Psikolojinin pisliği 6 - Sosyal medya terapileri/Doğan Cüceloğlu…
Doğan Cüceloğlu, benim de öğrenmekten keyif aldığım ve zaman zaman anlamak için okuduğum bir isimdi. ...Ancak sosyal medyada, fikirlerinin tek bir cümleye indirgenmesiyle psikolojiyi derinlemesine anlamak neredeyse imkânsız.
Sosyal medya terapilerine örnek olarak Doğan Cüceloğlu’ndan bazı alıntılara bakacağım. Çok bilinen ve sevilen bir psikolog olan Cüceloğlu, psikolojiye olan ilginin artmasında önemli bir kişi. Kendisi, sevdiğim ve psikolojiye olan ilgimi şekillendiren biri. Son dönemde eleştirel düşünmeden, adeta kutsal bir ayetmiş gibi sıkça alıntılanıyor… Belki de bu yazdıklarımı ödipal bir asilik, nankörlük olarak görebilirsiniz ve haklı da olabilirsiniz.
“Mükemmel değil merhametli çocuklar yetiştirin. Karıncaları ezmeyen, ağaç dallarını kırmayan, çiçekleri ezip geçmeyen, sevgiyi ve hissetmeyi bilen çocuklar.”
İlk okuyuşta insanda pozitif duygular yaratan bir söylem… Ancak bu ifade, bana mükemmellik yerine yeterliliğe vurgu yapan ve bunu ‘yeterli anne olma’ olarak tanımlayan Donald Winnicott’u hatırlattı. Çocukları çocuk olmaktan çıkarın da melekleştirin gibi söylemiş… Ya anne/baba sevgiyi, hissetmeyi bilmiyorsa… Halk evlerinde el işi kursları vardı bir zamanlar ama ‘sevmeyi öğrenme’ kursları yoktu
Baştan söyleyeyim. Ben merhamete gerek olmayan bir dünyayı özlüyorum… Merhametin olduğu dünyada alttakiler/üsttekiler, güçlüler/ güçsüzler, zalimler/merhametliler var. Ve Cüceloğlu merhamet öneriyor… Ancak “merhametli çocuklar yetiştirmek” önerisinde, merhametsizlik yaşayan, yani zulüm gören insanları da hesaba katmak gerekir. Bu söylem, aslında zulmün kabulünden sonra yapılacak olanın bir tanımı gibi duruyor: Zulme karşı tepki göstermekten çok, zulmü hafifletecek ve mağdura empati gösterecek çocuklar yetiştirmek… Mükemmellik imkânsızdır ve mükemmel olmak başarılamadığında, birey sürekli yetersizlik duygusu yaşar. Yaptıklarının mükemmel ol(a)maması, bireyin özgüven ve özdeğer duygusunu sürekli tırmalar.
Ama insan olmak, doğadan çalarak yaşamak demektir. Burada, fail olmadan yaşanabilirmiş gibi bir söylem var. Oysa insan, doğaya fail olmadan varlığını sürdüremez. İnsan doğanın failidir. Ağaçlar insanlar toplasın diye elma vermez; tavuklardan yumurta, arılardan bal çalıyoruz. Koyunları, tavukları keserek ve onları besine dönüştürerek yaşıyoruz.
Sosyal medyada bu tür söylemler, bağlamından koparılarak ve konular izole edilerek anlatılıyor; sonuçta ortaya bir tür orta sınıf hümanizmi çıkıyor. Küçümsemek için söylemiyorum (belirleme olarak söylüyorum), ancak insanoğlu, dalları kırarak ve onları ısınma için kullanarak var olmuş. Merhamet ve insan doğası üzerine yapılan bu tür idealist öneriler, insanın doğadaki yerini ve hayatta kalma mücadelesini göz ardı ediyor. Ben merhamete gerek olmayacak bir dünya özlüyorum. Merhametin olduğu dünyada hiyerarşi, eşitsizlik ve adaletsizlikler de var.
“Çocuğunuzu, aile içinden veya dışından biriyle kıyaslamayın.”
İlk bakışta iyi niyetli bir öneri gibi görünse de insan ilişkilerindeki temel bir gerçekliği göz ardı ediyor.
Bebek, annesinin memesine ve sütüne sahip olmadığını fark eder. Koşmaya yeni başlayan çocuk, babasının onu yürüyerek geçtiğini deneyimler. Çocuk, oyunlarda arkadaşlarına yenilir, yetişkinler ise farkında olmadan çocukları yarışlarda geçer. İnsanlar ilişkilenirken, kaçınılmaz olarak kendilerini ötekilerle karşılaştırırlar. Bu karşılaş(tır)ma, kendini ve ötekini fark etme sürecini, dolayısıyla da karşılaştırmayı beraberinde getirir. Öyle ki, insan ilişkilerinde karşılaştırma olmadan bir etkileşim düşünülemez.
Ancak bu, karşılaştırmanın sürekli bir rekabet ya da düşmanlık içermesi gerektiği anlamına gelmez. Karşılaştırma, modern toplumun dayattığı gibi bir yarış ya da değer ölçütü olmaktan öte, çocuğun hayatına realitenin girmesini sağlar. Örneğin, bir çocuk, ablasının musluktan su alabileceğini ya da ayakkabısını bağlayabildiğini gördüğünde, doğal olarak bir farkındalık yaşar. Bu farkındalık, çocuğun kendi becerilerini geliştirmesi için bir motivasyon kaynağı olabilir. Burada önemli olan, bu karşılaştırmaların çocuğu değersizleştirmek ya da aşağılamak amacıyla yapılmamasıdır.
Bir oyunda yenilmek, çocuğun aptallığını; bir sınavda yüksek not almak da dâhiliğini kanıtlamaz. Karşılaştırma, çocuğun hayatındaki başarıları ve başarısızlıkları gerçekçi bir şekilde anlamasına yardımcı da olur.
Ayrıca, bireylerin kendilik algısı, başkalarının farklılığını fark etmeleriyle başlar. Bu fark ediş, karşılaşma ve karşılaştırma yoluyla mümkün olur. Ötekini anlamak ve onunla ilişki kurmak, bu farklılıkların kabulü ile gerçekleşir. Bu nedenle, karşılaştırmayı tamamen reddetmek, çocuğun gerçekliği deneyimlemesini engellemek anlamına da gelebilir.
Sonuç olarak, ebeveynlerin ve eğitimcilerin çocukları kıyaslama biçimi önemlidir. Amaç, çocukları değersizleştirmek ya da yarışa zorlamak değil, onların gerçeklikle sağlıklı bir şekilde ilişki kurmasına yardımcı olmaktır. İnsan ilişkileri, karşılaşma ve karşılaştırmadan bağımsız düşünülemez; önemli olan bu süreci destekleyici ve yapıcı bir şekilde yönetmektir.
Bazen bazı psikologların söylediklerini ciddiye almayın yani...
“Güvenin olmadığı yerde yaşam anlamını bulamaz. Yaşamının anlamlı olmasına kendini adamış cesur insan iki şeyden vazgeçmez: Dostlarını koşulsuz güvendiği insanlardan seçmek ve kendi gözünde güvenilecek bir insan olmak.”
Ancak bu söylem, psikoanalitik açıdan ele alındığında problemli ve yüzeysel görünebilir. Popüler psikoloji, akıl vermeyi, yol göstermeyi ve teselli etmeyi tercih ettiği için geniş bir kitleye hitap eder. Ancak güven veya güvensizlik gibi karmaşık sorunlar, basit kararlarla ya da önerilerle çözülemez. Örneğin, “Bugünden sonra güvenilen/güvenen biri olacağım” diyerek güven sorunları aşılmaz. Güvensizlik, özellikle travma sonrası ortaya çıktığında, insanın temel güven duygusunu (Erik Erikson’un ifadesiyle) derinden sarsar. Bu tür bir örselenme yaşamış birine “cesaret” ya da “dostlarını dikkatle seç” önerisi anlamını yitirir. Güven sorunuyla terapiye gelen birine öneriler sunmak yerine, bu güvensizliğin köklerine inmek ve terapide onarıcı bir deneyim sağlamak gerekir. Asıl önemli olan, hastayla güvenli bir ilişki kurmaktır. Güvensizlik, ancak bu güven ilişkisinin kurulması geçilebilir ve bu ilişkinin terapinin dışındaki ilişkilere de aktarılarak sürdürülmesiyle de aşılabilir.
Özgüvenin eksik olduğu bir durumda, bireyin başkalarına güvenebilmesi de zordur. Güven ilişkisinin sağlıklı bir şekilde kurulması, bireyin kendisiyle ve geçmiş deneyimleriyle kurduğu ilişkiyi dönüştürmesiyle mümkün olabilir.
Hangi insan ‘şu kişi benim dostum olsun’ seçimi yaparak dostluklar kurdu? Dostluk gerçekten seçme ve seçilmeyle mi olur? Dostlar sosyal medya ilanlarıyla bulunmaz. Tanıdıklarınızın bazıları zaman içinde arkadaşlarınıza dönüşür; bazı arkadaşlarınız ise yaşadığınız ilişkiyle dost olur. Dostluk, bir seçimden öte, ilişkide kazanılan ve hak edilen bir şeydir. Çünkü insanlar ilişkilerinde birbirlerini defalarca, farkında olarak ya da olmadan, sınavdan geçirirler. Bu sınavları başarıyla geçenler dostluğu hak eder. Yani karar vermeyle, seçmeyle olmaz. Süreç içinde gelişir ve olgunlaşır.
Sven Nadolny’in bir kitabı var. Selim oder Die Gabe der Rede. Romanın kahramanın bir dostu var. Selim isimli bir Türk. Kitabın bir yerinde (kitabı bulamadığım için aklımda kaldığı biçimde yazıyorum) Nadolny dostluğu anlatır… Selim’le ben tanıştık, konuşmaya, birbirimizi tanımaya başladık. Bir süre sonra anladık ki biz dostuz… Dostluk ilişki içinde zamanla oluşur. Ön seçimle belirlemek zordur yani…
İnsanın güven ilişkisi kurduğu ilk kişi çoğunlukla annesidir. Dostluk bağını da genellikle annesiyle dost olma deneyiminden öğrenir. Ancak dostluğu bitirmek çoğu zaman bir kararla olur. Dostluk sınavını geçemeyen biri, farkında olunarak ya da bilinçsizce “listeden silinir.” Dostluk hem zaman hem de deneyimle sınanır ve anlam kazanır.
Sonuç olarak, güven gibi dostluk da bir “karar” meselesi olmaktan çok, bir ilişkinin içsel dinamiklerinden doğan, zaman içinde kazanılan bir bağdır. Bu bağı sürdürebilmek için bireyin önce kendisiyle barışması ve ilişkilerde karşılıklı sınavları geçebilmesi gerekir. Popüler psikolojinin sunduğu hazır çözümler, bu karmaşık süreci anlamak ve dönüştürmek için yetersiz kalır.
“Öğrencilerime hep şunu söylerdim: Evliliği yaşınız geldiğinde değil, doğru kişi geldiğinde yapın”.
Bu sözler, yüzeyde mantıklı görünebilir, ancak derinlemesine düşünüldüğünde birçok problem barındırıyor. Hiç kimse yanlış eş seçerek evlenmiyor galiba. Nikah masasına oturanlar o an en doğru seçimi yaptıklarını düşünüyorlar.
Keşke bu tür genel geçer öğütler verilmeseydi ve bu söylemler psikolojik doğrular olarak kabul edilmeseydi. Çünkü uzmanlardan “doğru” olarak öğrenilen yanlışları değiştirmek, birine sıfırdan bir şey öğretmekten çok daha zordur. Yüzme bilmeyene yüzme öğretmek kolay olabilir, ama yanlış öğrenilmiş bir yüzme tekniğini düzeltmek çok daha zahmetlidir.
Evlilik yaşı gelen bir kişi, doğru kişiyi buluncaya kadar ne yapmalı? Bu “doğru” kişiler nasıl gelir? Katalogdan mı seçilir, yoksa kargo servisi mi vardır? Bu sorular ironik gelebilir, ama aslında bu “doğru kişi” mitinin ne kadar soyut ve muğlak olduğunu gösterir.
Evlilik, dinsel anlamda kutsal kabul edilen, ama pratikte eşitsizlikler ve sömürü üreten bir kurumdur. Toplumsal olarak en çok kötüye kullanıma açık ilişki biçimlerinden biridir. Bu nedenle, evlilik eleştirilmeli, sorgulanmalı ve bu kutsal algısından kurtarılmalıdır. Evlilik, bir idealleştirme değil, bir gerçekliktir ve bu gerçeklik birçok açıdan eşitlikten ve adaletten uzaktır. Evet, burada evlilik ile kastedilen, heteroseksüel ve resmi nikah çerçevesinde tanımlanan geleneksel ilişki biçimi. Bu tanım, yalnızca belirli bir ilişki biçimini ifade etmekle kalmaz, aynı zamanda geleneksel evlilik yapısı içinde ideal bir ilişki tanımlama çabasını da dolaylı içerir.
Alkol bağımlısı olan gencin annesi de ‘yanlış arkadaşa’ uydu anlatısıyla kendisini avutuyordu. Yani kendisi, içinde büyüdüğü aile, sosyal ilişki ağı, yaşam koşulları ve psikolojik olgunluk düzeyi değil de tek sorumlu ‘kötü arkadaş’tı… Bu çerçevede, doğru kişi miti, genellikle bu geleneksel evlilik yapısının dayattığı normları ve beklentileri sürdürmeyi hedefler. Bu ideal, ilişkide eşitlik, özgürlük ya da karşılıklı destek gibi bireysel ihtiyaçlardan çok, toplumsal normlara ve statükoya hizmet eder. Doğru kişi söylemi, bu nedenle, bireyin özgün ilişki dinamiklerini anlamaktan çok, heteronormatif bir idealin peşinden gitmeyi teşvik eder.
Geleneksel evlilik tanımı, aynı zamanda ilişkilerdeki güç dengesizliklerini ve toplumsal eşitsizlikleri göz ardı etme riskini taşır. Resmi nikah ve heteroseksüel ilişkiler çerçevesindeki bu ideal kavramı, çoğu zaman ilişkilere dair eleştirel bir tartışmayı engeller ve evlilik kurumunu sorgulanamaz bir zemine oturtur. Oysa evlilik, tarihsel ve toplumsal bir bağlama sahiptir ve her birey için farklı anlamlar taşıyabilir.
Sonuç olarak, bu söylem, yalnızca bireylerin kişisel mutluluğunu değil, aynı zamanda evlilik gibi toplumsal kurumların sorgulanmasını da etkiler. Doğru kişi arayışı, bireylerin ilişkilerdeki gerçek ihtiyaçlarını gölgede bırakabilir ve onları toplumsal normlarla tanımlanan bir ideali gerçekleştirmeye zorlayabilir.
Dinler tarihi ve Eski Mısır Kültürü uzmanı Jan Assmann, doğru ve yanlış kavramlarının yeryüzüne monoteizmle indiğini söyler. Tek tanrılı dinlerin kurucusu olarak bilinen Eknaton Aton tanrısı dışındaki tanrıları yanlış tanrı ilan etti. Muhammed de putları yanlış tanrılar olarak kırdı. Doğru ve yanlış, aslında dinsel kategorilerdir; psikolojik değil. Psikoloji, insanların bireysel ve toplumsal deneyimlerini anlamaya çalışırken, bu tür ahlaki kesinliklere dayanmaktan ziyade bağlamsal ve dinamik bir yaklaşıma ihtiyaç duyar.
“Dünyanın en mutlu insanı kimdir diye sorsalar, eş seçimini doğru yapanlar derdim”
Sözü, yüzeyde anlamlı ve çekici görünebilir. Ancak bu ifade, mutluluk gibi karmaşık bir olguyu, evlilik ve eş seçimiyle sınırlayarak oldukça indirgemeci bir yaklaşımı temsil ediyor.
Mutluluğu nasıl ölçüyoruz? Mutsuzluğu anlamak çoğu zaman daha kolaydır; kayıplar, hayal kırıklıkları ve travmalar üzerinden tanımlanabilir. Ancak mutluluk, bireyin kendi öznel deneyimi, ihtiyaçları ve değerleriyle şekillenir. Peki, mutluluk gerçekten sadece evliliğe ve eş seçimine mi bağlıdır? Depresif bireylerin mutsuzluklarının kaynağı yalnızca eşleri midir? Ya çocuklar, onların eşleri yok; mutsuzluklarının nedeni ne olabilir? Evlenmeyen ve bu kararı bilinçli şekilde veren bireyler mutsuz mu sayılmalı?
Doğru ya da yanlış eş kimdir? İnsan, sürekli değişen ve dönüşen bir varlıktır. Eş seçiminde, seçim anında kişi genellikle en doğru kararı verdiğini düşünür. Ancak zamanla, bireylerin yönelimleri, ihtiyaçları ve değerleri değişebilir. Bu değişim, iki kişi arasında paralel bir şekilde gerçekleşmezse, ilişkideki uyum bozulabilir. Kimse “yanlış eş seçerek” mutsuz olma amacıyla evlenmez. Bu durumda, eş seçiminin “doğru” ya da “yanlış” olduğuna nasıl karar verilebilir?
Ayrıca, dünya yuvarlak olduğu için, üzerindeki her doğru çizgi, en nihayetinde bir eğriye dönüşür. Bu mecaz, doğru ve yanlış kavramlarının mutlak değil, bağlama ve zamana göre değişen kavramlar olduğunu hatırlatır. Bugünün doğrusu, zaman içinde yanlış olarak görülebilir. İnsan değişir ve bu değişim doğruların ve yanlışların da yeniden değerlendirilmesini gerektirir.
Doğru ve yanlış, çok problemli kategoriler... Bu tür anlatılar insanın bilinçötesinin yok sayıyor. Eş seçiminde insanın ilişkilenme deneyimlerini görmezden gelme de var.
Sonuç olarak, mutluluğun ya da mutsuzluğun yalnızca evlilik ve eş seçimiyle tanımlanması, bireyin gerçek ihtiyaçlarını ve yaşam koşullarını anlamaktan uzak bir yaklaşımdır. Mutluluk, tek bir doğru kararın ya da idealin sonucu değil; bireyin kendisiyle, ilişkileriyle ve çevresiyle olan dinamik uyumunun bir sonucudur.
Doğan Cüceloğlu’nun şu sözünü de tartışmak gerek:
Makam, mevki, rütbe, ünvan; bunların hepsi cekettir. Ceketi asar bir yere gideriz. Arkamızda sadece insanlığımız kalır’.
Ancak bu metafor, mesleklerin, ünvanların ve makamların insanın kişiliği üzerindeki derin etkisini yeterince hesaba katmıyor. İnsan, eğitim ve çalışma sürecinde mesleki kimliğini içselleştirir; ünvanlar, rütbeler ve makamlar zamanla kişiliğinin bir parçası haline gelir. Bu nedenle, bu özellikleri bir “ceket” gibi çıkarıp bir kenara asmak mümkün değildir.
Bir akademisyen, ünvanını edinirken o ünvanın sorumluluklarını ve etiğini de öğrenir. Bu süreç, yalnızca bir meslek edinme değil, aynı zamanda insanın değerlerinin ve deneyimlerinin olgunlaşma sürecidir. Emekli olduğunda insan, metaforik olarak ceketini çıkarmış olabilir, ancak yıllar boyunca kişiliğine eklenen bu özelliklerden emekli olamaz. Örneğin, bir şair, bir yazar, bir sosyolog, psikolog ya da bir aydın için böyle bir “ceketi asma” durumu söz konusu bile değildir; çünkü bu kimlikler, mesleğin ötesinde, kişinin varoluşuna işlenmiştir. Psikanalist Janine Chasseguet-Smirgel (Kunst und Schöpferische Persönlichleit=Sanat ve yaratıcı kişilik, 1988, s.12) bir operatörün işten sonra neşteri bırakıp önlüğünü ve eldivenini çıkararak ‘normal hayatına’ dönebilmesinin mümkün olduğunu yazar. Ama bilinçötesiyle tanışan/çalışan biri için bu zordur.
Ünvanlar ve makamlar, insanın yalnızca mesleki yaşamını değil, toplumsal ilişkilerini de şekillendirir. İnsan bu ünvanlar aracılığıyla güce ulaşır. Ancak gerçek sınav, bu güçle birlikte gelir. Zor olan, ceketliyken insan kalabilmektir. Güce sahipken, bu gücü insanlığa zarar vermeyecek şekilde kullanmak, kişiliğin derinliklerinde yer etmiş değerleri koruyabilmek en büyük erdemdir.
Bugün sahnedeki birçok politik figürden, gücün insanları nasıl yozlaştırıp zombileştirebildiğini net bir şekilde görebiliyoruz. Güç, insanlığı sınar ve çoğu zaman bu sınavı kaybettirir. İşte bu noktada, Doğan Cüceloğlu’nun insan olmanın önemine yaptığı vurgu çok haklıdır.
“Tüm dikkatinle karşıdakini dinlemek, ‘sen varsın, sana değer veriyorum’ demenin en kestirme yoludur."
Cüceloğlu’nun önerdiği gibi “tüm dikkatinle dinlemek” genel ilişkilerde değerli ve anlamlı bir tutumdur. Ancak psikanaliz gibi özel bir bağlamda, dinleme süreci daha karmaşıktır ve yalnızca bilgiye değil, bu terapik bölünmeyi sürdürebilme becerisine de ihtiyaç duyar.
Doğan Cüceloğlu’nun “Ölümün saati yok. Yanınızdaki kişiye değer verin; kırmayın onu. Durup, durup sevdiğinizi söyleyin, özel hissettirin. Çünkü ölümün saati yok” sözü, ilk bakışta etkileyici ve anlamlı görünebilir. Ancak bu söylem, daha derin bir düzeyde sorgulandığında bazı sorunlar barındırıyor.
Ben insan ilişkilerinin bir şablona göre düzenlenmesine kuşkuyla bakıyorum. Sevginizi göstermek için sevgilinize çiçek alın, ya da sıkça sevdiğinizi söyleyin programlarında bir yapaylık da var. Tomris Uyar Berlin’de karşılaştığımızda söylemişti… Sevgiyi/cinselliği insanca yaşadığımızda o ilişki kendi kavramlarını da oluşturur… Sevgi galiba rahat bırakılırsa kendi yolunu/dilini bulabilen bir duygu.
Bu ifade, ölümün ilişkiyi sonlandırması gerçeğinden yola çıkarak, ilişkileri ölümün kaçınılmazlığı üzerinden düzenleme çabasını da içeriyor. Adeta, gelecekteki ölüm anından bugüne bakarak, geçmişimizi (yani şu anki ilişkilerimizi) düzenlememiz gerektiğini öneriyor. Bu yaklaşım, sevgi ve değer vermeyi, ölüm korkusu ve suçluluk duygusu eksenine oturtabilir. Sevgiyi, doğal bir duygu ya da bağ kurma çabası yerine, ölümün yarattığı bir zorunluluk gibi ele alır. Bu da sevginin anlamını, ölecek olmanın yarattığı pişmanlıklardan kaçma çabasına indirger.
Cüceloğlu’nun söylemi etkileyici olsa da keşke bu tür bir ilişkinin nasıl kurulacağını, sevgi ve bağlılığın ölüm korkusundan bağımsız olarak nasıl derinleşeceğini de açıklasaydı. Sevgi, yalnızca ölümden önce yapılması gereken bir görev değil, ilişki içinde karşılıklı olarak inşa edilen bir bağdır. Bu bağ, ancak samimi bir anlayış, paylaşım ve empati ile mümkündür; ölüm korkusuyla değil.
Sevgi ve ilişkiler, ölümün kaçınılmazlığı üzerinden değil, yaşamın kendisi üzerinden ele alınmalıdır. Sevgi, pişmanlık ya da suçluluk duygusundan kaçışın bir aracı olmaktan ziyade, insanın varoluşunu anlamlı kılan en temel bağdır. Bu bağın nasıl kurulacağı üzerine düşünmek, yalnızca ölüm korkusuna dayanan önerilerden çok daha derin ve anlamlı bir yol sunabilir.
Bu yazılarla, haklı olmaktan çok (öz)eleştirel bir bakışın önemine dikkat çekmek istedim. Psikolojiye olan ilgimde Doğan Cüceloğlu’nun da büyük bir etkisi oldu. Doğan Cüceloğlu, benim de öğrenmekten keyif aldığım ve zaman zaman anlamak için okuduğum bir isimdi. Hayatına dair söylediklerini, sade ama derinlikli yaklaşımlarını çok değerli buluyorum. Ancak sosyal medyada, fikirlerinin tek bir cümleye indirgenmesiyle psikolojiyi derinlemesine anlamak neredeyse imkânsız. Psikolojiye uzun yıllar emek vermiş birinin yazdıklarından, sosyal medyada çokça alıntılanan ve cımbızla seçilmiş sözleri üzerine düşünmek, beni bu konularda yazmaya yöneltti.
Devam edecek…