Savaş, Yenilgi ve Propaganda: Antik Çağdan Modern Zamanlara Yenilenin Kaderi

Barış, yalnızca sonuç değil, sürekli yeniden kurulan bir süreçtir. Hınç, mağduriyet, intikam, bağışlama ve tanınma gibi çok katmanlı duygulanımlar ve söylemler bu sürecin hem ön koşulları hem de engelleridir.

Savaşlar yalnızca askeri çatışmalardan ibaret değildir; aynı zamanda iktidarın yeniden dağıtıldığı, kuralların yeniden yazıldığı, hak ve varoluş sınırlarının yeniden çizildiği tarihsel olaylardır. Bu bağlamda “yenilen” yalnızca savaş alanında mağlup edilen taraf değildir; aynı zamanda insan haklarından, ekonomik kaynaklardan, kültürel kimlikten ve hatta yaşama hakkından mahrum bırakılan öznedir. Bu yazı, daha önce bu köşede başlattığım savaş ve terör üzerine düşünsel çözümlemelerin devamı niteliğindedir. Amacım, tarihsel örnekler üzerinden yenilgi olgusunun siyasal, toplumsal ve kültürel sonuçlarını incelemeyi sürdürmek ve bu bağlamda savaşın sadece cephede değil, toplumsal dokuda bıraktığı derin izleri görünür kılmaktır.

Yenilginin Çok Katmanlı Gerçekliği

Yenilgi, yalnızca askeri bir sonuç değildir; aynı zamanda toplumsal hafızaya kazınan, kuşaklar boyunca aktarılan çok katmanlı bir deneyimdir. Mağlup olan taraf, yalnızca toprak, asker ya da iktidar kaybı yaşamaz; aynı zamanda özsaygısını, temsiliyet hakkını ve tarih yazma kudretini de (yenenlerin anlattığı tarihi biliriz yenilenler, yok olanların değil) yitirebilir. Bu nedenle yenilgi, maddi kayıpların ötesinde, çeşitli travmalar içeren karmaşık bir travma niteliği taşır. Travma sözcük anlamı itibariyle de yara demektir. Travmanın bu biçimi hem bireysel hem de kolektif kimliğe yönelmiş bir yara hâlinde varlığını sürdürür. Yenilen topluluklar, çoğu zaman bu durumu doğrudan kabul etmektense, yenilgiyi anlatı aracılığıyla dönüştürmeye yönelirler. Efsaneleştirilen kahraman figürleri, ihanet mitolojileri, kayıpların kutsallaştırılması ve kurban söylemleri, bu dönüşümün temel araçları arasında yer alır. Bu sayede yenilgi, bir utanç kaynağından, zamanla kolektif bir öfke ve hak iddiasına evrilir. Bu ise, ileride doğabilecek çatışmaların psikolojik zeminini hazırlar.

Barışın önündeki en büyük engellerden birisi şu: Bugün adına “barış süreci/çalışması” denilen durumda taraflar, yenilmemiş gibi, hatta zafer kazanmışçasına bir pozisyondan konuşmaktadır. Oysa bugünkü barış arayışı aslında bir zorunluktan doğmakta. Çünkü savaş, taraflardan hiçbirinin kesin bir üstünlük sağlayamayacağı bir noktaya geldi. Onlarca yıldır ‘kazandık/kazanacağız/ üç, beş kişi kaldılar’ anlatısının anlamsızlaşması. Bugün ortada ne açık bir galibiyet ne de açıkça kabul edilmiş bir yenilgi var. Benim hiç de uzman olamadığım bir mesele de şu: Bazı uzmanlar uluslararası güç dengelerinin ve stratejik hesapların bir uzlaşıyı zorladığına işaret ediyorlar. Yani birçok dinamiğinin rol oynadığı kazanan ve kaybedenin belli olmadığı ve bu anlamda, daha önce çok az deneyimlenmiş, tanımı ve sınırları belirsiz bir barış biçimiyle karşı karşıyayız. Bu tür süreçlerde taraflar ne zaferin meşruiyetine ne de yenilginin itirafına sahip oldukları için, barışı da kendi konumlarına göre yeniden tanımlamaya ve karşı tarafa dayatmaya çalışırlar. Bu ise, barışı kırılgan, çelişkili ve karşılıklı güvensizlikle malul bir yapıya dönüştürür.

Hakemsiz Barış: Üçüncü Tarafın Yokluğunda Güven Bunalımı

Barış sürecinin yapısal zorluklarından biri de çatışan tarafların çözüm sürecini doğrudan, birbirlerine güvenmeden yürütmek zorunda kalmalarıdır. Oysa birçok kültürel bağlamda bir çatışmanın sonlandırılması, yalnızca iki taraf arasında değil, üçüncü bir tarafın dahil olmasıyla mümkündür. Bu üçüncü taraf, çoğunlukla bir hakem, arabulucu ya da garantör/kefil olarak devreye girer ve ilişkinin “üçlenmesini” sağlar. Bu yapı, psikoanalitik düzeyde “ödipal üçgen”e benzer biçimde işlev görür: Taraflar arası doğrudan çatışma, üçüncü bir figürün varlığıyla sembolik düzleme aktarılır. Bu üçüncü taraf, yalnızca teknik bir arabulucu değil; aynı zamanda güvenin yeniden inşasına hizmet eden bir yapıdır. Taraflar birbirine güvenmediği için, bu aracıya güvenerek müzakere eder; onun tarafsızlığına, adaletine ve dengeleyici işlevine dayanarak bir çözüm zemini kurar. Üçüncü taraf, bu anlamda yalnızca bir “dış destek” değil, aynı zamanda çatışmanın duygusal gerilimini dağıtan, öfkenin doğrudan hedefe yönelmesini engelleyen bir psikopolitik tampon bölge işlevi görür.

Ancak yaşandığımız bu yeni süreçte bu işlevi üstlenecek bir dış hakem ya da ara güç bulunmamaktadır. Taraflar hem çatışmanın tarafı hem de çözümün yürütücüsü olmak durumundadır. Bu durum, süreci hem sembolik hem de duygusal olarak son derece kırılgan kılar. Zira bu durumda, devletin uzun yıllar boyunca “terörist”, “bölücü” ya da “katil” olarak tanımladığı bir aktörlerle doğrudan diyalog kurması; hatta bir çözüm sürecinde o aktör(leri)ü muhatap alması gerekir. Bu, yalnızca siyasi bir manevra değil, aynı zamanda büyük bir anlatı değişimini ve duygusal dönüşümü zorunlu kılar. Barışın bu biçimi, üçüncü bir tarafın yokluğunda, ötekine güvenme değil, önce birbirini mecburen tanıma üzerine kuruludur. Ancak bu tanıma, geçmişin söylemleriyle ve öfkenin hâlâ canlı olduğu bir zeminde gerçekleştiğinde, barış süreci kaçınılmaz olarak yüksek gerilimli, kırılgan ve kolay kışkırtılabilir bir hâl alır.

Yenilgi ve İntikam Arasındaki Psikodinamik Bağlantı

Yenilginin en yaygın duygusal karşılığı hınçtır. Bu duygu, yalnızca bireysel bir öfke hali değil; kolektif hafızada tortu bırakan, zamanla intikam arzusuna dönüşen bir duygulanımdır. Özellikle bastırılmış ya da tanınmamış mağduriyetlerde, bu duygu içselleştirilir ve siyasal retoriklerin temel enerjisi hâline gelir. Böylelikle savaşın bittiği yerde dahi savaşın duygusu yaşamaya devam eder. Bu bağlamda, savaş sonrası dönemler bir “barış dönemi” olarak tanımlansa da aslında çok sayıda görünmez çatışmanın sürdüğü, aktörlerin rollerini yeniden inşa ettiği ve duygusal cephelerin varlığını koruduğu ara dönemlerdir. Bu dönemde af yasaları çıkarılır, uzlaşı çağrıları yapılır, bellekler şekillendirilir. Ancak bu süreçlerin kalıcılığı, intikam arzusunun tanınıp tanınmamasına ve dönüştürülüp dönüştürülmemesine bağlıdır. Yani politik ve sembolik affın yanısıra ‘anlatma, dinleme, kabul etme, bağışlama ve gerçek anlamda barışma’ için de yol almak gerek.

Barış, Hatırlamanın Bir Biçimi Olarak

Savaş sonrası düzenin barış olarak adlandırılabilmesi için, yalnızca silahların susmuş olması yetmez. Aynı zamanda adalet duygusunun tatmin edilmesi, hakikatin ortaya konması ve kolektif hafızanın tanınması gerekir. Aksi hâlde kurulan düzen, yalnızca bastırılmış bir öfkenin gelecekte yeniden patlak vermesine zemin hazırlar (Freud: Bastırılanın şiddetli geri dönüşü). Barış, çoğunlukla geçmişin unutulmasıyla değil, onun dönüştürücü bir biçimde hatırlanmasıyla mümkündür. Unutmak, yüzleşilmemiş travmaların bastırılması anlamına geldiğinde, barış yalnızca geçici bir suskunluğa indirgenir. Oysa gerçek bir barış, geçmişle açık ve doğrudan bir yüzleşmeyi zorunlu kılar. Yüzleşme ise paradoksal biçimde, en etkili unutma biçimidir – yükten arındırarak hatırlamak.

Bu düşünce, 2023 yılında Almanca yayımlanan Erinnern als höchste Form des Vergessens (“Unutmanın En Yüksek Biçimi Olarak Hatırlama”) adlı ortak kitapta da dile getirilir. Kitaba katkı sunan yazarlar, özellikle Nazi dönemiyle yüzleşme çerçevesinde, geçmişin gelecek kuşaklara duygusal ve etik bir yük olarak aktarılmasının önüne geçmek için bilinçli ve sahici bir anımsama pratiğini savunurlar… Yaşadığımız bu süreç çok acıslı, sancılı da olsa aslında bir şans da. Her kriz bir fırsattır… Hatırlama, “ama”sız, “fakat”sız, mazur göstermeyen ve tarihselleştirme yoluyla yumuşatılmayan bir hatırlama olmalıdır kanımca. Bu tür bir hatırlama sayesinde geçmişin olayları hafızada tutulur; ancak taşıdığı duygusal ve etik yük zamanla dönüştürülerek hafifletilir. Böylece gerçek bir unutma değil, ama duygusal olarak daha taşınabilir bir hatırlama biçimi ortaya çıkar. Bu bağlamda “unutma”, ne bastırma ne de inkâr anlamına gelir; tam tersine, açık bir yüzleşme süreci aracılığıyla duygusal yoğunluğun çözülmesi anlamına gelir. Zira bir olayın zaman içinde yalnızca tarihsel bilgiye dönüşmesi, onun duygusal ağırlığından arındığı anlamına gelir. Örneğin, Niğbolu Muharebesi ya da Romalılarla Kartacalılar arasındaki savaşlar, bugün yaşayan bireyler için genellikle tarihsel veri niteliğindedir. Bu savaşların korkunçluğu akıl yoluyla kavranabilir; ancak bu olayların günümüz bireyinde güçlü bir duygusal tepki yaratması beklenmez. Bunun nedeni, söz konusu olayların duygusal aktarım zincirinden kopmuş, tarihsel bilgiye indirgenmiş olmalarıdır. Oysa bazı tarihsel olaylar –örneğin 1915, 1938, 1980– sadece tarihsel veri değildir; onlar devam eden duygulanımlar, kuşaklararası aktarılmış acılar, siyasi ve kültürel kimliğin parçalarıdır. Bu olaylarla ilgili bilgi, nötr değildir; yüklüdür, çağırır, yaralar, konum aldırır. İşte bu nedenle, barış çalışmalarında amaç yalnızca bu olayları belgelemek değil; onlarla kurulan duygusal ilişkinin dönüştürülmesini sağlamak olmalıdır. Hafıza çalışması, geçmişin yalnızca kaydını değil, aynı zamanda onunla birlikte yaşamanın –ve gerektiğinde ondan özgürleşmenin– yollarını da araştırmalıdır. Böyle bir yüzleşme, travmatik olayların kolektif hafızada sadece “sönümlenmesini” değil, aynı zamanda duygusal yükten tarihsel bilgiye evrilmesini sağlar. Bu ise ancak “unutmadan unutmak” olarak tanımlanabilecek bir etik-politik duruşla mümkündür. Bu perspektif, sadece Almanya için değil, Türkiye gibi çok katmanlı tarihsel travmalarla yaşayan coğrafyalar için de son derece önemlidir.

Ancak bu hatırlama pratiği, yalnızca mağduriyetlerin kronolojik bir dökümünden ibaret kalmamalıdır. Gerçek yüzleşme, yalnızca mağdurun anlatısının duyulması değil; aynı zamanda failin kendi sorumluluğuyla yüzleşmesi, her aktörün kendi tarihsel rolünü sorgulamasıyla mümkündür. Aksi hâlde, her topluluk kendi acısını merkeze alarak ötekini yeniden fail konumuna yerleştirir ve böylece barışın dili bir kez daha çatışmanın zeminine kayar. Dolayısıyla barış, toplumsal hafızanın yeniden yapılandırılmasıyla mümkündür ve bu yapılandırma, sadece sessizlikle ya da yasayla değil, etik olarak sorumluluk üstlenen, çoğul anlatılara alan açan bir yüzleşmeyle sağlanabilir.

Yenenler ve yenilenlerin şiiri

Nazım, Şeyh Bedreddin Destanı’nda yazmıştı: ‘Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını’.

Tarihte yenen tarafın, yenileni fiziksel olarak yok etmesi yaygın bir uygulamadır. Roma İmparatorluğu ya da Eski Mısır gibi antik uygarlıklarda, savaşın sonunda düşmanın yok edilmesi, köleleştirilmesi ya da siyasi haklardan bütünüyle dışlanması normatifti. Yenilenler yalnızca mağlup edilmekle kalmaz; aynı zamanda toprak, hayvan, barınma ve üretim gibi yaşamsal kaynaklarından da koparılırdı. Bu, doğrudan öldürmeyerek ama yaşama imkânlarını yok ederek dolaylı bir ölüm biçimi olarak değerlendirilebilir.

Sürgün ve Alan Kısıtlaması ya da Mekânsal Denetim Biçimi Olarak Zafer: Yenen tarafın uyguladığı sürgün politikaları, savaşın yalnızca geçmişe değil, yenilenin geleceğine de müdahale ettiğini gösterir. Sürgün edilen topluluklar çoğu zaman tarımsal üretim yapabilecekleri topraklardan ya da hayvancılıkla geçindikleri arazilerden mahrum bırakılarak ölüme terk edilmiştir. Bunun bir örneği, Amerika Birleşik Devletleri’nin yerli halkı rezervasyon bölgelerine kapatarak uyguladığı sistemdir: Hareket serbestliği kısıtlanmış, ekonomik ve kültürel varlıkları elinden alınmış topluluklar sürekli gözetim altında tutulmuştur. Bu bağlamda, savaş sonrası egemenliğin bir mekân politikası biçimi aldığı görülmektedir.

Denk Güçler Arasında Savaş/ Propagandanın Yükselişi: Tarihsel olarak bazı savaşlarda belirgin bir kazanan taraf olmayabilir. Mısır ile Hititler arasında gerçekleşen ve tarihteki ilk yazılı antlaşma olarak kabul edilen Kadeş Savaşı buna örnektir. Her iki taraf da antlaşmadan sonra kendi kamuoyuna galip gibi görünmüştür. Özellikle II. Ramses, kendisini duvar resimlerinde kahraman bir figür, düşmanı dize getiren bir yarı-tanrı gibi resmetmiştir. Bu durum, propaganda kavramının yalnızca modern çağla sınırlı olmadığını; bilgi akışının kısıtlı olduğu dönemlerde yalanın mitolojiye, mitolojinin hakikate dönüştürülebildiğini göstermektedir.

Modern Savaşlarda Propaganda: Afganistan ve Vietnam: Propaganda çağdaş savaşlarda da güçlü bir rol oynamaktadır. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çekilişi, askerî başarısızlığa rağmen kamuoyuna bir zafer anlatısı olarak sunulmuştur. Benzer biçimde, ABD’nin Vietnam Savaşı’nda belirlediği hedeflere ulaşamamasına rağmen, savaşa katılan askerler ülkelerine döndüklerinde kahraman gibi karşılanmışlardır. Yani yenemeyenler yenemediklerini kabul etmezler çoğu kez. Ancak bu örneklerde, antik dönemden farklı olarak, küreselleşen medya ve gelişen iletişim teknolojileri sayesinde bu çelişkili anlatılar dünya kamuoyu tarafından doğrudan gözlemlenmiştir. “Kazanılmamış ama kazanılmış gibi sunulan savaş”, artık sadece mitolojik değil, teatral ve medyatik bir kurgudur.

Savaşın Anlamı ve Yenilginin İnşası: Savaşın ardından ortaya çıkan toplumsal düzen, yalnızca fiziksel bir üstünlük göstergesi değil, aynı zamanda yenilgi ve zafer kavramlarının ideolojik olarak inşa edildiği bir sahnedir. Yenilen, yalnızca kaybeden değil; haklarından, kimliğinden ve tarih yazımındaki yerinden de silinen öznedir. Yenen ise yalnızca askerî değil, kültürel bir galibiyet de inşa eder. Propaganda, bu galibiyetin sürdürülebilirliğini sağlayan temel araçlardan biridir. Dolayısıyla, savaşları anlamak için yalnızca silahlı çatışmaları değil, sonrasındaki anlatı mücadelelerini de analiz etmek gerekir.

İnlerine girip köklerini kazıyacağız…Devlet ve Terör Arasındaki Çatışma: Kazanamayanlar Arasında Barışın Zorluğu

Modern devletlerin terörle mücadele stratejilerinde gözlemlenen en yaygın söylem, karşı tarafı küçümseme ve meşruiyetsizleştirme eğilimidir. Devlet, kendi kapasitesini abartılı biçimde sunarken, silahlı örgütleri etkisiz, dağınık ve kolayca yok edilebilir unsurlar olarak temsil etmeye çalışır. Bu söylemde örgüt “küçük bir grup” olarak tanımlanır ve “kökünün kazınması” kaçınılmaz olarak ilan edilir. Medya, terörle mücadele sürecinde sıkça “kahramanca operasyonlar”, “imha edilen teröristler” ve “verilen ağır kayıplar” gibi zafer temalı anlatıları dolaşıma sokar. Bu tür haberler, çatışmanın ilk evrelerinde kamuoyunda destek yaratma ve moral üstünlük kurma işlevi görür. Ancak zamanla bu anlatılar tekerrür etmeye başlar; mücadele uzar, çatışma kronikleşir ve askeri operasyonlar devam ederken asker cenazeleri de gelmeye devam eder. Böylece çatışmanın bitmek bilmeyen doğası, resmi söylemin zafer vurgusuyla çelişir.

Bu süreçte sıklıkla “anti-terör yasaları” devreye sokulur. Başlangıçta güvenliği sağlamak iddiasıyla çıkarılan bu düzenlemeler, zamanla hukuksuzluğu, keyfiliği ve kuralsızlığı meşrulaştıran araçlara dönüşür. Çok sayıda örnekte açıkça görülebileceği üzere, devletin terörle mücadele adına uyguladığı yöntemler, bir noktadan sonra onu terörün yöntemleriyle benzeşen, hatta terörselleşen bir aktöre dönüştürür. Bu, sadece hukuki değil, aynı zamanda etik bir çöküşün işaretidir. Devletin bu türden bir pratikle uzun süre yol alması, toplumsal dokuyu da içeriden kemiren bir süreci başlatır. Şiddet, ihlâl ve kuralsızlık yalnızca cephe hattında kalmaz; merkezle çevre arasındaki farkı silerek toplumun tamamına yayılır. Terörle mücadeleyi coğrafi olarak periferilere – “uzak bölgeler”, kırsal alanlar veya etnik azınlık bölgeleri– taşımak, toplumsal etkileri sınırlamaz. Aksine, bu savaşın ürettiği kural dışılık, ahlaki çürüme ve insanlık dışılık tüm toplumu zehirleyen bir atmosfere dönüşür. Bu bağlamda Kolombiya, Arjantin, Şili ve Peru… Devletin terörle mücadele adı altında yürüttüğü savaşın, zamanla nasıl bir içsel yıkıma dönüştüğünü gösteren en çarpıcı örnekler arasında yer alır. Bu ülkelerde devletin güvenlik aygıtları yalnızca yasa dışı güç kullanımıyla değil, aynı zamanda zorla kaybetmeler, yargısız infazlar, işkence ve sistematik hak ihlalleriyle de anılır hâle gelmiştir. Böylece, terörle mücadele söylemi altında işlenen eylemler, devletin kendisini adım adım terörist yöntemlerle özdeşleştirdiği bir süreci doğurmuştur. Bu süreçte, terörist figürü giderek insan olma vasfından çıkarılır, hak sahibi bir özne olarak değil, öldürülmesi meşru ve hatta kutsal bir görev olarak sunulan bir varlığa indirgenir. Böylece şiddet yalnızca bir araç değil; aynı zamanda ideolojik olarak gerekçelendirilen ve etik olarak yüceltilen bir pratiğe dönüşür. Devletin şiddeti kutsaması, toplumda adalet ve hukuk fikrinin aşınmasına, düşmanlaştırıcı dilin normalleşmesine ve siyasal alanın giderek daha kapalı, otoriter ve travmatik bir hâl almasına neden olur. Ve aslında o toplum sadece ekonomik değil ahlaki, sosyal, kültürel ve psikolojik olarak da çöker. Toplumda iç huzuru sağlamak imkânsızlaşır ve barış kaçınılmaz olur. Toplumun kendi varlığını sürdürmesi de bu barışa bağlı olur.

Ayrıca devletin ilan ettiği hedeflere yıllar içinde ulaşılamamışsa, bu durum aslında örtük bir yenilginin ifadesidir. Ancak devlet açısından bu yenilgi hiçbir zaman açıkça kabul edilmez; bu, bastırılan, adlandırılmayan bir başarısızlıktır. Aynı durum, çoğu zaman silahlı örgütler için de geçerlidir: Onlar da hedefledikleri politik veya toplumsal dönüşümü sağlayamazlar; ağır kayıplar verirler ve güç asimetrisi nedeniyle uzun vadede sürdürülebilir kazanımlar elde edemezler. Bu bağlamda hem devlet hem örgüt, “kazanmamış ama yenilmemiş” aktörler hâline gelir.

İşte bu tür çatışmalarda, tarafların birbirini ne yenecek kadar güçlü ne de ortadan kaldırılabilecek kadar zayıf olduğu durumlarda barış görüşmeleri gündeme gelebilir. Ancak bu tür çatışmaların çözümü, yapısal nedenlerden ötürü oldukça zordur. Barış, düşmanlar arasında güven inşasını gerektirir; oysa bu taraflar savaş süresince birbirleriyle hile, aldatma ve tuzaklar üzerinden ilişki kurmuşlardır. Güvensizlik ilişkisi üzerine kurulan savaşın, karşılıklı güvene dayanan barışa dönüşmesi kolay değildir. Hilenin geçerli olduğu bir zeminde, “mertlik” ilkesi geçerlilik kazanamaz. (Burada eril bir dil kullanıyorum. Savaşın dili abartılı eril bir dildir! Ve barış sürecinde bu dilin de dönüştürülmesi gerekir.) Bu nedenle, savaşın sona erdirilmesi yalnızca askeri değil, aynı zamanda ahlaki, sembolik ve yapısal düzeyde bir dönüşümü zorunlu kılar.

Barışsız Savaşsızlık: Ateşkesin Barış Sanılması Üzerine

Çatışma sonrası süreçlerde karşılaşılan temel sorunlardan biri, savaşsızlık durumunun barış olarak adlandırılmasıdır. Oysa savaşın sona ermesi ya da silahların susması, kendiliğinden barışı doğurmaz. Ateşkes, çatışmasızlık veya geçici uzlaşmalar; şiddetin askıya alınmasını ifade eder, ancak bu durum toplumsal, siyasal ve kültürel düzeyde gerçek bir barışın varlığına işaret etmez. Barış, çoğu zaman sadece “çatışmanın yokluğu” olarak değil, adaletin, güvenin, karşılıklı tanınmanın ve ortak bir gelecek tahayyülünün varlığı olarak tanımlanmalıdır. Bu anlamda barış, sadece bir durum değil, kapsamlı ve dönüştürücü bir projedir. Barış inşası; yapısal eşitsizliklerin giderilmesini, ötekileştirmenin sona ermesini, hukukun tesisini ve toplumsal hafızanın onarılmasını da kapsar. Bu yönüyle barış, kültürel ve etik bir yeniden yapılanmayı gerektirir.

Özellikle uzun süreli çatışmalar yaşamış toplumlarda bu süreç daha da karmaşık bir hâl alır. Yıllarca savaşmış, savaşmayı öğrenmiş, hatta savaş kültürü içerisinde kimliğini şekillendirmiş grupların, savaştan yorgun düşmüş olmalarına rağmen barışı inşa etmeleri son derece zorlu bir süreçtir. Savaşın dili, normları ve alışkanlıkları, barışın gerektirdiği diyalog, empati ve güven kültürüyle çelişir. Bu nedenle gerçek barış, sadece silahların sustuğu bir dönem değil, aynı zamanda savaşın kültürel mirasının da sorgulandığı ve dönüştürüldüğü bir süreci ifade eder.

Temel Güven Duygusu ve Barışın Psikolojik İmkânı Üzerine

Barış süreçlerinin en az konuşulan ama en belirleyici boyutlarından biri, psikolojik güvenin yeniden inşa edilmesidir. Bu, yalnızca diplomatik düzeyde değil, bireyler arası ilişkilerde, kolektif hafızada ve toplumsal dokuda gerçekleşmesi gereken bir onarım sürecidir. Oysa savaşlar, işkenceler, soykırımlar ve sistematik şiddet deneyimleri yalnızca bedeni değil, insanın dünyayla kurduğu temel ilişkiyi de tahrip eder. Jean Améry, Nazi toplama kamplarında yaşadığı işkence deneyimini anlattığı Jenseits von Schuld und Sühne (2012) adlı eserinde bu tahribatı şöyle tanımlar: İşkence, yalnızca derin bir incinme değildir; aynı zamanda insanın “dünya ile kurduğu temel güven ilişkisinin parçalanmasıdır.” Améry’nin deyişiyle, işkence gören insan artık dünyaya ait değildir. “Dünya” artık güvenilir bir yer değildir; maddi, ahlaki ve varoluşsal olarak düşmanca bir mekândır.

Bu kavrayış, Erik H. Erikson’un “temel güven duygusu” (Urvertrauen) kavramıyla örtüşür. Erikson (1995) Kindheit und Gesellschaft adlı eserinde, yeni doğan bir bebeğin dünya ile ilk ilişkisini kaotik, yabancı ve tehdit edici olarak tanımlar. Bebek için dünya, başlangıçta neredeyse bir cehennemdir. Ancak annenin düzenli bakımı, şefkati, zamanında karşılanan ihtiyaçları sayesinde çocuk, dünyanın güvenilebilir, öngörülebilir ve yaşanabilir bir yer olduğunu içselleştirir. Bu “temel güven” yalnızca fiziksel ihtiyaçların giderilmesiyle değil, sosyal ve duygusal temasla da kurulur. İşte bu erken deneyim, bireyin tüm yaşamı boyunca diğer insanlara, kurumlara ve dünyaya güvenip güvenemeyeceğinin temelini oluşturur.

Ancak savaşlar, işgaller, soykırımlar ve siyasi baskı dönemleri, bu temel güven duygusunu sarsar. İnsanlar artık kimseye, hiçbir şeye güvenmemeye başlar. Bu sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal organizasyonlarda da gözlemlenir. Özellikle silahlı, illegal yapılanmalarda –ki bunlar genellikle güvensizlik zemininde kurulur– suikastlar, ihanetler, iç infazlar, pusular bu güvensizliğin kurumsal biçimleridir. Bireyler için yaşam artık bir güven değil, sürekli tehdit ve tetikte olma haliyle eş anlamlıdır. Hayat, “emanet” gibi yaşanır. Üstelik savaş yalnızca cephede kalmaz; onun dili, retoriği ve propagandası toplumun geneline sirayet eder. Savaşa dolaylı ya da doğrudan katılan halk kitleleri, sürekli bir “düşman” algısıyla yaşar. Medyada, eğitimde ve siyasette kullanılan savaş dili; nefret, kutuplaşma ve düşmanlaştırma pratikleri, barış için gerekli olan toplumsal güvenin altını oyacak şekilde yeniden üretilir. Devletin şiddetini meşrulaştıran yasalar, muhalefetin bastırılması, ihbarcılık kültürü ve şiddetin kutsanması, yalnızca o anki çatışmayı sürdürmekle kalmaz; aynı zamanda savaşın sonrasına da derin bir travma ve güvensizlik mirası bırakır. Tam da bu noktada barışın ne kadar zor bir proje olduğu anlaşılır. Barış, yalnızca silahların susması değil; bir güven atmosferinin inşasıdır. Bu ise, geçmişin travmalarına rağmen düşmanların birbirine güvenmeyi öğrenmesini gerektirir. Ancak bu güven, savaş boyunca hileye, tuzağa, şiddete ve ihanete dayalı ilişkilerle şekillenmiş gruplar arasında inşa edilmek zorundadır. Hile ve güvensizlik üzerine kurulmuş bir ilişki biçiminin, açıklık ve karşılıklılık üzerine kurulu bir ilişkiye dönüşmesi ciddi bir etik ve psikolojik dönüşüm gerektirir. Barış, bu nedenle yalnızca siyasal bir mesele değildir; aynı zamanda psikolojik, toplumsal ve kültürel bir yeniden inşa sürecidir. Ve bu yeniden inşa, en kırılgan ama en belirleyici noktada başlar: Temel güven duygusunun geri kazanılması.

Barışın Ön Koşulları: Hınçtan Kurtuluş, Failin Tanınması ve İntikamın Dönüşümü

Gerçek ve kalıcı bir barış inşa edebilmenin ön koşullarından biri, tarafların öfke ve mağduriyetin hınca dönüşmesini nasıl aşacağına dair bir yol bulmasıdır. Barış, yalnızca çatışmanın sona ermesiyle değil, çatışmayı mümkün kılan duygulanımların ve algı yapılarının dönüşmesiyle mümkündür. Bu dönüşümün merkezinde ise, en yakıcı biçimiyle hınca evrilmiş öfkenin çözülmesi yer alır. Barışın ön koşulu, yalnızca kurumsal yapıların inşası değil, tarafların içsel olarak bu öfke hâlinden nasıl çıkacaklarına dair bir imkân yaratmalarıdır. Mağduriyet Yarışı ve “Barışsız Barışlar”: Günümüzde barış süreçlerinin önündeki en önemli engellerden biri, her iki tarafın da kendini yalnızca mağdur olarak konumlandırmasıdır. Bu durum, barışın karşılıklı sorumluluk üzerine değil, tek taraflı hak iddiaları üzerine kurulduğu bir atmosfer yaratır. Herkes kendi barışını talep eder, kendi kayıplarını esas alır, kendi yasını merkeze koyar. Ancak bu, barışın kolektif bir proje değil, parçalanmış anlatılar toplamı hâline gelmesine yol açar. Oysa gerçek bir barış, fail ile mağdurun belirlenmesini, en azından karşılıklı kabul edilebilir bir hakikat zemininin oluşmasını gerektirir. Bu hakikat olmadan, geçmişle yüzleşmek, yas tutmak ve bağışlamak mümkün değildir. Barış, adaletin ertelenmesi değil; adil olanın tanınması ve ortak biçimde anlamlandırılmasıdır.

Modern Toplumda İntikamın Bastırılması ve Dönüşüm Sorunu:

Modern politik söylemde intikam, genellikle “ilkel”, “barbar” ya da “arkaik” bir duygu olarak konumlandırılır. Sanki bu duygu, tarihsel olarak geride bırakılmış ve medeni toplumun etik sınırları içinde yerini adaletin nötr mekanizmalarına bırakmış gibidir. Bu çerçevede modern insan, intikamı aştığı varsayılan bir özne olarak sunulur. Oysa bu varsayım, yalnızca bir ideolojik inşa değil; aynı zamanda toplumsal gerçeklikten kopuk bir bastırma mekanizmasıdır. Zira haksızlığa uğramış her insanın en temel ve ilk tepkilerinden biri, çoğu zaman bastırılmış, inkâr edilmiş ya da meşrulaştırılmamış bir intikam duygusudur. Hele ki bu haksızlık bireysel değil, tarihsel ve kitlesel düzeyde yaşanmışsa –örneğin on binlerce insanın öldürüldüğü, işkencelere uğradığı, haklarının sistematik olarak çiğnendiği bir coğrafyada– intikam duygusu kolektif bir enerjiye, bastırıldıkça da potansiyel bir tehdit haline gelir. Bu bağlamda asıl mesele, barış sürecinde bu yoğun, bastırılmış ama dolaşımda olan intikam duygusunun nereye konulacağıdır. Modern toplumlar, bu arzuyu bastırmakla yetinmez; onu süblime eder, yani daha kabul edilebilir biçimlere dönüştürür. Sanat, edebiyat, sinema, mizah, hatta gündelik yaşamın küçük “hak yerini buldu” ya da ‘oh, canıma değsin ’anekdotları, bu dönüşümün kanallarından bazılarıdır. Türk sinemasında Cüneyt Arkın filmleri, “namus için intikam”, “zulme başkaldırı”, “yalnız adamın mücadelesi” temaları üzerinden çalışır. Çoğu kez de Arkın hain, alçak, ahlaksız gavurlardan/kafirlerden Türklerin/Müslümanların tarihsel intikamını alan adam değil midir? Kemal Sunal, İlyas Salman ya da Keloğlan karakterleri saf, dürüst, alay edilen ama sonunda kazanan figürlerdir. Bu karakterler, adaletin başka yollarla sağlanamadığı bir evrende, intikamı haklılaştıran modern halk kahramanlarıdır. Batman, Spiderman gibi figürler, kişisel kayıplarını telafi etmek adına adaleti tesis eden intikamcı kimliklerdir. Bütün bu örnekler, bastırılmış kolektif arzuların anlatıya dönüştürülmesinin tipik örnekleridir. İşte bu nedenle, barış süreçlerinde toplumdan yükselen itirazların yalnızca siyasi bir muhalefet değil, aynı zamanda dile getirilemeyen ama hissedilen bir intikam arzusu taşıdığı unutulmamalıdır. Bu arzu bastırıldığında yok olmaz; aksine, şekil değiştirerek varlığını sürdürür. Barış, intikam duygusunun bastırılması ya da yok sayılmasıyla değil, tam tersine bu duygunun tanınması, kabul edilmesi ve dönüştürülmesiyle mümkündür. Şayet bu dönüşüm gerçekleşmezse, bastırılan intikam duygusu sadece bireysel değil, kolektif bir kimlik duygusuna eklemlenir. Bu noktada intikam, yönünü kaybetmiş bir öfke olarak yeniden örgütlenir ve kendisine yeni bir hedef, yeni bir sembolik düşman arar. Bu düşmanlık genellikle dış ya da iç “ötekiler”e yönelir: göçmenler, Aleviler, Ermeniler, Rumlar, ‘Fetöcüler, belki de ulusalcılar gibi gruplar, tarihsel travmaların üzerine yeniden kurgulanan öfke anlatılarının taşıyıcısı hâline gelir. İntikam arzusu bu kez “ahlaki üstünlük”, “tarihsel haklılık” veya “ulusal onur” gibi kavramlarla meşrulaştırılarak yeni bir kahramanlık anlatısına dönüştürülmeye çalışılır. Bu süreçte bastırılmış şiddet arzusu, simgesel düzlemde yeniden üretilir ve yeni bir çatışmanın tohumlarını atar. Türkiye özelinde bu dinamiğin çok somut örnekleri mevcuttur. “Türk–Kürt kardeşliği” söylemi dahi çoğu zaman barışçıl bir eşitlik ilkesine değil, vatanı birlikte savunma, birlikte ölme, silah arkadaşlığı gibi askerî ve eril metaforlarla kurulmaktadır. Bu da gösteriyor ki, mevcut kültürel zemin barışçıl bir duygulanım dili geliştirmekten ziyade, çatışma temelli birlikteliği kutsamaya daha yatkındır. Böyle bir atmosferde barış süreci, yalnızca politik aktörlerin iradesine değil, toplumun duygusal repertuarındaki dönüşüme de bağlıdır.

Eğer intikam duygusu işlenmez, dönüştürülmez ve sembolik olarak temsil edilmezse, barışa yazık olur. Çünkü bu durumda barış yalnızca bir teknik uzlaşıya indirgenir; derin yapılar yerli yerinde kalır, duygular başka şekillerde geri döner. Özellikle şiddetle kurulan eril kimlik yapıları, barış ortamında boşlukta kalır ve bu boşluğu yeniden çatışma arzularıyla doldurur. Bu nedenle, barış süreci yalnızca anayasal düzenlemeler, yasal aflar ya da teknik görüşmelerle değil, aynı zamanda kültürel, duygusal ve simgesel dönüşümle yürütülmelidir. Aksi hâlde barış, yalnızca çatışmanın geçici askıya alınmasından ibaret kalır – ve bastırılan her duygu gibi, intikam da bir gün geri döner. İntikamın nasıl tanınacağı ve dönüştürüleceği yalnızca bireysel düzeyde değil, aynı zamanda kolektif bir psikopolitik mesele olarak düşünülmelidir. Dönüştürülemeyen intikam ya içe yönelerek melankoliye ya da dışa yönelerek yeniden şiddete dönüşür. İntikam bu sürecin en tehlikeli ama aynı zamanda en dönüştürücü potansiyeli taşıyan duygusudur.

Barış için yalnızca tarafların (devlet ve PKK) değil, toplumların da bağışlama yeteneği geliştirmesi gerekir. Fakat bağışlamak, unutmak ya da bastırmak değil; geçmişin tanınması, acının ifade edilmesi ve karşılıklı sorumlulukların üstlenilmesi ile mümkündür. Bu noktada en sık başvurulan siyasi araçlardan biri olan af yasaları, yüzeyde hızlı çözümler sunsa da derinlemesine barış süreçlerini çoğu zaman eksik bırakır. Devletin affı, bireyin duyduğu öfkeyi ve toplumun taşıdığı intikam yükünü gerçekten hafifletebilir mi? Devlet adına konuşan mekanizma, bireyin yerine geçerek bağışlayabilir mi?

Bu sorular, barışın yalnızca hukuki değil, aynı zamanda etik, psikolojik ve kültürel boyutları olduğunu gösterir. Barış, yalnızca sonuç değil, sürekli yeniden kurulan bir süreçtir. Hınç, mağduriyet, intikam, bağışlama ve tanınma gibi çok katmanlı duygulanımlar ve söylemler bu sürecin hem ön koşulları hem de engelleridir. Bu yazı burada bitmiyor çünkü barış, bitmeyen bir yazı gibidir: her yeni kırılma, her yeni acı, her yeni yakınlaşma bu yazıya yeni bir satır ekler.

Devam edecek…