun süre erişemediler. Yetişkinler işlerinden, çocuklar okullarından oldu. Bazılarının valilikten aldıkları kira yardımı yaşanan maddi ve manevi kaybı karşılamaktan, evrensel standartlardan bir hayli uzaktı. İnsanların zararlarını karşılayacak hukuki ya da idari bir mekanizma da kurulmadı. Pek çok yerde yerinden edilen insanların evlerine dönmelerine de izin verilmedi. Kulağa inanılmaz gelebilir ama Sur’un altı mahallesinde sokağa çıkma yasağı hala devam etmekte.
Çatışmalar bitmesine rağmen devlet eliyle yıkımlar devam etti. Pek çok yerde, hatta yıkım olmayan yerlerde dahi kentsel dönüşüm projeleri hayata geçirildi. Sur’da mesela, çatışmaların yaşanmadığı Lale Bey ve Ali Paşa mahalleleri de kentsel dönüşüm kapsamına alındı. İnsanların evleri gayet keyfi olarak yıkıldı, yerlerine saçma sapan, kültürel mirasla ilgisi olmayan ve Sur sakinlerinin asla sahip olamayacakları evler inşa edildi. Rantçılara koca bir kapı aralandı.
TMMOB’un raporuna göre Sur’da, Şırnak merkezde ve Nusaybin’de yerleşim yerlerinin neredeyse yarısı yerle bir edildi. Dile kolay, yarısı! Hiçbir çatışma bu kadar hasara yol açmazdı. Af Örgütü’ne göre devlet orantısız şiddet kullanmıştı. Raporları da gösteriyordu ki yaşanan yıkım ve insanların gördüğü zarar çatışmaların ‘normal şartlarda’ yol açabileceği yıkımın çok ötesindeydi. TMMOB da raporunda bu gerçeğin altını şu sözlerle çiziyor.
"Bilindiği gibi 2015 yılı sonu ve 2016’nın başlarında bölge kentlerimizde yaşanan şehir savaşları ile kentlerimizde ciddi yıkımlar gerçekleşti. Ancak yıkımın boyutu bu denli değildi, yani çatışma yaşanan çoğu kentte orantılı müdahalelerle yıkım minimize edilebilinirdi. Ancak devlet bu kentlerde toplu kırım yolunu seçti yani büyük yıkımlara imza attı."
Devlet evrensel hukukun çizdiği standartlara ve sınırlara bağlı kalarak, insanlara ve kentlere en az zararı vererek çatışmaları durdurabilirdi ancak bugün artık herkes farkında ki devlet yalnızca çatışmaları durdurmayı değil; ama aynı zamanda insanları topluca cezalandırmayı, ayrıca kentleri, kültürel mirası, insanların belleklerini, hafızalarını yok etmek ve koca bir rant alanı yaratmak istedi. Çatışmalar ve sonrasında yaşananlar bunu açıkça gösterdi.
Ülkeye kalıcı bir barışın gelmesini, çatışmaların önlenmesini ve çatışmaların yaşanması halinde de insanlara ve kentleri olabildiğince korumak, insanların yaşadıkları maddi ve manevi kayıpları evrensel hukuk çerçevesinde tazmin etmek devletin yükümlülüğüdür. Raporlarda anlatılan yıkımların ve insanların gördüğü zararın birincil sorumlusu devlettir. Bunun altını çizmek isterim.
Ancak şunları söylemeden geçmemek de boynumun borcudur: evsiz kalan yarım milyon insan da bölgede yaşayan milyonlarca insan da hala neden şehir savaşlarının yaşandığı, neden bu kadar ağır bir mağduriyet yaşamak zorunda kaldıkları, devletin pervasızca şiddet uygulamasına ‘imkân tanıyacak’ koşulların neden oluştuğu konusunda pek fikir sahibi değil. İnsanlar yüksek sesle dile getir(e)meseler de kırgınlar. Hele Sur konusunda yaranın ne denli derin olduğunu anlatmak imkânsız. Bir yandan belediyeler aracılığıyla kültürel mirasa sahip çıkılırken, kiliselerin onarılmasına katkıda bulunulurken, 1915 ile yüzleşmek konusunda nihayet adımlar atılırken, dünyanın dört bir yanına dağılmak zorunda kalmış olan Ermenilere, Süryanilere, yani Sur’un esas sakinlerine topraklarına, evlerine dönmeleri çağrısı yapılırken, şehir yangın yerine dönse bile Sur’un zarar görmemesi için etrafında etten duvar örülmesi gerekirdi. Ancak Diyarbakır’da ilk kazma Sur’a vuruldu; ilk hendek oraya kazıldı.
Ne yazık ki neredeyse bütün Diyarbakır’ın içi kan ağlarken, Sur’da çatışmaların yaşanmasına çok az sayıda insan ve kurum yüksek sesle tepki gösterdi. Tahir Elçi onlardan biriydi. Bu tepkinin, bu cesaretin bedelini de canıyla ödedi. Yaklaşık olarak dört yıl önce çatışmalar sırasında ayaklarından vurulan Dört Ayaklı Minare’nin önünde "Tarihi Dört Ayaklı Minare insanlığa sesleniyor. Beni ayağımdan vurdular. Ne savaşlar, ne felaketler gördüm ama böyle ihanet görmedim diyor bize… Biz bu tarihi bölgede, birçok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış bu kadim bölgede, insanlığın bu ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar bu alandan uzak olsun, diyoruz" dedikten hemen sonra vuruldu.
Birileri bir açıklama yapar, insanlar bütün bunların neden yaşandığını bir gün öğrenirler, belki, bilemem. Ama her şey için şimdiden çok ama çok geç …