Sanat, yaratıcılık ve narsizm 2 - Travma ve yaratıcılık

Sanat politiktir. Hayatı nasıl anlamlandırdığımız da son derece politiktir. Sanatçıların çok politik olmaları estetikten taviz gibi anlaşıldı. Bir zaman sonra da sanatçıların kendi politik renklerini göstermeleri ayıplandı.

Belki de sanatçılar ve kâşifler için en isabetli tanımı psikanalist Masud M. Khan yapmıştır: “Dâhiler, aramadıklarını bile bulurlar; bizim gibi sıradan insanlar ise bulunanı yeniden bulmakla yetinirler” (Mathias Hirsch, 2023, Kreativität und Schuld als Wurzeln der Kultur = Kültürün Kökleri Olarak Yaratıcılık ve Suç, s. 14). Her insan yaşamı boyunca onlarca travmatik olay yaşar. Ancak her yaşanan, travmaya yol açmaz. İnsanın gücü, travma sonrası geliştirdiği koruyucu ve sağaltıcı tutumlarla bu etkinin kırılmasında, zayıflatılmasında yatar. Ama çoğu kez travmadan bir iz kalır. Zaten travma sözcüğü de kelime anlamı olarak yaralanma değil midir? Yara kabuk bağlasa da izi kalır.

‘Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!’ Cahit Külebi

Her travma, içsel bir karmaşaya neden olur. Sanat, belki de bu kaosu düzene koyma, kontrol etme çabasıdır. Travma iz bırakır; sanatçı da içindeki bu izi dışa vuran ve böylece başkalarında dönüştürülmüş bir iz bırakmayı deneyen kişidir. Bu yüzden sanat çoğu kez iz bırakmak, etkilemek için yapılır. Yazmak… Anlamlandırmak. Travma, insanın anlam dünyasının dışında yaşadığı bir olaydır. Bu yüzden çoğu kez suskunluk ve felç hissi yaratır. Travma, anlatılamayan, sembolize edilemeyendir. Sanatçı işte tam da bunu başka türlü anlatmaya, travmayı ifade edilebilir ve anlaşılır kılmaya çalışan kişidir. Bir anlamda, sanat eseri bazen dışa vurulmuş, dışlaştırılmış bir travmadır. Anlamadığımız, anlamlandıramadığımız şeyler bizi huzursuz eder. Oysa biz, anlayarak, anlamaya çalışarak, dünyaya bir düzen vererek rahatlar ve bilinmezi denetleyebileceğimizi sanırız. Sanat, hayata başka, yeni anlamlar arama ve ona isim koyma çabasıdır.

Bazı psikolojik olayaları en kısa ve vurucu biçimde sanatçılar anlatıyor.

‚mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele!‘ Nazım Hikmet

Sanat, çoğu kez hayatı anlamlandırmaya çalışır. Sanat politiktir. Hayatı nasıl anlamlandırdığımız da son derece politiktir. Sanatçıların çok politik olmaları estetikten taviz gibi anlaşıldı. Bir zaman sonra da sanatçıların kendi politik renklerini göstermeleri ayıplandı. O dönemler yürüyüşlerde (bugün hala) şiir dizleri, roman, öykü cümleleri slogan olarak söylenirdi. Sanatın slogan olmadığı fikri benimsenmeye başlandı. Sanatçılar sanatçı olmak/kalmak için tövbe etmişçesine sanatlarında politikadan uzak durdular. Zulmü, ölümleri görmezden gelmek sanatsal olgunluk adeta… Sanatçılar, slogancı sanattan kurtulabilmek, aralarına mesafe koyabilmek için politikadan, doğrudan politik söylemden fazlasıyla uzaklaştılar. Oysa bugün sosyal medyaya baktığımızda, sloganların, reklam sözlerinin, aforizmaların vuruculuğunun ve cazibesinin geri döndüğünü, üstelik çoğu zaman bu söylemin apolitik kaldığını görüyoruz.

‚Silgiler silerken silinirler de!‘ Ece Ayhan

Sanat sadece slogandan ibaret değildir. Ama slogansız sanat da bir hayli yavan. Yavan… Oral bir söylem… Benim sanatta aradığım, insanın en ilkel dönemine dair bir haz. Sanatın anal konuları olması gerektiği fikrinin (disiplin, obsesif politikadan kaçınma çabası – ki bu aslında imkânsız) fazla öne çıkarılmasına, oral bir arzuyla verilmiş bir tepki belki de benimkisi…

Uzun yıllar boyunca sanatçılar, aynı zamanda entelektüellerdi. Çoğu, birçok konuda bilgili, uzman, hatta âlimdi. Bu da onları ayrıcalıklı ve saygın bir konuma getiriyordu. Ancak akademinin gelişmesi ve çeşitli alanlardaki bilgi birikiminin derinleşmesi, sanatçıları bu konumdan uzaklaştırdı. Buna ek olarak, sosyal medyanın yükselişi herkesi, her konuda kendini uzman ya da âlim sayan bir insan topluluğuna dönüştürdü. Tüm bu değişimler, sanatçılar için bir prestij kaybı ve aynı zamanda narsistik bir incinme anlamına geliyor. Ve sanıyorum ki, bazı sanatçılar bu incinmeyle baş etmekte zorlanıyor.

Sanatçı: Tragedayası olandır

Psikanalist Thomas H. Ogden, sanat üzerine önemli yazılar yazmıştır. Şiirin, her ne kadar sözcüklerle yazılmış olsa da, aslında sözsüz bir duygulanım deneyimi olduğunu söyler (2004, Gespräche im Zwischenreich des Träumens, s.165). Sanat, çok iyi bildiğimizi sandığımız bir olay ya da duruma dair yaşadığımız yeni ve farklı bir deneyime imkan verir. Başkalarının yazdığı bir şiiri okuduğumda, o dizelerde hem ben varım hem de şair. Ama arada üçüncü bir şey var. Hem ben ve şairin de içinde olduğu ama aynı zamanda ikimizin dışında bir üçüncü… Ogden (s. 151), şiirin okurla şair arasında, üçüncü bir yerde olduğunu ifade eder. Şiir bir araçtır, aradadır, arada olandır. Okuduğumda, şiiri seslendirerek, ona kendi sesimi vererek, böylece kendimi katarak—benim sandığım ama aslında bana ait olmayan—üçüncü bir şey yaratırım. Şiir, hem benimdir hem de benim dışımda. Belki de şiiri ilginç kılan, tam da bu “üçüncü”dür. Okurun şairle bir‘leştiğini, bütünleştiğini sandığı o an… Nefesimi dizler üzerinden şairin nefesine kattığım an. Şiir/sanat bu anlamda erotiktir. Çok yakınlaşmaya iç içe olmaya izin verir. Üçüncünün yansıra okurun yakınlığı deneyimler. Şaire haset çoğu kez şairi idolleştirerek, yücelterek ve özelleştirilerek örtülür. Bu aradada yüceltme çok agresiftir. Sevdiğimizi uzağa itmektir. Yücelttiğimizle gerçek ilişkiden kaçınırız. Yüceltmenin diğer yanı değersizleştirmedir. Yücelttiğimiz yer yücelttiğimizi düşüreceğimiz yüksekliktir de. Agresiftir yani. Şiirini okuduğum şair, o an orada olmadan, aslında orada bulunandır—zaten şiiri kurgularken bunu mümkün kılmak istemiştir.

Ben, travma ile sanatçı arasındaki ilişkiyi aramayı denedim. İlhan Berk söylemişti: “Şair, tragedyası olan insandır.” Trajedinin travmatik yanı belki de şudur: Kişi başarısız olacağını, yenileceğini, öleceğini önceden görür ama yine de yoluna devam eder. Trajedide bir seçim olsa da, trajik karakterler için aslında başka bir yol yoktur; onlar, o yolu gitmek zorundadır. Picasso’nun Guernica’sı da böyledir. Acının içinden doğan bir anlatı, kayıtsız kalmanın imkânsız olduğu bir sahnedir. Guernica bir anlatı değil, bir çığlıktır. Soyutlanmış figürler, parçalara ayrılmış bedenler, dehşet içindeki yüzler—hepsi, sadece bireysel bir acıyı değil, toplumsal travmanın görsel karşılığını oluşturur. Tıpkı bir şiirin okur ve şair arasında bir üçüncü alan yaratması gibi, Guernica da izleyiciyle sanatçı arasında bir etkileşim alanı açar. Bakarken kaçamayız, bir mesafe koyamayız; çünkü bu mesafe, savaşın dehşetinde zaten silinmiştir. Sanatın politik olması tam da budur. Acıyı anlatırken onu estetikleştirmeden gösterebilmek, sanatçının en zor sınavlarından biridir. Picasso’nun Guernica’sı, yalnızca İspanya İç Savaşı’nın değil, tüm savaşların, yıkımların ve trajedilerin evrensel bir sembolüdür. Tıpkı trajik bir kahramanın kaderi gibi, tarih de bazen kaçınılmaz bir döngü gibi işler. Ve sanat, bu döngüyü hem kaydetmek hem de ona karşı bir duruş sergilemek için vardır.

Guernica bir resim değil, bir çığlıktır. Figürlerle, renklerle yazılmış bir çığlık. Resim konuşmaz ama sanat, resme ses verir, onu konuşturabilir. Kürtçe bilmiyorum. Ama bir kadının söylediği melodiyi dinledim. Dilini bilmesem de ağzından çıkanın bir çığlık, bir acıyı anlatan bir ses olduğu çok belliydi. Sanat, diller üstü bir dil kurmayı başarır. O kadının ağıdındaki acıyı hissettirdi. İspanyolca da bilmiyorum. Tatilde biri bir şeyler konuşuyordu. Sesinin tonlamasından, dili kullanmadaki akıcılığından ve melodisinden, söylediğinin “olağan” olmadığını hissettim. Sanat olağanüstüdür… Sonradan öğrendim ki Neruda’nın bir şiirini okuyormuş.

Sanat—hiçbir roman, hiçbir şiir hayatı bütünüyle kapsamaz. Ama hayatın bir anına, bir dönemine denk düşer… Sanat bazen bir provokasyondur. Yasak olanı açığa vurur, gizli olanı görünür kılar. Tabuları çiğner. Ancak sanat, bunu yaparken aynı zamanda bir çerçeve de çizer. Bu yönüyle ritüele benzer. Ritüel de en yasak, en ayıp olanı açıkça sergiler. Fakat ritüelin çerçevesi, onun kontrolden çıkmasını önler. Böylece en yasak olan gözler önüne serilir, insan onunla ilişki kurar, ama ritüel olduğu için gerçeklikle bağı görmezden gelinir. Sanat da aynı şeyi yapar. Bir cinayeti anlatır—bütün ayrıntılarıyla. Sanat, özdeşleşme yoluyla haz sağlar. Bu özdeşleşme sayesinde izleyici imkânsızı yaşar: Sapıklığı, sapık olmadan deneyimleme imkânı. Ya da kahramanlar, katillerdir. Katillerle özdeşleşirken, katil olmadan katilliği yaşarız. Sanat bir illüzyon sunar.

İnsanların tutkuları var. Sanatta ise bu tutkuların derinliği hissedilir (Arlie Russell Hochschild, 2006, Das gekaufte Herz = Satın Alınmış Yürek, s. 56). Sanat abartır; ancak bazen bu abartı çok görkemli bir şekilde sergilendiğinde, derinlik kaybolabiliyorr. Sahne sanatçıları performans sanatçılarıdır. Bu tür sanatlar, şov unsurlarıyla sunularak daha çekici hâle getirilmeye çalışılabilir. Ancak bu noktada da derinlik sorunu ortaya çıkabilir. Derinlik, genellikle yapaylıkla anlatılamaz. Çünkü tutku hayattan beslenir; yapaylıktan ya da şovdan değil.

Her kültürün bir de duygu kültürü vardır. Ve bu duygu kültürleri arasında hem farklar hem de benzerlikler bulunur. Sanat, bu farklara rağmen insanlara dokunmayı başarır. Kültür dediğimiz örtüyü kaldırdığımızda geriye insan kalır. Sanat ayrıca o derinliklerdeki sadece insana ulaşır. Çıplak insan ve duyguları… Bazen bazı duyguların bir kültürde oluşmasını sanat sağlar. Örneğin, 17. yüzyıl öncesi Avrupa kültürlerinde “aşk” duygusuna rastlamayız. Aşk, Romantik dönemde sanatta konuşulmaya başlanır, ardından çoğaltılır, farklı sanat formlarında tekrar tekrar işlenerek dolaşıma sokulur. Günümüzde aşık olmak bize çok doğal, çok olağan gelir. Ama belki de bu “doğallık”, sanatın yüzyıllar süren üretimiyle mümkün olmuştur. İnsanlar zamanla duyguları sanat aracılığıyla öğrenebilir, kurabilir, içselleştirebilir. Aşkın Avrupa’da “keşfedilmesinde” Rönesans’ın duygusal açılımları kadar, Doğu’nun aşk masalları da belirleyici olmuştur. Leyla ile Mecnun’un, Şehrazat’ın izleri Batı’ya ulaşmış; duygu sınırları aşmıştır. Ute Frevert (2013, Vergängliche Gefühle / Geçici Duygular, s.13), sanatın üretmediği, konuşulmayan, yazılmayan, yani üzerinde durulmayan duyguların zamanla o kültürde kaybolduğunu söyler. Duygular ilgiyle, dille, imgeyle beslenmediğinde silinir gider. Ama işte tam da bu yokluk, bu suskunluk bir iz bırakır. Konuşulmayan duygular, bastırıldıkları yerde büyür, şekil değiştirir. Ve gün gelir, bu bastırılmış duygular sanatın kendisine dönüşür.

Her kültürün kendi yalanları vardır. Konuşulmayanları, üstü örtülenleri… Sanat bazen bu suskunlukları konu alır, bazen de yalnızca satır aralarına sakladıklarını fısıldar.

Her insan sanatçı değildir ama dikkatlice bakınca bazı alanlarda kısmi sanatçı eğilimleri olduğu görülebilir. Psikanalist Hans Müller-Braunschweig (1984, Aspekte einer psychoanalytischen Kreativitätstheorie= psikanalitik yaratıcılık kuramlarının boyutları, s. 122), insanda gündelik yaratıcılık biçimlerinin bulunduğunu söyler. Burada yaratıcılıktan kastı, orijinal ve yeni olanı yaratmaktır. Her insan aslında yaratıcılıkla başlar; otonom olmaya, yani kendi varlığını ortaya koymaya… Birincil yaratıcılık, aslında anne yerine bir oyuncak koymakla başlar. Psikanalist Donald W. Winnicott (1984, Kreativität und ihre Wurzeln, s. 66), bahsettiği ilk melodiye “lallen” der. (Lallen, bebeğin ilk melodik sesleri, örneğin “llalllllallllal” gibi sesler çıkarmasıdır.) İşte bu, bebeğin yaratıcılığıdır. Ağlamak—yani acının dışavurumu, çığlık—yanı sıra, bebek kendisine adeta bir ninni de söyler. Kendi ilk müziğini yapar. O an hem kendisi hem de annesi olur yani. Acının çığlığı olarak ya da sevinç sesi olarak müzik. Winnicott, bebeğin annesinin memesinin kendisine ait olduğunu sanmasını da ilk illüzyon, ilk hayal ya da fantezi olarak tanımlar (s. 67). Şunu söylemeye çalışıyorum: Her insanda yaratıcı eğilimler vardır ve bunlar yok edilemez. Sosyal medyada herkesin sanatçı rolüne bürünmesinin sebebi de işte bu eğilimi yeniden keşfetmek ve aktif hale getirmektir.

Sanat, yitirilen objeyi yeniden oluşturmaktır. Bazen de kaybın yasını tutmamızı sağlar. Bazı yapıtlar yasın kendisidir. Bir başka acı ve yas da sınırlılığımıza aittir. Ölüm. Sanat, insana kendi ölümünü hayal ettirir. Ama sadece ölüm değil, başka bir sınırlılık da insanın “kendisi” olmaktan ibaret olmasıdır. Yani kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk olmakla sınırlı olmak… Psikanalist Thomas Auchter (1984, Die Suche nach dem Vorgestern—Evvelki Günü Arayış, s. 207), Erik Erikson’a gönderme yaparak, insanın “olduğu şey olmaya mahkumiyeti”ni kabullenmenin zorluğuna değinir. Sanatçı, kendi sınırlarını zorlayarak ötekini figür olarak yaratır. Ama sadece yaratmaz, onunla özdeşleşir de. Dustin Hoffman ve Jack Nicholson, oynadıkları hasta rollerinden film bittikten sonra bile çıkmakta zorlanmışlar. Bir yazar, yarattığı figürde çocuk, kadın, eşcinsel olabilir. Ama bu figür, sanatçının kendisi olmadığı için arada bir mesafe de bırakabilir. Hem öteki olmak, onunla özdeşleşmek, hem de ötekini öteki olarak yaratmak ama kısmen kendi kalabilmek… Kısacası, bir erkek yazar kadını anlatırken, erkekliğe mahkumiyetini, bu sınırlamayı ortadan kaldırabilir.

Freud, yas ve melankoli arasındaki farkı tartışırken, yasta kaybedilen nesnenin zamanla içselleştirildiğini, kabullenildiğini söyler. Oysa melankolide kayıpla birlikte benliğin de bir parçası eksilir; yas tutulamayan kayıp, içimizde bir boşluk olarak kalır. Sanat, bu boşluğu doldurmaz ama ona bir biçim verir. Kaybı somutlaştırır, anlatıya, renge, harekete, sese dönüştürür. Sanat, yasın mekânıdır. Bazı yapıtlar, kaybın izini taşır. Anıta dönüşürler. Sanatçının kendi acısını işlediği eserler, zamanla toplumsal yasın taşıyıcısına dönüşebilir. Picasso’nun Guernica’sı sadece bombalanan bir şehri değil, savaşın kolektif travmasını anlatır. Goya’nın 3 Mayıs 1808 tablosu, kurşuna dizilenlerin korkusunu değil, tüm zamanların katledilenlerini hatırlatır. Bazı sanat eserleri sadece hatırlamak için değil, hatırlatmak için vardır. Sanat bir anımsatmadır (Rainer Gross, 2019, Heimat=Yurt, s. 75). Sanat, yaşadığımız veya arzuladığımız, bizde iz bırakan duygusal yoğunluklarla bizi karşılaştırır. İçimizde çözülemeyen bir düğümü, bir çelişkiyi anımsatır. Sanatta kendimizle karşılaşırız. Sanat aracılığıyla içimizde kendimize bir koridor açılır adeta. Bazen de ötekine uzanır bu koridor. Bazen bizi garip olanla, kendimizde reddettiğimizle ve yeniyle tanıştırır.

Bunları yazarken Deniz’i, İbo’yu, Sinan’ı, Ulaş Bardakçı’yı düşünüyorum… Onların yası nasıl tutuldu? Onların kaybı nasıl anlatıldı? Onlar için yazılan şiirler, çizilen resimler, söylenen türküler—hepsi birer yas çalışmasıdır bir anlamda. Bir insan öldüğünde, onun anısı yaşayanların belleğinde şekillenir. Ama sanat, yalnızca kişisel hafızaya değil, kolektif hafızaya da kazır kayıpları. Sanat, unutmaya karşı bir dirençtir.

Ve belki de en çok bu yüzden, bazı yapıtlar sadece bir çığlık, yastır…

Sanat sanatçının yurdudur çoğu kez.

Peter Sloterdijk, (2019, Zorn und Zeit=Öfke ve zaman, s. 20, 5. Baskı) insanların tutkuları yok tutkuların insaları var (=Nicht die Menschen haben ihre Leidenschaften, die Leidenschaften haben vielmehr ihre Menschen) derken sanatçıdan söz eder adeta.

Ve tenindeki o yumuşaklık, sesinde huzur/ben sende hiç yabancı değilim/sevgili olmak/ yetersizlik/sen/sen yurdum ol benim…