Barış demekle barış olmuyor!

Sadece ocak ayı içindeki hukuksuzlukların dökümü bile insanın yakın gelecekte bir barış olacağı umudunu yerle bir ediyor. “Hukuk ve siyaset zemini” denilen yerin kendisi şimdiden bir ”çatışma ve şiddet” zeminine dönüştürülmüş durumda.

Bir Koçgiri öyküsü vardır, aç bir çocuk ile annesinin konuşmasına dayanır:

“-Dayê birçî me!

-Biko memir! Bavê te çûye zeviyê toxim daviye.”

“-Anne, açım!

-Oğul ölme! Baban gitti tarlaya tohum atıyor.”

Açız. Doğrudan doğruya biyolojik anlamda açlık büyük nüfusları pençesine alıyor. Ama sadece bu değil mesele, özgürlüğe, hukuka, adalete de açız. Zaten özgürlük, hukuk, adalet olsa insanları böyle açlığa mahkûm etmek o kadar kolay olmaz, birkaç kişinin zenginliği artacak diye milyonlar açlığa kolayından mahkûm edilemez. Açız ama “Sabredin” deniliyor, “Barış gelecek. Devlet babanız paradigmayı değiştirdi, barışın temelleri atılıyor”.

Barış elbette gelsin lakin bu gidişle bu barış gelse bile gelince bırakın oturacağı, yerleşeceği yeri ayakta duracağı yeri bulamayacak. Adı barış olacak belki ama uygulaması herkesin esir alınıp epsem kılındığı bir toplama kampı olacak.

MEMLEKET YANGIN YERİ

Sonu gelen ayın özeti, devlet babanın temellerini attığı söylenen şeyin barıştan başka her şeye benzediğini söylüyor bize:

DEM Parti’ye yönelik adli-polisiye-idari saldırılar berdevam, kayyım kayyım üstüne seçmen iradesi çalınıyor.

- Altı Kürt gazeteci daha “terör” denilerek hapse atıldı.

- İstanbul Barosu yönetim kurulu üyesi Av. Fırat Epözdemir daha önce takipsizlik verilmiş bir dosya bahane edilerek, delil filan gösterilmeden tutuklandı. Zaten Baro’nun kendisi de yeni bir serbest atış hedefi çünkü başkan İbrahim Kaboğlu, Kürt avukatlarla kurulan bir ittifak neticesinde seçildi.

- Ana muhalefet partisinin belediye başkanları, İBB Başkanı İmamoğlu dahil poligondaki hedef kartonları gibi hukuk görünümlü siyasi ateş altında. İmamoğlu’na peş peşe soruşturma açılıyor, “Bilirkişi tarafsız” dediği için bile soruşturuluyor.

- Aynı çatışma sahasında ülkenin en büyük televizyon kanallarından birinin yayın yönetmeni tutuklandı, suç olmayan bir fiil nedeniyle.

- Dizi-sinema sektöründe “tekelleşme” martavalıyla koparılan gürültü “hükümeti ortadan kaldırma” sinsiliğiyle siyasi davaya dönüştürüldü, Ayşe Barım tutuklandı. “Gezi eylemlerine biz kendimiz gittik, Ayşe Barım yönlendirmedi” diye ifade veren iki oyunca (Halit Ergenç ve Rıza ) “yalan şahitlik”ten soruşturuluyor.

Bütün bunlar olurken rejimin ve onun mecbur bıraktığı toplumsal koşulların karakterini en iyi sergileyen bir facia meydana geldi: Tek gayesi parası olanlara daha çok para kazandırmak olan rejimin denetimsizliğe ve vurdumduymazlığa dayalı idare biçimi nedeniyle bir otelde çıkan yangıdan 79 kişi can verdi. En son “bilirkişi” meselesi bir başka hukuk (ve gazetecilik) faciasına dönüştü.

BETERİN BETERİ İCAT EDİLİYOR

Alıştığımız, bildiğimiz durumlar devam ediyor denilebilir ama bu “devam” rutin devam değil, nitelik değişiklikleriyle sürüyor: Bilirkişi meselesinde hem gazetecilik anlayışı hem de hukuk açısından, Ayşe Barım ve Fırat Epözdemir meselesinde hukuk açısından “şimdiye kadar görülmemiş” şeyler oldu. Daha beteri yok diyecekken, “Beterin beteri var” lafı bir daha doğrulanıyor. Bu iki meseleyi ele aldıktan sonra “barış” meselesine döneceğim. En sondan başlayacağım, “Yaptıkları gazetecilik değil, izinsiz kayıt suçtur” teranesinden.

BİLİRKİŞİLER GİZLİ MİDİR?

Bilirkişi meselesini ilk olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu bir basın toplantısıyla gündeme getirdi: Satılmış Büyükcanayakın isimli bilirkişinin daha önce sahte rapor vermekten (ağır cezada) yargılanıp yargılanmadığını soruyor ve ekliyordu: “Eğer bir konu İBB’yi ve Ekrem İmamoğlu’nu ilgilendiriyorsa, savcıların konuyu bize bağlama arzusu varsa, bilin ki maharetli bilirkişi Satılmış Bey de o dosyaya eklemleniyor".

Büyükcanayakın ertesi gün (iktidarın yayın organlarından Yeni Şafak’tan) cevap verdi, o sadece belgelere bakarak rapor yazardı, hukukun gereği neyse onu yapardı. Bu cevaplar anlaşılırdı elbette ama bunlarla yetinmeyip şunları da söyleyiverdi: “Yarası olan gocunuyor. 2010’da AK Parti ve MHP belediyeleri hakkında da olumsuz raporlarım oldu. Ancak kimse ses çıkarmadı. Bunların yarası büyük. Aba altından sopa gösteriyorlar”.

Cevap, sıradan bir bilirkişiyle karşı karşıya olmadığımızı gösteriyordu açık biçimde, bir “tarafsız bilim insanı” ve “tarafsız bilirkişi” gibi değil, önyargısını gizlemeyen bir taraf gibi, bir politikacı gibi konuşuyordu.

İstanbul başsavcılığı derhal açıklama yaptı: "Cumhuriyet Başsavcılığımızca yürütülen bir kısım soruşturmalar ile kamu davalarında görevli bilirkişilerden biri olan şahsı, soruşturma şüphelileri lehine sonuç doğuracak karar verilmesi amacıyla alenen hedef göstermek suretiyle, ayrıca bu amaçla ismini de açıklayarak yargı görevi yapanı etkilemeye teşebbüs ettiği tespit edildiğinden Türk Ceza Kanunu’nun 277 ve 288’nci maddeleri uyarınca resen soruşturma başlatılmıştır.”

Burada biraz soluklanalım: Bilirkişiler, hukuk ve ceza dosyalarında, bilimsel donanımlarını konuşturarak yargıya yardımcı olan kişilerdir. Tarafsız oldukları var sayılır. Biri çıkıp onların tarafsız olmadıklarını söyler ve bazı deliller de ortaya koyarsa yapılacak şey bu iddianın doğru olup olmadığını araştırmaktır. İddialar doğru ise zaten el çektirilmesi gerekir ama yok doğru değilse bile iddia sahipleri, “bilirkişileri hedef gösterme” ya da “bilirkişileri etkileme” türü suçlamalarla karşı karşıya kalamaz. Tıpkı yargıçların tarafsız olmadığı iddiasında bulunarak dosyadan çekilmesi istendiğinde olduğu gibi. Bilirkişiler “gizli” olamazlar ki isimleri “ifşa edilmiş” olsun ve bu bir suç olabilsin.

“Etkileme” iddiası, tehdit, rüşvet veya şantaj gibi girişimler söz konusu değilse, sadece isminin zikredilmesiyle kanıt bulunacak bir iddia değildir; Ekrem İmamoğlu’nun söylediği şey bilirkişinin tarafsız olmadığıdır ve bunu ileri sürmek için haklı nedenleri vardır. Kanundaki düzenleme başka bir şey, savcılığın girişimi bambaşka bir şeydir; savcının girişimi bilirkişi dahil yargıda yer alan failler hakkında mutlak konuşmama emridir.

Hasılı kelam yargılama aleni yapılır. Soruşturmanın gizliliği varsa da kovuşturmaya geçildiğinde aleniyet esastır. Bu “esas” da artık esas değil. Yavaş yavaş “gizli”yargılamaya doğru gidiyoruz. Son yıllara damgasını vuran “gizli tanık” uygulamasının hukuken anlaşılabilir bir gerekçesi var gibiydi, şimdi ise bunun da ötesine geçiliyor ve “gizli bilirkişi” kurumu ihdas edilmiş oluyor. Gizli ve taraflı bilirkişinin sağladığı imkanlar zarar görmesin diye koparılıyor bu gürültü.

SUAT TOKTAŞ BOŞ YERE TUTUKLU

Meselenin ikinci ayağı Halk TV meselesi. Barış Pehlivan bilirkişi ile konuşuyor, bilirkişi konuşmayı reddetmiyor, iddialara cevap veriyor. Bilirkişi, bütün kamuyu ilgilendiren bir davanın bilirkişisi olduğu ve açık biçimde suçlandığına göre kendisine soru sorulması, görüşlerinin alınarak kamuoyuna aktarılmasında kamu yararı vardır. Keza bilirkişi söylediklerinin yayınlanmasına karşı olduğunu da söylemiyor.

Şimdi burada deniliyor ki, efendim konuşmaların kaydedilmesi için izninin alınması gereklidir ve ayrıca yayınlanması için de izninin alınması gereklidir. Aksi suçtur. Evet, herhangi birinin konuşmasını izinsiz kaydetmek ve rızası hilafına yayınlamak suçtur. Ama herhangi birinin. Dava kamu davası, bilirkişinin yaptığı kamu görevi ve gazetecinin yaptığı da kamu görevidir. Yani kamu önünde suçlanan bir bilirkişinin kamu önünde görüşlerinin alınıp yayınlanmasında bir suç olamaz. Kaldı ki yayına karşı bir itirazı da yoktur.

Burada “kişisel verilerin/kişisel gizliliğin korunması”na dair ilkeler ile kamuoyunun bilgilenme, bilgi alma-verme hakkı, daha özcesi haber alma ve verme hakkı arasında bir “gerilim” ya da bir “çelişki” var gibidir. Fakat bazı sözüm ona muhalif gibi duran gazeteciler dahil iktidar heyetlerinin yetkili isimleriyle bağlı medya mensupları, “Bu suçtur. Elbette gözaltına alınacaklar. Elbet tutuklanacaklar” diyor. En makul görünenleri, “Tutuklama tedbiri orantısız ama suç suçtur” lafıyla işin içinden çıkıyor. Tutuklama orantısız bile değil, doğrudan hukuka aykırı. Yani o suç işlenmiş olsa bile tutuklama imkansız. Bu rejim ama imkansızı mümkün kılma rejimi. Üstelik suç yok ortada, çünkü kaydın da yayının da “hukuka uygunluk” sebebi var.

YASAMA YETKİSİNİN GASP EDİLMESİ

Çıkmamış bir kanunun uygulandığını gördünüz mü hiç? Ben görmemiştim, şükür gördük! Ayşe Barım meselesinden söz ediyorum, önce “Sinema/dizi sektöründe tekel oluşturmuş” diye suçlanan, sonra “Gezi’nin organizatörlerinden” diyerek “hükümeti ortadan kaldırmak”la itham edilip tutuklanan Ayşe Barım. Savcılık, “etki ajanlığı” yaptığını söylüyordu sevk yazılarından birinde. Hani TBMM’ye getirilen ama sonra geri çekilen “etki ajanlığı”ndan. Yani savcı, çıkmamış bir kanunda yer alan bir fiille suçluyordu Barım’ı.

Mehmet Y. Yılmaz bunun bir tür “makabline şamil kanun” uygulaması olduğunu dile getirdi, yani geçmişe de etkili kanun. Ceza hukukunda yasaktır kanunların geçmişe etkili olması, çünkü yasak olmasa bugüne kadar suç olmayan bir fiil için bir kanun çıkarıp istediğiniz herkesi bir anda hapse tıkabilirsiniz. Fakat aslında bu bile iyi bir durum sayılır, çünkü henüz çıkmamış bir kanun uygulanıyorsa durum “geçmişe de etkili kanun” çıkarmanın ötesine gider, hem de çok çok ötesine. Mehmet Yılmaz yanılıyor demiyorum, işin bir ayağı “geçmişe etkili kanun”dur fakat işin öbür yanı bu durumun çok çok ötesine geçer. Bu gerçekte yargının bir parçasının, iddia makamının yasama yetkisini gasp etmesi anlamına gelir. Savcı, sanki yasamanın geleceğinden kredi almış gibidir. Savcı tek başına 600 milletvekiline bedel bir yasama makamı haline gelmiş oluyor böylece.

Aynı soruşturma çerçevesindeki bir görülmemiş tuhaflık da, “Gezi’ye kendi isteğimizle katıldık. Bizi Ayşe Barım yönlendirmedi” diye ifade veren iki oyuncuya “yalan ifade”den soruşturma başlatıldığı bilgisi oldu. Yazılı Anayasa, “Kimse kendi aleyhine delil vermeye zorlanamaz” diyor ama anlaşılan yasama gücünü zaten uhdesine alan savcılar, bilmediğimiz bir yerde duran bir anayasaya göre hareket ediyor.

SONUÇ

Şimdi başa dönelim:

Bütün bu manzara şubat ayı içinde beklememiz gerektiği söylenen “barış” ile nasıl telif edilebilir? Abdullah Öcalan meseleyi, “çatışma ve şiddet zemininden hukuk ve siyaset zeminine çekmek” olarak tanımlamış ve “Koşullar oluşturulursa” bunu yapabileceğini söylemişti. Peki “hukuk” zemini bu ay içinde tanık olduğumuz gibi tamamen bir çatışma zemini haline getirilmişse yine de bir “barış” gelebilir mi?

Diyelim ki Öcalan PKK’ye silahı bırakma ve örgütü tasfiye etme çağrısı yaptı ve dedikleri de oldu. İktidar yukarıda örneklediğim hukuk anlayışından, yani anti-hukuktan vaz mı geçmeyecekse, kayyım saçmalıkları bitmeyecekse, muhalefet partilerine/kişilerine yönelik baskılar sonlanmayacaksa, örgütlenme ve ifade/basın özgürlükleri kullanılır olmayacaksa, demokratikleşme süreçleri güçlenmeyecekse ne olacak? İktidardan gelen alametler bu merkezdeyken, yani her şey baskının alabildiğine artırılacağını gösteriyorken, kim hangi barışa inanacak?

Bir Koçgiri öyküsüyle başlamıştım, Koçgiri’nin öyküsüyle bitireyim: 1921 Anayasası hazırlanırken Koçgirililer, o anayasada yazılan “muhtariyet”i kullanmak istediler. Cevap Sakallı Nurettin Paşa’nın ordusu ve Topal Osman’ın çeteleriyle verildi. Kürtlerin talepleri o gün bugündür “siyaset” zemininde ele alınmadı hiç, hep “çatışma zemini” tercih edildi. Durumun değiştiğini gösteren hiçbir alamet yokken durumun değişeceğine inanmamamız isteniyor.

Laf barış olunca, “Deli gönül sevmiş vaz gelmek olmaz” ama “böyle ikrar’ilen böyle yol’unan” umutlu olmak gerçekten çok zor. Yine de umutsuz yaşanmıyor, bakalım ayineyi devran gelecek ay neler gösterecek.

NOTLAR

1

Ceren Sözeri konuyu gayet güzel işledi, buyrunuz.

https://www.evrensel.net/yazi/96319/turkiyede-gazetecilik-kamu-yararina-risk-almaktir

Ayrıca siyaset ve hukuk dünyasının ciddi isimlerinden İlhan Cihaner meseleyi gayet güzel izah etti, buyrunuz:

https://x.com/ilhancihaner/status/1884599141231210637

2

Adli kontrole sevineceğiz artık oysa adli kontrol kararı bile verilemez yukarıdaki olaylarda, çünkü tutuklama kararı verilemeyecek durumda adli kontrol de verilemez.

3

Fatih isimli iki “ünlü” medyalama, Barış Pehlivan’ın/Halk TV’nin “suç işlediği”ni öne sürdü. Bunlardan bir televizyonun ana haber bülteninde ileri geri konuşmalarıyla ünlü olanı, gazeteciler adliyedeyken yaptı bunu. “Muhalifim” diye gezen birçok isim de katıldı “Ama suça suç demek lazım” teranesini okuyan güruhun içine. Peki neye muhalifsiniz tam olarak? Gazeteci değil teröristti öldürdüm diyor, evet gazeteci değil diyorsunuz. Gazeteciyse de telefon kaydı yapmak, yayınlamak suç diyor tutukluyor, evet suç diyorsunuz. Gazeteci değil propaganda yapıyor tutukladım diyor, haklı karar diyorsunuz. Siz tam olarak nesine karşısınız bu iktidarın? Sizinle kadeh tokuşturmamasına mı?

4

Ayşe Barım dosyası konusunda Mehmet Y. Yılmaz’ın güzel yazısı için, buyrunuz:

https://mehmetyyilmaz.com/t24-com-tr/hukuk-bir-kere-yoldan-cikinca/

5

Yeni monarşimize yakışır yeni ceza hukuku ilkelerimiz var artık, kabul edelim bu gerçeği.

Ceza hukukunun kaynakları vardı eskiden, üç taneydi: Anayasa, uluslararası sözleşmeler, Türk Ceza Kanunu. Yeni kaynaklarımız şunlar: Reislerin emrettikleri ve reislerin memnun olacağı düşünülen her şey, iktidardan nemalanan gazetecilerin hezeyanları, savcıların paşa gönlünden geçenler.

Beş tane ceza hukuku ilkesi vardı eskiden, işte: Kanunilik İlkesi, Kusursuz Ceza Olmaz İlkesi, Cezaların Kişiselliği İlkesi, Hümanizm İlkesi, Hukuk Devleti İlkesi.

Şimdi elverişlilik ilkesi, iktidara tabi olmamak kusurdur ilkesi, cezalar ait olunan mahalleye göredir ilkesi, nepotizm ilkesi ve devletin dediği hukuktur ilkesi geçerli artık.

Yıldıray Oğur, “Türkiye’de hukukun genel ilkelerine giriş” çalışmasını güncellemek zorunda artık.

https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/turkiyede-hukukun-genel-ilkelerine-giris-5312

Abdullah Öcalan barış demokrasi basın özgürlüğü barış pehlivan Halk TV