Ali Duran Topuz
Yüzde beş intihal, yüzde yüz anti-hukuk
Geçenlerde edebiyat aleminde bir vaveyla koptu, yetişin dostlar intihal var makamında. Yaygaraya göre Elif Şafak, ‘Bit Palas’ adlı romanını Mine Kırıkkanat’ın ‘Sinek Sarayı’ adlı kitabından çalmıştı, mahkeme kararıyla kesinleşmişti durum üstelik. Olur böyle vakalar Türk yargısı yakalar, edebiyattaki intihali bile.
Mine Kırıkkanat çok mutluydu, yayıncısı daha da mutluydu, kararın kesinleşmesini bekleyecek vakarı gösterme ihtiyacı bile duymamış, “asıl ve asil” olan yazı, yazar ve roman onların yayınladığıydı, ne bekleyecekti ki? Bu asiller kervanına derhal Ümit Özdağ katıldı, hani şu karşılaştığı her Suriyeli tarafından madara edilmeye aldırmadan göçmen düşmanlığına dayalı sözüm ona muhalefeti kesintisiz sürdüren siyasal ajan. Peşinden mutad olduğu üzre pis liberal, “FETÖ’cü gazetede” (Zaman) yazmış Elif Şafak’ın zaten yeteneksiz o yüzden de hırsız olduğuna iman etmişler kümesi festival havasına girdi. “Yok intihal filan, karar facia” diyen edebiyatçılar, edebiyat severler oldu elbette ama yargı, konjonktür, devran birincilerden yanaydı.
KARAR SADECE İKİ KİŞİYİ İLGİLENDİRMİYOR
Mesele sadece iki yazarın davası olsa, kazanan kaybeden kimseyi ilgilendirmeyebilirdi, en fazla yazarları sevenler için mesele olurdu. Ne var ki bu öyle bir karar ki, kesinleşmesi halinde devletin “yargı gücü”yle edebiyat bahçesine fil misali dalması “hukuki gereklilik” haline gelecek. Tamlamada yargının çoktan öldüğü, gücün ise günden güne büyüdüğü düşünülürse pek hayırhah bir ihtimal sayılmaz.
Yani kazanan sadece Kırıkkanat değil devlet de olacak, kaybeden de sadece Şafak değil yazan, çizen ve okuyan kim varsa o olacak. Siyaseti yargısallaştırmasına ve bunun sonuçlarına yakından tanık olduğumuz iktidarın/devletin edebiyatı da yargısallaştırması, kendisi için gökte ararken yerde bulduğu bir imkân olacak. Bu nedenle söz konusu karara, ve karara dayanak olan bilirkişi raporuna yakından bakmak lazım, buyrun.
YARGILADIĞI METNİ OKUMAYAN YARGI
Gerekçeli karardan ilk anlaşılan husus şu: Yargıç kitapları okumamış. Okuması gerekli mi? Kanunları bile okumayan yargı mensuplarından roman filan okumasını beklemek zaten saçma değil mi? Hal böyle olunca da kararı bilirkişi raporuna dayandırmış mahkeme. Ne yazık ki karar, ciddi imla sorunlarıyla, tapaj hatalarıyla, ifade arızalarıyla o derece malul ki bir mahkeme hükmü mü okuyoruz yoksa yargıç parodisi yapan bir komedyenin kasti bozukluklarıyla mı karşı karşıyayız anlamak zor.
Kararda, intihal “oran”lanmış, ifade şöyle: “Heyetimiz sektör bilirkişisi tarafından yapılan değerlendirmede BİT PALAS isimli kitapta SİNEK SARAYI isimli eserden yüzde 5 oranında intihal bulunduğu…” Cümlenin her şeyinde tuhaflık diz boyu ama özü şu: Bilirkişi yüzde beş intihal var demiş, mahkeme de hiç tartışmadan bunu alıp hükme yazmış, tabiatıyla tazminatı da (Bit Palas yazarının elde ettiği gelirden) yüzde beş oranında belirlemiş. Bilirkişi ya, bilgiyle iş yapıyor ya, nicelleştirme bilirkişilerin, bilim kişilerinin işi ya elbette nicelleştirmişler durumu; ne var ki bu yapılırken “edebiyat”a ilişkin hiçbir ifade, özellik, yöntem, usul, kıstas tartışılmış değil. Denilecek ki yargıç edebiyattan anlamayabilir, bilirkişi var ya! Bilirkişi anlıyor mu?
BİLİRKİŞİ BİLMEZ OLUR
Madde madde yürümüş bilirkişi, hırsla yürümüş ama daha ilk maddesinde, kitapların isimlerini ele alırken meselesinin hiç mi hiç edebiyat olmadığını da ortaya koymuş:
Biri saray iken öteki palas! Sözlüğe göre, “Palas: Lüks otel ve gösterişli yapı.” “Saray: Görkemli ve gösterişli yapı.” Tamlayan ve tamlanan örtüşüyormuş, biri bit derken öbürü sinek demiş, biri saray derken öbürü palas demiş. Yani? Elif Şafak daha romanının adından başlayarak intihal niyetini göstermiş! Edebiyatseverler, geçmiş olsun: Kiralık Konak var, Yakup Kadri’nin. İbrahim Efendi Konağı, Samiha Ayverdi yazmış. Nazlı Eray’ın “Sihirli Saray”ı da unutulmasın, dahası Eray’ın “Frej Apartmanı’nın Esrarı” eseri de Beyoğlu’nda geçer. Sevim Burak hiç unutulmaz, “Yanık Saraylar”, tabii Sevim Burak’ın dili, üslubu, meseleleri, edebiyat anlayışı bu yazıya konu herkesi (yazar dahil) aşar ya, neyse.
İkinci maddede, “kitaba giriş”teki “benzerlik”ler bilirkişinin bilgiç gözlerinden kaçmamış: Birinin kahramanı (Sinek Sarayı) Fransa’dan uçakla dönüyor, “İstanbul’un kükürt kokulu sisine daldık” diyor. Ötekininki (Bit Palas) deniz yoluyla İstanbul’a giriyor, “ …dakikalar boyunca baktı karşısındaki şehrin siluetine. Ve tüm İstanbulluların gayet iyi bildiği üzere, şehrin renginin ne olduğunu kendisi bile unuturdu sisli günlerde” diye tasvir ediliyor.
Bilirkişi “benzetme” yeteneğini hemen göstermiş: İkisi de yurt dışında geliyor, ikisi de sis diyor. Güzel, güzel de biri tek kişi ve adı Sinan, diğeri iki kişi ve adları General Pavel Pavloviç Antipov ve eşi Agripina Fyodorovna Antipova! Benzerliği gördün sayın bilirkişi peki benzemezliği niye görmedin?
Böyle böyle yürüyor rapor, uzun ve ayrıntılı örneklerle, örneklerin kullanımı ve çıkarımlar birer “mizoloji” (muhakeme düşmanlığı, nefreti) abidesi niteliğinde. (Merak eden okurlar için başka bazı örnekleri yazının dipnotlarına koydum.)
EDEBİYATI NİCELLEŞTİRMEK!
Bilirkişi mizolojik şehvetini tatmin ettikten sonra, “oran”a geliyor, oran yani nicelleştirme önemli ama önce ne dediğine bir bakalım:
“İntihal oranına gelince; yukarıda da arz ettiğimiz üzere yapılan intihalin satırlar veya cümlelerin aynen iktibas edilmesi şeklinde olmaması sebebiyle klasik anlamda intihal yüzdesinin belirlenmesi zordur. Bununla birlikte varsayımsal bir intihal oranı yapılacak olursa davalı eserinin davacı eserinden intihal oranının yüzde 5 düzeyinde olduğu değerlendirilmiştir.”
Yüzde beş? Karakter intihali yok, anlatım intihali yok, üslup intihali yok, kurgu intihali yok, cümle, bölüm… intihali yok, ama bir “yüzde” var. Zaten “belirlemek zordur” demiş, demiş ama “varsayımsal bir intihal oranı yapılacak olursa (oran yapmak?) demiş ve eklemiş: Yüzde beş! Bu nicelleştirme atağı nereden geliyor? Bilirkişi ya adı, bilirkişilik, bilimle ilgili kişilik, bilmekle ilgili kişilik, daima nicelleştirir; mesela fizikte karşılaştığımız karmaşık, şık ve uzman olmayanlar için anlaşılması imkânsız olmasa da çok zor olan formüller bu nicelleştirme gereğinin en somut örnekleridir. Fakat fizikte formülleri konuşamayanlar fizikçi olmayan faniler iken burada bizzat bilirkişi formülünü söylemiyor. Bilirkişi raporunda edebiyatla ilgili hiçbir tartışma olmadığı gibi bu yüzde beşin nereden çıktığını anlamak da imkânsız. Nereden çıkıyor sahi? Doğrudan edebi bir metin hakkında hüküm verme iktidarını ele geçirmiş olmaktan çıkıyor. Yüzde beşlik bir “intihal”in intihal olup olmadığını tartışmaya bile gerek görmemiş bilirkişi, mahkeme de aynı gereksizliğe yaslanarak hükmü yapıştırıvermiş.
Nicelleştirme elbette bilimsel bir yöntem aynı zamanda bir iktidar yöntemi de: Tek tek insanlardan başlayarak her şeyi, herkesi nicelleştirmek kolayca yönetmeye yarayan bir yöntem. Dahası, kapitalizm de nicelleştirme yoluyla her şeyi alınır ve satılır hale getirmenin ekonomi politiği zaten. Peki, bu laflardan azade konuşacak olursak, yüzde 5 intihal intihal olabilir mi? Dünya edebiyatının iki kök metni, Gılgamış ile Odysseia arasındaki “benzerlik” yüzde 5’ten fazladır mesela! İkisinde de şehir vardır, ikisinde de “açıkhava” vardır, ikisinde de memleketten ayrılma, sonra dönme vardır, ikisin de savaşlar, hastalıklar vardır, ikisinde de canavarlarla savaşma, onları öldürme vardır filan. Bilirkişinin uyguladığı yöntemle, Ahmet Mithat Efendi’den başlayarak bugüne kadar Türk edebiyatında birbirinden intihal yapmamış iki yazar bulmak neredeyse imkansız hale gelir. Ne gam, apartman, kuş, küfür, çöplük, sis filan dedik ve hükmü kestik: Elif Şafak hırsız!
ANTİ-HUKUK YAYILIYOR
Ceza yargılamalarında hukuki kural ve kaidelere tamamen aykırı kararlar görmeye fazlasıyla alıştık, bugünden geriye doğru herkesin bildiği örnekler: Kobani davası yani Gültan Kışanak, Selahattin Demirtaş ve arkadaşları, Gezi davası yani Osman Kavala, Can Atalay ve arkadaşları, HDP’lilere yönelik pek çok dava, KCK davaları, Balyoz-Ergenekon dosyaları filan.
Sadece yakın dönem işi de değil, cumhuriyet tarihi böyle davalarla dolu. Bunlar siyaseten gücü elde tutanların, siyasal hedeflerini yargı eliyle temin etmeye dönük bildik teknikler, adı da var: Siyasetin yargısallaştırılması.
Bunun sonucunda ortaya çıkan şeye “anti-hukuk” derken kastettiğim şey de şuydu: Hukuk normlarını, ilkelerini ve yöntemlerini korudukları hukuki yararın tam tersini elde etmek için kullanmak. Bu bir muhakeme hatası (aslında düşmanlığı, yani mizoloji) gibi görünür göze, mantıkçıların safsata dediği şeydir olan biten sanki. İşte bir örnek: “Örgüt üyeliğinden şüphelenilen” iki kişiye iki yıl telefon dinleme ve teknik takip yapılır, hiçbir delil bulunamaz. Delil yokluğundan, şüpheden sanık yararlanır kuralı gereği savcının takipsizlik vermesi ya da dava açılmışsa beraat istemesi gerekir. Fakat örnekte şu olur: Savcı davayı açar ve ceza ister. Gerekçesi: Hiçbir delil bulunmaması gizli örgütün ne kadar gizli olduğunun delilidir.
Özel hukuk yargılamalarında durum “nispeten” daha iyi gibiydi yakın zamana kadar, sanki oralarda hukuka benzeyen bir şeyle oluyor gibi görünüyordu. Fakat son dönemlerde durumun pek de öyle olmadığı sayısız kararla kendisini göstermeye başladı. İşbu yazıya konu olan intihal davası da bu çerçevedeki işlerden. Bu dava anti-hukukun sadece mevcut iktidarın siyasal saiklerle geliştirdiği bir enstrümandan ibaret olmadığını, yargının tamamını saran bir muhakeme arızasına dönüştüğünün ürkütücü bir alameti.
Mahkemenin verdiği karar, kararın gerekçesi, gerekçeye zemin oluşturan bilirkişi raporu birer “anti-hukuk” abidesi niteliğinde. Kararın dili, üslubu, imla ve ifade arızaları, raporun dili, üslubu ve ifade facialarıyla mutlak bir uyum içinde. Yakından bakınca karar sanki karar parodisi yapan edebiyatçılar tarafından, rapor da rapor parodisi yapan edebiyatçılar tarafından kaleme alınmış gibi. Öyle ama gerçek rapor ve gerçek karar ile karşı karşıyayız. Bu karar kesinleşirse “edebiyat” artık yazarlar arasında bir mesele değil, bilirkişilerin işkembeyi kübralarından uydurdukları laflara ve mahkemelerin bu laflara verdiği hüküm formlarına tabi bir mesele halini alır.
NOTLAR
1-ALINTI YOK AMA ÇALINTI VAR-
Bilirkişi, saçma, tutarsız, yersiz ve mantıksız benzetme saplantılarıyla uzun uzadıya örnekler verdikten sonra bilgiç bilgiç şunları söylüyor:
“Her iki roman da kurgu, karakter, mekân, tema yönünden benzer olduğu ve ustaca Davacı kitabının kurgusu, karakterleri, seçtiği mekân, içerik yönden örtüştüğü, her iki romanın da içerik olarak çoğunlukla 1980’li -1990’lı yılları işlediği ve mekân birliği olduğu gibi zaman birliği ile de örtüştüğü, davalı eserinin her bölümünde ( Öncesi-Daha Öncesi, Şimdi, Ya Sonra) davacının eserinden yararlandığı, kurgulamada, mekânda ve karakterlerde zaman zaman davacı eserindekilere çok yaklaştığı gibi zaman zaman da çok uzaklaştığı, davalının eserinde davacı kitabından bire bir iktibas olmasa da romanın kurgusu yönünden esinlenme düzeyini aşacak derecede intihal olduğu, davalının davacı eserindeki bir kısım anahtar kelimeleri kullanarak romanının hacmini genişleterek davacının romanın örgüsünden zaman zaman uzaklaşmaya çalıştığı anlaşılmıştır.
Davalı tarafından davacı kitabının her hangi bir bölümü ve ya da sayfa ve paragrafı davalı tarafından iktibas edilmediği, diğer bir deyimle cümle cümle sayfa sayfa alıntılama yapılmadığı açıktır, Ancak, davalı yazar yukarıda açıkladığımız üzere, davacının kitabının kurgusundan belirli bölümlerde istifade ettiği gibi, anahtar sözcükleri (sinek, semt, sokak, kent, İstanbul, Fransa, ünlü kişiler, azınlıklar, kapıcı, travesti, çevre, miras… vd.) alıntılayarak kendisinde ziyadesi ile var olan kelime hazinesini ve hayal gücünü kullanmak suretiyle, karakterlerde ve mekânlarda, aktüel olaylarda, zaman diliminde ustalıkla davacının yaratıcı düşüncesini çeşitlendirerek kitabında işlediği açıktır.
Davalı eseri iki bir bütün olarak ele alındığında, isim benzerliği, kurgulama, karakterler, mekân ve zaman birliği, olay örgüsüne ve soncu bakıldığında esinlemenin çok ötesinde, davacının romanının adından ve içeriğinden yararlanıldığı ve bu yararlanmanın intihal düzeyinde olduğu değerlendirilmiştir.”
Bir bölüm alınmamış, paragraf alınmamış, sayfa alınmamış ama intihal varmış. Alıntı bile olmadan çalıntı nasıl olur? Yersen.
2- CERVANTES DE YAPMIŞTI AYNISINI
Rapor, bir bilirkişi raporu parodisi gibi dedik, bir örnek daha:
Her iki romanın bitişinde bir kendisinin yazmadığını söylerken, davalı yazar da romanını “7 Numara: Ben” uydurduğunu, kendisinin yazmadığını ifade ettiği hususları birlikte değerlendirildiğinde… (Valla Cervantes’e kadar gider bu iş, o da Don Kişot’u tomar halinde bulmuştu ya… adt)
Bir edebiyat metninin bir diğer edebiyat metninden intihal olduğuna hükmedilen bir kararda insan edebiyatta geleneklerin, yöntemlerin, tekniklerin, usullerin tartışılmasını bekler; tema, alıntı, gönderme, öykünme, gülünçleştirme, etkilenme, kolaj, palimpsest nedir ne değildir az da olsa yer almasını umar. Bunların hiçbiri yokken zaten üslup meselesine hiç girmeyelim!
Acaba karar, yargıçların edebiyat ilgisizliği ve bilgisizliği nedeniyle mi böyle tuhaf yazıldı?
3-MADEM TOPLANTI VAR, GERİSİ TEFERRUAT
Bir tuhaf mı tuhaf örnek daha:
“Her iki apartmanda, davacı eserinde eğlence düzenlenmesi amaçlı toplantı, davalının kitabında yöneticinin apartman sorunlarını görüşmek üzere toplantı yapmaları farklı amaç olsa da, karakterlerin aynı apartman, aynı mekânda toplantı yapmış olmaları.”
Madem ki sonunda toplanmışlar, biri eğlenceymiş biri sorunların konuşulmasıymış ne fark eder değil mi?
4- İNTİHAL OLMASA “KALTAK” DEMEZDİ!
Bu “benzetme”yle iş görme şöyle tuhaf yerlere varıyor, argo kelimeler benzetiliyor, “kıç” dedi diye benzetiliyor. Şaka yapmıyorum, buyrun bir “kaltak” örneği var ki, sadece bilirkişinin edebiyattan değil hayattan da bir şey anlamadığını gösteriyor aslen:
“Davacının kitabında, s.56. “Kim nasıl sürtündüyse kaltak, gözleri ışıl ışıldı” cümlesindeki “kaltak” sözcüğü öyle her yerde sıradan kullanılan bir sözcük olmadığı, davalının kitabında da s. 133’te “Ama Ethel kaltağının bir vecizesinde de ifade ettiği gibi, çorapları, ayakkabıları ve gömleği üzerindeyken pantolonsuz olmak,…” birkaç yerde kullandığı, iffetsiz, namussuz kadın anlamına geldiği ve davacı romanından esinlendiği anlaşılıyor.” “Esinlenme” diyor bilirkişi, edebi bir terim kullanıyor yani ama sonucu “yüzde 5 intihal”e bağlayarak çıkıyor işin içinden.
5+ BENZETME KARARI
Bilirkişi raporundan karara gerekçe olarak özetlenip alınan ifadelerden çıkan sonuç şu, parantez içindekiler benim:
İki eserde de “mimar” var (Ee? Biri mimar anlattı mı başkası anlatamaz mı?) Azınlıkları koruma içgüdüsü var (Eserde içgüdü? Peki iki yazar aynı içgüdüye sahip olamaz mı?) Dinler ve inançlar, mistik hareketler işlenmiş (Valla yazarlar ne işleyeceklerine iyi karar versinler.) İkisinde de Kürtler işlenmiş, Kürtler ve Türkler aşağılanırken azınlıklar yüceltilmiş (Memlekette hem Kürt hem Türk olduğu için olmasın bu? Yok ettikten sonra yüceltme meselesine de aşağılama işine de hiç girmeyelim.)
“Apartmanlar” benzerlik taşıyor (Oysa apartmanlarda kural benzememektir değil mi, “iki eserde de yer alan mimar”ın işi olmasın bu?) Apartmanın mimari tarzı da benziyor, kuş motifleri işlenmiş (Allah Allah, kuş motiflerinin patenti mi var?) Çevre düzenlemeleri ve yapılaşmalarda geçmişe saygısızlık, özlem ve çirkin görüntüler anlatılmış. Kapıcı dairesinde karakter sayısı benzer, anne-baba ve oğul var (Her yazar “çekirdek aile”ye ek yapmaya kalksa kırkıncı yazar kırk iki kişilik aile mi anlatacak?) İkisinde de özürlü çocuk var. Travestiler ve eş cinsel karakterler işlenmiş. Beyoğlu’nun ünlü caddeleri ve sokak adları kullanılmış. Etraf betimlemesinde çöp, pis konu, zararlı alışkanlık olarak puro kullanımı… (Beyoğlu’nda bunların anlatımı modern Türk edebiyatının hangi döneminde yok?) Terör olaylarının işlendiği (Memlekette bolca bulunduğundan olmasın?)
6- İKİ SOKAKTA DA “L” VAR
Tek tek bütün maddeleri elden geçirmek gereksiz, bu örneklerdeki tutum her maddede görünüyor: Mimar diyorlar, sis diyorlar, çöp var, azınlıklara yapılan zulümlerden bahsetmişler, Türk var, Kürt var, apartmanlar benziyor filan diye gidiyor. Bilirkişi hiçbir yerde, hiçbir maddede “benziyor” dediği şeylerin intihal olduğunu söylemiyor, edebi açıdan ne anlama geldiklerini de hiç tartışmıyor, üstelik zaten “benziyor” dediği şeyler de hiç mi hiç benzemiyor. “Benziyor” dediği bir şey mesela, apartmanların beş kat olması! Şöyle bir cümle bile var benzerlikleri sıralarken: “Davalının mekân olarak seçtiği apartmanın Bülbül Sokakta, davalının romanında geçen sokağın Jurnal Sokak olması…” Bülbül İle Jurnal’in l’leri benziyor diyecek sandım bir an, demiyor ama “benzerlik” başlığı altında kuruyor bu cümleyi, numaralayarak.
Oysa bir apartmanda toplanmış insanları anlatmak hiç yeni fikir değil, George Perec’in “Yaşam Kullanma Kılavuzu”, Sabahattin Ali’nin “Apartman”ı, Ayfer Tunç’un “Yeşil Peri Gecesi” ne olacak?
7-KUŞ KONDURAN BİLİRKİŞİ ve ART NOUVEAU
Kararda güvenle atıf yapılan “kuş motifi”nin bilirkişi raporundaki hali:
“Davacı kitabında apartmanın “Art Nouveau “ tarzında yapılmış olması ve kuğu motifli girişi olması (s.12) nı ifade etmeleri,”
Davalı kitabında apartmanın “Art Nouveau “ tarzında yapılmış olması ve ön cephesinde tavus kuşu kabartması olması,( s.15)”
Tamam, vallahi benziyor! Benziyor da “art nouveau” tarzında Beyoğlu’nda çok bina olduğu için benziyor olmasın sakın? Kuş motifleri, çiçek motifleri filan bu akımın sevdiği işlerden, Paris’te bile var!
İşte bir de alıntı:
“Art Nouveau akımında görülen hayvan figürleri arasında, keskin kıvrımlara sahip vücut yapılarından dolayı tercih edilen kuğu ve tavus kuşu formları önemli bir yere sahiptir. Bunların dışında, kurbağa, kertenkele, timsah, su sineği, yılan, panter ve salyangoz en sık kullanılan hayvan figürleridir. Ayrıca düşsel hayvan figürleri de
betimlenmiştir. Figürler natüralistik bir anlayışla yansıtıldığı gibi, stilize edilerek de kullanılmıştır.”
(Berrin Çakin Güç, yüksek lisans tezi. Ama anlaşılan bilirkişi, bu mimari bilgiden bihaber, “ikisi de kuş koymuş” diyerek intihali saptamış, mahkeme de bilirkişinin kondurduğu kuşu alıp kararına raptetmiş.
8- Türk edebiyatında bir “Beyoğlu” fenomeni vardır, daha “ilk roman”dan (Resmi anlatıya göre Felatun Bey ve Rakım Efendi’den, bilginlerin ifadesine göre Evangelinos Misailidis’in Temaşa-i Dünya ve Cefakâr u Cefakeş’inden) başlayarak. Beyoğlu Edebiyatı ya da Edebiyatın Beyoğlusu. Hepsinde apartman, mimari meseleler, sokaklar, çöpler yer alır. Bilirkişi, kendi seçtiği “öğeler”e bakarken, biçim, içerik, biçem filan gibi meseleleri tamamen es geçiyor, tarihsellik ise zaten hak getire.
9- “Benziyor” ifadesine yaslanan rapor ve rapora yaslanan karar kesinleşirse, edebiyat tarihi bir intihaller tarihine dönüşür: Nuh Tufanı’nın benzerini Hindu anlatılarında veya Gılgamış’ta buluruz.
10 -Bu oran ve nicelleştirme meselesi tuhaf meseledir: İnsan ile şempanze arasındaki “fark” yüzde 2 civarındadır, benzerlik ise yüzde 97-98 filan civarında. Benziyorlar mı? E işte bu oranda. Farklılar mı? E işte mesela konuşma gibi büyük bir farkla. O halde yüzde 5 benzeyen iki kitap ne kadar benzer?
Bu bilirkişinin ve mahkeme karanının edebiyat alanında ciddiye alınması halinde, Türk edebiyatında iki çok çok önemli isimden birini “inhital” ile yaftamalak mümkün olur. Attila İlhan’ın “Sokaktaki Adam” ve Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı daha isimlerindeki “adam”la idam sehpasına gider. Dahası, Sokaktaki Adam’da, Beyoğlu’ndaki sinemanın locasında “iş tutan şaşı oropsu” olarak görünen figür, Aylak Adam’da da aynı göz arazı, aynı mekan ve aynı meslekle zuhur eder. Yusuf Atılgan’ı intihalle suçlamak Attila İlhan’ın hiç aklının ucundan geçmemiştir, belki de hoşlanmıştır bu benzerlik-alıntı-esinlenme ya da atıftan!
11- Goethe, Faust’u yazdığında, kendisinde önce onlarca Faust yazılmıştı. Türkiyeli bilirkişilere düşme ihtimali olmadığına seviniyordur herhalde.
12- Misoloji, antik Yunan’dan beri önemli bir meseledir. “Phaidon” diyalogunda Platon, Sokrates’i şöyle konuşturur:
“-Öncelikle bir tehlikeye karşı dikkatli olalım.
-“Hangi tehlike” diye sordum.
- Logos’tan nefret edenler (misologoi) insandan nefret edenlere (misanthropoi) benzer. İnsan bu logos nefretinden çektiği kadar başka hiçbir kötülükten çekmez. Logos nefreti (misologia) ile insan nefretinin (misanthropia) nedenleri aynıdır.”