Barış üzerine - II: Mağduriyetin gücü ve barışın inşası
Barışın inşasında mağdur ve failin doğru belirlenmesi çok önemlidir. Irkçı propaganda ve savaşın sürdürülmesi için üretilen anlatılar, devletin sürekli kendi mağduriyetini ve masumiyetini ön plana çıkarmasıyla şekillendi yıllardır.
Birçok insan, çocuklarına kötülüğü miras bırakmak istemez. Ancak savaşlar ve soykırımların etkileri, kaçınılmaz olarak gelecek kuşaklara miras kalır. Mağdur statüsü, kişiye özel bir koruma alanı ve dokunulmazlık sağlar. Mağdura saldırmak, zalimlik olarak tanımlanır. İşte bu nedenle, savaş çıkaranlar ve şiddeti meşrulaştıranlar, önce bu özel mağdur pozisyonunu edinmenin yollarını ararlar.
İsrail’in eski başbakanlarından Golda Meir’in şu sözü, bu durumu net bir şekilde ortaya koyar: “Çocuklarımızı katleden Arapları bağışlayabiliriz. Ama bizi çocuklarını öldürmek zorunda bırakanları asla bağışlamayız.” (Daniele Giglioli, Opferfalle = Mağduriyet Tuzağı, 2016, s. 57). Bu sözde, mağduriyet pozisyonunun nasıl sapkın bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Filistinli çocukları katletmeyi mağduriyet olarak sunmak, failin masumiyet maskesini takmasından başka bir şey değildir.
MAĞDURİYETİN BULAŞICILIĞI VE YARIŞI
Golda Meir’in ifadesi, faillerin/suçluların taktığı masumiyet maskesinin önemine dikkatimizi çeker. Bir kötülük ve zulüm yaşandığında sıkça gözlemlediğimiz bir başka mesele de mağduriyetin bulaşıcı olmasıdır. Bir kişi mağduriyetinden söz ettiğinde, diğer kişiler de kendi mağduriyetlerini öne çıkarır ve adeta bir mağduriyet yarışı başlar. Bu durum, insanların algılarını, gerekçelendirmelerini ve duygusal tepkilerini değiştirir.
Konuya farklı bir örnekle yaklaşmak gerekirse, ülkedeki futbol tartışmalarını birkaç dakika dinlemek yeterlidir. Her takım, başarılarından çok, “bize daha fazla haksızlık yapılıyor” diyerek mağduriyet yarışına girer. Her takamın taraftarının bu tartışmada algılamasında, düşünme biçiminde, gerekçelendirmelerinde, meseleyi duygusallaştırmalarında adeta gariplikler var.
Daniele Giglioli, çeşitli örneklerle mağdur pozisyonunun sağladığı avantajları sıralar ve bu pozisyonun çekiciliğini sergiler. Ancak burada asıl mağdurlara sembolik bir şiddet de uygulanır ve mağdurların gerçek mağduriyetleri çalınır. Aslında mağdur-fail ilişkisinde fail her zaman daha güçlüdür. Mağdurun mağduriyetinin kabulü, onu bu güçsüzlükten çıkarır ve güçlü bir konuma taşır. Bu pozisyon değişimiyle mağdur, bir nevi failin inkâr imkanını elinden alır.
Ancak mağduriyetin çalınması, mağduru bir kez daha mağdur eder ve mağduriyetin kabulünün sürekliliğine yol açabilir. Bu, mağduriyet kimliğinin pekişmesine ve mağduriyetin kültürleşmesine neden olur.
FAİLİN MASUMİYET MASKESİ VE İDEAL-BEN
Failler, en zalim anlarında bile bir tür mağduriyet fikrini saklı tutarlar. Zulüm sonrası, ideal-ben’lerini sakinleştirmek ve kendi ideallerine ihanet ettiklerini inkâr edebilmek için savaş sonrası yaptıkları zalimlikleri haklı gösterme ihtiyacı duyarlar. En zalim birey bile, masumiyet maskesini yanında taşır.
Naziler, yaptıkları zulmü Yahudilerin dünyayı yok edeceğine dair inançlarıyla haklı (!) gösterdiler. Bu kıyameti önlemek adına, hayal bile edilemeyecek zulümleri işlediklerini düşündüler. Onlara göre amaçları, insanlığa hizmetti. Aynı şekilde, Yunanlıların Anadolu’da yaptıkları zulme adalet sağlamak için denize döküldüklerini söyleyen anlatılar da buna benzer bir mantık taşır. Yunanlılar bize çok kötülük yaptı ve biz de onları denize döktük. Bu anlatı mantıklı, anlaşılır, kabul edilir ve kaçınılmaz gibi görünür. Yani bu denize döküş çok haklıdır/adildir. Burada iddiaların doğruluğu değil hikayelerin strüktürüne dikkat çekmek istiyorum. Savaşın adaleti sağlamak için yapıldığı iddia edilir. Savaşta zulüm yoktur, ya da zulüm mecbur kalındığı için uygulanır yani zulüm/savaş bir adli işlemdir/cezalandırmadır adeta.
Daha önce birçok yazıda bahsettiğim fail kültüründe sürekli tekrar eden bir tema vardır: Fail olmak, zulüm yapmak zorunda bırakılmak. Yani faillik, adeta Golda Meirleşmek zorunda bırakılmak demektir. Mağdurların dokunulmazlıkları vardır ve failler, mağdur maskesi takarak olay sonrası da dokunulmaz hale gelebilirler.
Türkiye’de hukuk skandalları olarak bilinen birçok olayın ardında da bu mağdur maskesi vardır. Bu ülkede en üst düzeyde İslamcı teröristlere bile şakacı, haşarı gençler muamelesi yapılabiliyor(du).
MAĞDURİYETİN GÜCÜ VE BARIŞIN İNŞASI
Mağdur, gücünü yaşadığı zulümdeki sorumluluktan muaf olmaktan alır. Soykırımda yok edilenler zulümden sorumlu tutulamazlar. Bu, mağduru kutsal bir pozisyona taşır ve bu nedenle mağduriyet failin gizlenebileceği en uygun yer haline gelir.
Giglioli’nin vurguladığı bir başka önemli nokta daha var: Mağduriyet hem eksikliği hem de talebi hem zayıflığı hem de hak iddia etmeyi birbirine bağlar. Mağduriyeti değerli kılan bir başka unsur da mağdurun olay anında hiçbir şey yapmaması, sadece acı çekmesidir. Bu pasiflik, mağduriyeti değerli kılan şeydir.
Mağdurlarla dayanışma içinde olmak, ahlaki olarak olumlu bir davranış olarak görülür. Dayak yemek istemeyiz ama dayak yiyen mağdurdan yana olmak, değer yargılarımız açısından doğrudur. Mağdurdan yana olmak, yaşanan kötülükte iyiyi korumayı amaçlar.
BARIŞ SÜRECİNDE FAİL VE MAĞDURUN ROLÜ
Bunları yazma nedenim şu: Barışın inşasında mağdur ve failin doğru belirlenmesi çok önemlidir. Türkiye’deki barış sürecinde taraflar arasında “ben daha mağdurum” yarışı var gibi. Irkçı propaganda ve savaşın sürdürülmesi için üretilen anlatılar, devletin sürekli kendi mağduriyetini ve masumiyetini ön plana çıkarmasıyla şekillendi yıllardır.
Bu durumda barış, mağdur olduğunu düşünen tarafın, karşı tarafı fail olarak görüp ona bir lütuf gibi sunuluyor. Bu söylem, devletin hala resmi diskurudur. Barış sürecinde failin suçunu kabul etmesi ve mağdurlardan özür dilemesi çok önemlidir. Ancak bu süreçte sadece mağdurlar ön plana çıkarılıyor ve faillik ortada bırakılıyor. Burada şunu söylemiyorum bir taraf sadece mağdur ve diğer taraf sadece çok suçlu. Kastettiğim yapısal bir fail pozisyonu.
Zulümde, daha önceki yazılarımda da söz ettiğim gibi, fail ile mağdur arasında ilginç bir bağ oluşur. Mağdurun kurgusunda failden intikam alma, failin özür dilemesi ve suçu üstlenmesi gibi umutlar vardır. Bu beklentiler, mağdurun rahatlaması için gereklidir. Yani mağdur rahatlamak için bir şekilde faile ‘bağımlı‘hale gelir. Mağdur failin yüzüne haykırarak rahatlamak arzusundadır. Korku fail karşısında korkmayınca azalır, biter. Olay anındaki pasiflik ve pasif pozisyonu aktifliğe dönüşebilir. Güçlü durumdaki failin gücünün elinden alınması, mağdurun olay öncesindeki durumuna getirilmesi. İşte bu güç yitimini mağdur bir intikam ve bu intikam üzerinden eşitlenme, adaletin yerini bulması gibi yaşar. Mağdur travmatik bir biçimde faile bağlanır, iyileşebilmek için bağlanır. Bu durum ama faili olay sonrasında da güçlü konumda tutar. Ancak fail, “ben daha mağdurum” diye konumlandığında, mağdurun mağduriyet anlatısı psikotikleşir. Mağdurun yaşadığı zulüm yalanlanır ve bu, mağdurun yeniden mağdur edilmesi anlamına gelir. Burada zulmün özel bir biçimi oluşur. Zulüm sadece şiddet değildir. Şiddetin içindeki şiddettir de. Çifte şiddettir. (Wolfgang Müller- Funk, Crudelitas, 2022, s. 18). Buradaki zulüm sapıkça bir ilişkilenmedir/iletişimdir (Müller- Funk, s. 314).
Mağdurun failden beklediği ilk şey, suçunu ve sorumluluğunu üstlenmesidir. Fail, bundan kaçınarak barış sürecine sunabileceği en önemli katkıdan kaçınır.
MAĞDURA GÖSTERİLEN TEPKİLER: MERHAMET VE EMPATİ
Mağdura gösterilebilecek tepkilerden biri de merhamettir. Merhamet ve acıma duygularında, insanların nasıl sosyalleştikleri belirleyici bir rol oynar (Ute Frevert, Mächtige Gefühle = Güçlü Duygular, 2020, s. 111). Toplumların belirli anlatılarla şekillendirilmiş dünya görüşleri, kime merhamet edileceğini ve kime edilmeyeceğini belirler. Örneğin, kafirlerin kötülüğü anlatısıyla yetişen bireyler, kafirlere karşı empati geliştirmekte zorlanırlar. Benzer şekilde, Kürtler, Ermeniler ve Aleviler de tarihsel ve toplumsal süreçlerde çoğu kez empatinin dışında tutulması gereken gruplar olarak tanımlanmıştır.
Empati ve Merhamette Seçicilik: Empatiyi öğrenirken bir ayrım yapılır: Empatiyi hak edenler ve etmeyenler. Genellikle, kendi isteği dışında zorda kalan ya da zulme uğrayanlara empati gösterilir. Ancak ötekiler, yani toplumsal normlara veya siyasi söylemlere göre düşman olarak tanımlanan gruplar, bu empatinin dışında tutulabiliyor.
Acıma, zorda ya da darda olan kişinin duygularını ve acısını anlamanın kişide yarattığı bir histir. Yani acıyan, acı çekenin acısını hisseder. Ancak merhamet ve acımada asimetrik bir ilişki vardır. Barışacağınız kişiye acıdığınızda, bu asimetri devam eder. Halbuki barışın amacı, tarafların birbirine eşitlenmesi ve göz hizasında bir ilişki kurabilmesidir.
AFFETMEK, BAĞIŞLAMAK VE BARIŞIN ZORLUĞU
İnançlı toplumlarda affetmek, bağışlamak ve merhamet etmek, genellikle Tanrı’ya ait özellikler olarak kabul edilir. Zaten dua da Tanrı’nın merhametini istemek ve ona yalvarmaktır. Bu anlayışta Tanrı, kusursuz ve güçlü olandır; insan ise zaafları olan, zayıf ve günahkâr bir varlıktır. Tanrı, insanlara bir model sunar ve bu modelin dışına çıkmak günah olarak görülür.
Bu ilahi model, insanı sürekli olarak içgüdülerini ve arzularını denetlemeye zorlar. Psikolojide kullandığımız ve modern bir kavram olan empati, merhamet etmenin ve bağışlamanın dünyevileştirilmesi ve insanileştirilmesidir. Yani, ilahi olanın yerini insani bir süreç alır.
İdeal olan, tanrısal olandır ve en büyük ideal de Tanrı’nın vaat ettiği cennettir. Ve cennet, korunaklı bir yer değildir; çünkü orada kötülük, çelişki, arzu ve farklılık yoktur ve kötü olmadığından korunması gerekmez. Tanrısal tasarımda barış, kötünün cehenneme kapatıldığı bir durumdur. İnsan yeryüzünde enerjisinin çoğunu kendisini kontrol etmek için kullanır. İşte cennette bu kontrol edilmesi, bastırılması gereken arzular serbest bırakılır ve doyurulur. Yani barış, kötü olanın tamamen ortadan kaldırılmasıyla sağlanır.
EŞİTLİK, ADALET VE ÇATIŞMANIN KÖKLERİ
Günümüzdeki çatışmaların altında çoğu zaman eşitlik ve adalet talepleri yatar. Kürtler, Aleviler ve diğer bazı azınlıklar, Sünni Türklükle tamamen kaynaşıp asimile olsalar ya da toplumsal hiyerarşide kendilerine biçilen rolleri kabul etseler, çatışmalar büyük ölçüde azalırdı. Ancak asıl mesele, modern toplumlarda ve özellikle Aydınlanma sonrası daha da güçlenen eşit ve adil olma tasarımıdır.
Aleviler, “Biz de seninle aynı haklara sahip olmak istiyoruz. Sünniliğe açılan alanların bize de açılmasını talep ediyoruz” dediklerinde sorunlar ortaya çıkıyor. Yani Aleviler camiye gitse, tarikatlara üye olsa daha az sorun yaşarlar çünkü bu durum Sünniliğin üstünlüğünün ispatıdır. Zaten ‘ne mutlu Türküm’ diyen Kürt’e bir başarı öyküsü gibi de bakılıyor. Benzer şekilde Kürtler, “Ben de ana dilimi konuşmak ve Kürtlüğümün kabul edilmesini istiyorum” dediklerinde çatışmalar baş gösteriyor. Bu talepler, baskın kültür tarafından prestij kaybı ve hiyerarşide pozisyon kaybı olarak algılanıyor. Zira baskın kültür, kendi konumunu koruyabilmek için başkalarını aşağıda tutarak bir üstünlük inşa ediyor.
Sünni Türklük, kendisini üstte ve çok değerli bir konumda görüyor. Bu, kolektif narsisizm olarak adlandırılan bir durumdur: İnsanların kendi aidiyetlerinden ötürü kendilerini diğerlerinden üstün saymaları. Bir grup kendini üstün gördüğünde, diğer grupların bu üstünlüğü kabul edip ona özenmesi ve benzemeye çalışması beklenir. Mantık gereği, insanlar iyi olanı istemeye meyillidir.
Ancak Aleviler ve Kürtler, “Biz Sünni Türk olmak istemiyoruz” dediklerinde, bu kolektif narsisizm krize dönüşür. Çünkü üstün olarak görülen grup, bir anda beğenilmeyen, özenilmeyen ve istenmeyen hale gelir. Psikanalizden bildiğimiz gibi, narsistik incinmeler yoğun öfke doğurur. Bu öfke, baskın kültürün eşitlik ve adalet taleplerine gösterdiği sert tepkilerin temelini oluşturur.
Bu durum, kolektif avantaj yitimini bir varoluşsal korkuya dönüştürüyor. Üst konumda kalabilmenin yolu, altta birilerini tutmaktan geçiyor. Bu da eşitlik taleplerine karşı direnç oluşturuyor.
ADALET, AHİRET VE BARIŞIN PROJESİ
Ahiret kurgusu, aslında bir adalet sistemi tasarımıdır (Peter Sloterdijk ve Thomas Macho, Gott, Geist und Geld, 2014, ikinci basım, s. 57). Ahirette herkesin hak ettiği şekilde ödüllendirileceği veya cezalandırılacağı inancı, dünyevi adaletin eksikliklerini telafi eden bir yapı sunar. Cennet, barış içinde yaşanılan bir ülke gibi tasarlanmıştır.
Cennet’in vatandaşları masumlardır; cehennemde cezasını çekmiş olanlar ya da Tanrı’nın bağışladığı kişiler. Suçsuz, kötülükten arınmış bireylerden oluşan bir toplum… Çatışmasız, çelişkisiz bir yer (Konrad Heiland, Die gnadenlose Gesellschaft = Acımasız Toplum, 2024, s. 78). Bilincin ve bilinçötesinin gerilimlerinin olmadığı, kültür ile doğa arasındaki çatışmanın bulunmadığı ve toplum ile bireyin tamamen aynılaştığı bir ülke cennettir.
Ancak yeryüzü barışı, tüm bu idealize edilmiş unsurların aksine, sonsuz sorunlara ve çelişkilere rağmen oluşturulması gereken bir projedir. Cennet barışı, kötülüğün tamamen ortadan kaldırıldığı bir yerde sağlanır; oysa yeryüzü barışı, farklılıkların, çelişkilerin ve çatışmaların varlığını kabul ederek inşa edilmek zorundadır.
Ancak barış, bu adaletin yeryüzünde gerçekleştirilme projesidir. Barış, sadece silahların susması değil, aynı zamanda toplumsal adaletin sağlanması ve eşitlik taleplerinin karşılanmasıdır. Gerçek bir barış, herkesin kimliğini özgürce yaşayabildiği, eşit haklara sahip olduğu ve adaletin sadece soyut bir kavram değil, somut bir gerçeklik haline geldiği bir düzenin kurulmasıdır.
İnsanlar arası barış ise çok daha zordur. Çünkü bu, kötünün elimine edilmesi değil, onun entegre edilmesini ve ötekinin öteki olarak kabul edilmesini gerektirir. Gerçek barış, farklılıkların ve çelişkilerin var olduğu bir dünyada, öteki ile yaşayabilmeyi mümkün kılmaktır. Bu durum, insan doğasının karmaşıklığı ve zorlukları göz önüne alındığında, oldukça meşakkatli bir süreçtir.
Barış, cehenneme kapatılan kötünün değil, hayatın içindeki ötekinin kabulüyle mümkündür. Bu da barışı, tanrısal bir mükemmeliyetten çok, insani bir çaba ve yüzleşme süreci haline getirir. Dolayısıyla, insanlar arası barışın sağlanması, inanç sistemlerindeki barış anlayışından çok daha karmaşık ve zor bir yolculuktur.
Merhamette bir hiyerarşi vardır: Avantajlı durumda olan, dezavantajlı olana merhamet eder. Bu, güç dengesizliğini sürdürür. Oysa barış, taraflar arasında merhamete gerek kalmayacak bir denge yaratma çabasıdır. Barışın olduğu yerde merhamet gerekmez çünkü barış, eşitler arasında kurulan bir ilişkidir.
Bununla birlikte, barışan taraflar birbirlerini dinlerken duygudaşlık (empati) deneyimleyebilirler. Ancak bu duygudaşlık, merhametin aksine, eşit bir ilişki içinde gerçekleşir. Barış sürecinde önemli olan, tarafların birbirlerine üstünlük taslamadan, geçmiş acıları anlamaya ve paylaşmaya çalışmalarıdır.
BARIŞ VE SAMİMİYET
Barış için samimiyet, en gerekli koşullardan biridir. Bu samimiyet, ötekinin öyküsünü itirazsız ve ama‘sız bir şekilde dinlemeyi gerektirir. Bu dinleme süreci, haber izler gibi yüzeysel bir şekilde değil, gönlünü açarak ve duygulara izin vererek yapıldığında etkili olabilir. “Etkilendim” demek, gerçekten etkilenmeden söyleniyorsa, bir anlam ifade etmez (Heidi Kastner, Wut = Öfke, 2014, s. 23). Etkilene ve etkileme süreci yani… Bu karşılaşma ve yüzleşme süreçlerinde, kuşkusuz öfke krizleri de yaşanacaktır; bu kaçınılmazdır. Çünkü savaşta ve savaş söylemini besleyen anlatılarda biriken, bastırılmış öfke, bu tür konuşmalarda açığa çıkar.
Öfkenin Altındaki Keder: Öfke, bir duyguya gösterilen duygusal bir tepkidir. Çoğu zaman öfkenin altında incinme ve düş kırıklığı yatar. İncinen ve hayal kırıklığına uğrayanlar, aslında öfkeli değil, kederlidir. Bu dışa vurulamayan, yaşanamayan keder, zamanla öfkeye dönüşür.
Barış çalışmasında bu öfkeye alan açıldığında, altında yatan keder de ortaya çıkar. İşte bu kedere izin vermek, taraflar arasında duygudaşlık (empati) kurulmasını sağlar. Çünkü yeryüzünde öfkeyi, kederi, incinmeyi ve hayal kırıklığını tanımayan kimse yoktur. Bunlar, en insanî yanlarımızdır ve birbirimize en çok benzediğimiz duygulardır. Bu duygularla birbirimize en eşit olduğumuz alanlar da açığa çıkar.
SAVAŞIN İNSANDA AÇIĞA ÇIKARDIĞI YÜZLER VE TARİHİN ANLATISI
Psikososyal konularda çeşitli yazılar yayınlayan psikanalist Thomas Auchter savaş üzerine de bir yazı yayınladı (https://www.psychoanalyse-aktuell.de/artikel-/detail?tx_news_pi1%5Baction%5D=detail&tx_news_pi1%5Bcontroller%5D=News&tx_news_pi1%5Bnews%5D=198&cHash=12884e34b1bc55edf677099037089a63). Auchter, insanın sadece iyi, onurlu, yardımsever bir varlık olmadığını, aynı zamanda acımasız, alçak ve hain yönlerinin de bulunduğuna dikkat çeker. Savaş dönemlerinde bu negatif yanlar kontrolsüzleşir ve daha görünür hale gelir. Savaş sonrasında ise, insanın hangi tarafta olduğu—saldıran ya da saldırılan tarafta bulunmak—kişinin psikolojik ve sosyolojik konumlanmasını derinden etkiler. Bu durum, savaş deneyimine yönelik refleksiyonları da şekillendirir.
İnsan olmanın bazı temel özellikleri, savaş ve zulüm dönemlerinde kötüye kullanılırken, aynı özellikler barış süreçlerinde olumlu bir şekilde kullanılabilir. Auchter, işkence sırasında konuşmayan birini çözmek için, onun yakınlarına işkence yapılacağını söyleyerek veya gerçekten işkence ederek bireyin çaresizliğini artırıp onu yıkmaya çalışmanın bir yöntem olduğunu belirtir. Burada kişinin koruyucu ve bağlılık duyguları suistimal edilir. Kişi akrabasına yapılacak zulmü hayal ederek bu hayalindeki acı çekenle özdeşleşerek onu koruyabilmek için bazen çözülebilir. Buradaki psikolojik mekanizma imajiner olanla özdeşleşme ve bu özdeşleşmenin verdiği acı. Reel acı yokken hayal edebilmek, ön gerebilmek ve bunu engellemeye çalışmak.
Ancak bu korumacı ve bağ kurma hali, barış süreçlerinde de kullanılabilir. Bizim derdimiz olmayanı kendi derdimiz haline getirebiliriz. İnsanlar, duydukları bir haberi yalnızca bilgi olarak algılamaz; aynı zamanda o habere duygusal bir bağ kurarlar. Barış sürecindeki karşılıklı öykü anlatımları da bu bağın kurulmasını sağlar.
Bu süreçte, bir yandan duygusal mesafe koyarak dinlediğimiz hikayelerin bizde ikincil travma yaratmasını engelleyebiliriz. Ancak aynı zamanda, çok uzağımızda ve hiç tanımadığımız insanların hikayelerine de içimiz yanabilir. Bu, insanın empati kapasitesinin barış için nasıl olumlu bir araç haline gelebileceğini gösterir.
HALKIN BARIŞI VE POLİTİK BARIŞ
Bu yazdıklarım, halkın barışı nasıl yaşayabileceğine ve barış atmosferinin nasıl sağlanacağına dair korunaklı ve dar bir alanda olabileceklerle ilgilidir. Ancak politik arenada istenen barış, bu yazdıklarımdan çok daha farklı ve karmaşıktır.
Freud’un sıkça referans verilen bir kavramı vardır: Bastırılanın şiddetli geri dönüşü (Die Rückkehr des Verdrängten). Bir olayı ya da duyguyu bastırarak çözmeye çalışırsanız, bu durum bir süre sonra şiddetli bir şekilde geri döner.
AKP’nin yükselişi ve başörtülü bacılarım söylemi buna örnektir. Cumhuriyet döneminde bastırılan dindarlık ve dini kimlik, daha sonra iktidara gelerek güçlü bir geri dönüş yaptı. Aynı şekilde, barış süreçleri tepeden ve politik bir şekilde inşa edildiğinde, eğer alttaki halk dinamikleri bastırılıyorsa, bu durum gerçek anlamda bir çözüm sağlamaz. Bastırılan sorunlar, bir süre sonra daha da şiddetli bir şekilde geri döner.
Bu durumun ürkütücü bir anlamı da vardır: Barışın yanlış inşa edilmesi, gelecekte savaşın çok daha şiddetli bir şekilde geri dönmesine yol açabilir. Barış, yalnızca politik bir uzlaşı değil, aynı zamanda toplumun tüm katmanlarında samimi ve katılımcı bir süreç olmalıdır.
VİETNAM VE SAVAŞIN ANLATISI
Önceleri, savaş sonrası savaş esnasında ne olduğunu gerçek anlamda öğrenme şansımız vardı. Örneğin, Vietnam Savaşı sırasında Amerika’da askerler kahraman ilan edilip, şerefli işler yaptıkları anlatıldı. Bu askerler, yardımsever katiller olarak sunuluyordu: öldürmek zorunda bırakılan iyi kalpli insanlar. Resmi söyleme göre Amerikan askerleri, Vietnam halkına yardım etmek, ülkeyi onarmak ve modernleştirmek için oradaydılar. Okullar, hastaneler, yollar ve su kanalları inşa ederek Vietnam’ı bir refah toplumuna dönüştürmek istiyorlardı.
Ancak barbar Vietnamlılar, bu yardımsever Amerikalılara saldırıyor, araçlarını yakıyor ve onları öldürmeye çalışıyorlardı. Amerikalılar da kendilerini savunmak zorunda bırakılıyor ve böylece savaşmak zorunda kalıyorlardı.
Ancak savaşın sonunda, ülkelerine dönen askerleri solcu gençler karşıladı ve bu kahramanlık anlatısını sorgulamaya başladılar. “On binlerce kilometre ötede insanlık yapmak size mi kaldı?” Savaştan dönenler kahraman değil, harabe halindeydiler. Bir insan yığınına dönüşmüşlerdi. Amerikan protestocu gençlerin bu eleştirel tutumu, askerlerin yaşadıkları gerçekleri anlatmalarına da fırsat verdi. Cepheden gelen fotoğraflar ve haberler, kahramanlık destanlarından çok, canilerin zulüm festivalini yansıtıyordu.
SAVAŞIN ESTETİKLEŞTİRİLMESİ VE MEDYA MANİPÜLASYONU
Ordu bu deneyimden dersler çıkardı. Artık kendi yaptığı haberleri ve seçilmiş fotoğrafları basına servis ediyor, eleştirel basın ise susturuluyordu. Basın ve iktidar arasında giderek yoğunlaşan sembiyotik ilişki Irak Savaşı’nda net bir şekilde ortaya çıktı.
Bu kez savaş, adeta bir bilgisayar oyunu gibi sunuldu. Roketler milimetrik hedefleri vuruyor, sivillere, hastalara, yaşlılara, hastanelere ya da okullara hiçbir zarar verilmiyordu. Sadece kötü askerler ve kötü savaş araçları imha ediliyordu. Bu tür estetikleştirilmiş ve kansız gösterilen savaş anlatıları, insanları gerçeğe yabancılaştırdı ve savaşın gerçek yüzü gizlendi.
Ancak savaşın daha da canileşmesine paralel olarak, bu estetik anlatılar insanların gerçeklerle yüzleşmesini engelledi. Bu durum, günümüzde barışın önündeki en büyük engellerden biri haline geldi.
SAVAŞ SONRASI İKİ ANLATI: SAVAŞ SONRASI İKİ ANA EĞİLİM ORTAYA ÇIKAR
1. Bir grup, savaşın kirli hikayelerini filtreleyerek güzelleştirir ve kahramanlık öyküleri anlatır. 2. Diğer grup ise, gerçeklerden kaçmadan yaşananları anlatır ve kavrar ki bir daha tekrarlanmasın.
Şimdi bizim de önümüzde böyle bir fırsat var: Kuş uçmaz, kervan geçmez dağlarda neler yaşandı? Askerlerin ve gerillaların hikayeleri… Bu anlatıların çoğu büyük ihtimalle vahşeti gözler önüne serecek (umarım yanılıyorumdur), ancak bu vahşetin içinde insan kalmayı başaran, insanca olanı koruyan hikayeler de mutlaka yer alacaktır.
Bu hikayeleri dinlemek, büyük bir keder yaratacaktır. Freud, 1915’te çocukların tarih derslerinde halkların yok oluşunu dünya tarihi olarak öğrenmelerine şaşırdığını yazmıştı. Aradan bir yüzyıldan fazla geçti.
Artık başka bir tarih anlatısına hazır mıyız? Öteki olarak gördüğümüz, düşman bellediğimiz, hatta öldürmek istediğimiz insanların hikayelerini dinleyebilir ve yeni bir tarih yazabilir miyiz?
Barış, işte bu sorulara vereceğimiz samimi cevaplarla mümkün olabilir.
Devam edecek…