Doğan Özgüden
15-16 Haziran 23 Haziran’a ders olsun!
Tayyip iktidarının yazgısını büyük ölçüde belirleyecek İstanbul belediye başkanlığı seçimine bir hafta kaldı. Sadece Türkiye’de siyasetin öznesi ya da nesnesi olan vatandaşlar değil, Türkiye ile stratejik, ekonomik ve ticari ilişkide olan ABD, AB, Rusya gibi dünya devleri de sonucu büyük bir ilgiyle bekliyor.
Gayet tabii, yurt dışında yaşayan milyonlarca Türkiyeli de… Örneğin şimdiye kadar oy kullandığı tüm seçimlerde yüzde 70’lere varan oranlarda Erdoğan’a ve onun partisine destek vermiş olan Belçika, Fransa, Hollanda, Almanya gibi ülkelerdeki TC yurttaşları… "One minute"ten beri Tayyip’i sadece Türkiye’nin değil tüm Türki ve İslami dünyanın lideri görme mutluluğu içindeki çifte yurttaşlar AKP’nin 31 Mart seçimlerindeki yenilgisinden, hele İstanbul, Ankara ve İzmir gibi metropolleri muhalefete kaptırmasından ötürü karalar bağlamış durumda… Belediye seçiminde yurt dışından oy kullanma olanağı olmasa da, Büyükelçilik güdümlü Diyanet Vakfı’nda, ona bağlı camilerde, derneklerde, medyada, helal ticarethanelerde Binali’nin bir kez daha hezimete uğramaması için dua ediliyor…
Son umutları, yıllardır "vatan haini" ilan ettikleri, Türkiye’de köylerini kasabalarını, Belçika gibi yabancı ülkelerde lokallerini ateşe verdikleri, her fırsatta "terörist" damgası vurdukları Kürtlerin İmamoğlu’na değil de Yıldırım’a oy vermesi…
Yine de yukarıda adını saydığım ülkelerde, Erdoğan’a, onun partisine ve ırkçı ortağına oy vermemiş bir yüzde 30 var ki, onlar da, tam aksine, AKP’nin İstanbul’da bir kez daha burnunu sürttüğünü, cehennem çukuruna doğru sürüklenişinin hızlandığını görebilme heyecanıyla önümüzdeki pazarı iple çekiyor.
Nasıl çekmesin ki, bu yüzde 30’un içinde sadece CHP’liler ya da HDP’liler değil, Erdoğan’ın Karakuşi yönetimi sürdükçe yurda gidişlerinde bir iftira ya da provokasyonla başlarının derde girmesi endişesi taşıyan binlerce vatandaş var, hele Türkiye’ye gidip sıla hasretinin giderileceği yaz tatilinin yaklaştığı şu günlerde…
Örnek mi? Belçika medyasında kıyamet kopartılırken Türkçe medyada tek kelime sözü edilmeyen Ali Akyüz olayı… Willebroek kentinde oturan aile babası 53 yaşındaki Akyüz, yakınlarını ziyaret için gittiği Türkiye’de üç aydır "terörist" suçlamasıyla tutuklu… Suçu, aylarca önce Türkiye’deki iktidarı eleştiren bazı yazıları sosyal medyada paylaşmış olması.
Kendisi bu ülkedeki Türk vatandaşlarının büyük çoğunluğun aksine Belçika vatandaşlığı talep edip "çifte vatandaş" da olmamış. Bu nedenle Belçika Devleti de Türkiye’deki konsolosluğu aracılığıyla kendisine sahip çıkamıyor. Buradaki ailesi perişan, Ali Akyüz’ün tutuklanmasından bu yana eşi Mavigül üzüntüsünden yedi kilo kaybetmiş…
Binali’nin gelecek pazar ikinci kez yenilgiye uğraması, AKP iktidarının artık gidici olduğunu doğrulayacak, gurbette yaşayan muhaliflere, Akyüz’ün başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesi endişesinden kurtulma umudu kazandıracak.
AKP’nin ikinci bir İstanbul hezimeti sadece muhalefet cephesine moral aşılamak, mücadele kararlılığına yeni bir ivme kazandırmakla kalmaz, AKP içinde ya da yandaşı olan çevrelerde "Tayyip diktası" dışında arayışların yaygınlaşmasını da sağlayabilir.
Ama bu yeni süreçte asıl belirleyici olan, AKP ve MHP karşısındaki muhalif partilerin 2023’te ya da daha erken tarihte bir seçime ne denli iyi hazırlanabilecekleri, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik şekilde çözümü başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin bir daha geriye dönüşü olmayacak şekilde tanınması yolunda gerçekten yapıcı davranabilmesidir.
Meclis’in üçüncü büyük partisi olan HDP bu konuda şimdiye kadar hep büyük özveride bulunmuş, gerek 31 Mart, gerekse 23 Haziran seçimlerinde ayrı aday çıkartmayıp CHP adaylarına destek vermek suretiyle son derece yapıcı davranmıştır.
Ancak gerek yasama, gerekse belediye seçimlerinde bozkurt kökenli İYİP’i hiç tereddütsüz ittifakına alan CHP, tüm beklentilere rağmen HDP’yi ısrarla dışlayarak bu konuda kötü sınav vermiştir.
Buna rağmen, İstanbul belediye başkan adayı İmamoğlu’nun 31 Mart’tan bu yana yaptığı konuşmalarda genel olarak Kürt sorunu, özel olarak HDP ile ilişkiler konusunda CHP genel merkezininkiyle mukayese edilemeyecek bir esneklikte davranması umut veriyor.
Veriyor ama, bu umudun gerçeğe dönüşmesi, seçimlerden sonra CHP’nin bünyesinde patlak vermesi kaçınılmaz olan hizip kavgalarına ve liderlik yarışına endeksli.
Baykal’ın video skandalından sonra tesadüflerin yardımıyla CHP’nin genel başkanlığına yükselmiş olan çapsız Kılıçdaroğlu’nun dokuz yıldır parti içinde kişisel iktidarını pekiştirmek için neler yaptığı, liderliğini tehlikeye sokabilecek isimleri nasıl tasfiye ettiği cümlenin malumu.
Önümüzdeki pazar İstanbul belediye başkanlığına seçilse de seçilemese de, İmamoğlu artık CHP’nin karizması gün geçtikçe güçlenen müstakbel lider adayıdır.
Kılıçdaroğlu’nun müstakbel CHP kongresine kadar bu ismi konmamış liderlik yarışında tavrının ne olacağı önemli bir sorundur. Ama daha da önemli sorun, lider kim olursa olsun, CHP’nin 15 Temmuz çakma darbesinden sonra benimsediği Yenikapı ruhuna teslimiyetten, milliyetçi ve militarist söylemlerden ne denli kurtulabileceği… Sırf İstanbul’daki Kürt oylarını alabilmek için başlatılan HDP ismini telaffuzla kalmayıp, Kürt halkını temsil eden siyasal örgütlerle ne derece yapıcı ilişkiler kurabileceği, PKK ve terör kelimelerini eşanlamlı kullanmaktan ne derece vazgeçebileceğidir.
1923’te cumhuriyetin kuruluşunda, 1946’da çok partili rejime geçişte, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden sonra parlamenter rejime dönüşlerde kurduğu ya da yeraldığı koalisyon hükümetlerinde CHP demokratikleşmeye katkı getirmek şöyle dursun, hep ayakbağı olagelmiştir.
Yarın tarihsel 15-16 Haziran işçi direnişinin 49. yıldönümü… İşçi sınıfının o iki günde Türkiye’nin en büyük metropolünü dört koldan işgal etmesinin nedeni sendikal kazanımları ve DİSK’in varlığını yok etmek amacıyla 274 ve 274 sayılı kanunların değiştirilmesiydi.
Bu değişiklikleri öngören yasa tasarısı 11 Haziran 1970 tarihli oturumda görüşülürken koskoca Meclis’te sadece Türkiye İşçi Partisi milletvekili ve DİSK'e bağlı Lastik İş Sendikası Genel Başkanı Rıza Kuas defalarca söz alarak getirilen tasarıyı eleştirmiş, ancak yasa AP milletvekillerinin yanısıra CHP milletvekillerinin de verdiği oylarla kabul edilmişti. Üstelik, Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk’ün bir demecinde "Çok yakında DİSK’in çanına ot tıkayacağız" dediğini bile bile…
Her zaman olduğu gibi, CHP milletvekillerinin böyle bir şey yapmış olabileceğine inanmak istemeyen iyi niyetliler çıkabilir… O gün Meclis’te yapılan tüm konuşmaların tam metinleri aynen 11 Haziran 1970 tarihli TBMM tutanaklarını dikkatli okumasını salık veririm.
İşçi sınıfımız o iki efsanevi günde "kendiliğinden sınıf" olmaktan çıkarak "kendisi için sınıf" olduğunu dosta düşmana ilan etmişti. Direnişi bütün boyutlarıyla yansıtan Ant dergisinin Temmuz 1970 sayısında şöyle diyorduk:
"Yeni tasarı ile, işçilerin grev ve toplu sözleşme hakları anayasaya aykırı olarak kısıtlanmakta, işçi sınıfı tamamen işbirlikçi Türk İş'in yönetim ve denetimine terkedilmektedir. Kanunun bu şekilde değiştirilmesinin nedenleri açıktır: Türk-İş'in Amerikan dolarına satılmışlığının ve işbirlikçiliğinin belgelerle ortaya çıkmasından sonra kurulan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK)'e bağlı sendikaların ekonomik mücadele alanında gösterdikleri büyük başarı karşısında, Türkiye işçisini eskisi gibi alabildiğine sömüremeyeceklerini gören emperyalizm ve patronlar büyük paniğe kapılmışlardı.
"Bu, emperyalizmin, yerli işbirlikçilerinin ve Amerikancı sarı sendikacıların elbirliğiyle hazırladıkları alçakça bir komploya karşı, Türkiye işçi sınıfının kahramanca direnişidir. Direnişin büyüklüğü, güçlülüğü, yüceliği oranındadır ki, egemen çevrelerin korku ve telaşı da büyük olmuş, ‘kalkışma’, ‘isyan’, ‘kızıl ihtilal’ iddialarıyla anayasa bir kez daha ayaklar altına alınarak, altı yıllık AP iktidarı döneminde ilk defa sıkıyönetim ilan edilmiş, Türkiye sanayi proletaryasının en yoğun olduğu bölgelerde askeri yönetim kurulmuştur."
15-16 Haziran, devrimci harekette öncü gücün işçi sınıfı mı, yoksa asker-sivil bürokasi mi olduğu tartışmalarına da kesin noktayı koyuyordu. Bu işçi direnişi karşısında ordunun aldığı tavır, polislerle birlikte askerlerin de göstericilere ateş açarak üç işçiyi katletmesi, askeri bürokrasinin işçi sınıfına düşmanlığını ve devrimci güç birliğine karşıtlığını belgeliyordu.
Ordunun safını tam belirlemesinden cesaret alan hükümetin derhal sıkıyönetim ilan etmesi yakınlaşan bir askerî darbenin de habercisiydi.
Ordunun sıkıyönetim ilanından yararlanarak sendikacılara, işçilere ve sosyalistlere karşı uyguladığı baskıları ve subayların OYAK aracılığıyla kapitalist sınıfa nasıl entegre edildiğini açıkladığımız Ant’ın Eylül 1970 sayısının kapağında, direnen işçilerin ve sendikacıların işkenceden geçirildikten sonra sıkıyönetim mahkemelerine sevk edilmesine tepki olarak "Kapitalistleşen subaylar işçileri yargılayamaz" sloganı yer alıyordu.
Bu sayının yayınlanması üzerine Ant’ın genel yayın yönetmeni olarak 1. Ordu Komutanlığı'ndaki sıkıyönetim adli müşavirliğinde saatlerce sorguya çekilmiş, eleştirilerime aynı şekilde devam ettiğim takdirde bir sonraki sorgumda o kışladan geldiğim gibi çıkamayacağım söylenerek açıkça tehdit edilmiştim. Bu, 12 Mart darbesinden sonra sürgüne çıkışımın ana nedenlerinden biriydi…
Tüm bu baskı ve tertiplere rağmen işçi sınıfının direnişi yine de bir sonuç sonuç vermiş, 274 ve 275 sayılı kanunlardaki değişiklikler kısa bir süre sonra Anayasa Mahkemesi tarafından anayasaya aykırı bulunarak 3 Mart 1972’de iptal edilmişti.
12 Mart darbesinin getirdiği toplu sözleşme ve grev yasakları sona erdikten sonra, DİSK sınıf sendikacılığında daha da ileri adımlar atacak, toplu görüşmeler, grevler ve mitinglerin yanı sıra düzenlediği kitlesel 1 Mayıs kutlamaları, DGM ve MESS’e karşı direnişleriyle 70’li yılların ikinci yarısında Türkiye’nin gündemini belirleyecekti.
Ancak 12 Eylül 1980 faşist askerî darbesinin ardından DİSK kapatılıp grevler yasaklandıktan, sendika liderleri tutuklandıktan sonra Sendikalar ve Toplu Sözleşme yasaları askerî cunta tarafından değiştirilerek sendikal haklar iyice sınırlandırılacaktı.
Demokrasi vaadleriyle iktidar olan AKP döneminde ise bu iki yasa Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu (STİSK) adı altında tek yasa haline getirilerek bu sınırlandırmalar daha da artırılacak, Dünya Sendika Konfederasyonu (ITUC) ve Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC)’un protestolarına rağmen yeni yasa şimdilerde demokrasi kahramanlığına soyunan dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından da onaylanarak yürürlüğe sokulacaktı.
DİSK Araştırma Dairesi (DİSK-AR)’ın geçtiğimiz Mart ayında açıklanan "Sendikalaşma Araştırması"na göre, sendika mevzuatında yapılmış olan değişiklikler sonucu Türkiye, OECD üyesi ülkeler içinde sendikalaşma ve toplu iş sözleşmesi oranı en düşük ülkelerden biri olmuş bulunuyor. OECD’nin 2017 verilerine göre sendikalaşma oranı İzlanda’da yüzde 85,5, Danimarka’da yüzde 67,2, İsveç’te yüzde 66 iken Türkiye’de yüzde 8,6.
Toplu iş sözleşmesi kapsamı ise Avusturya’da yüzde 98, Belçika’da yüzde 96, Yunanistan’da ve İsveç’te yüzde 90 iken Türkiye’de sadece yüzde 7. 1984-2002 döneminde greve çıkan işçilerin yıllık sayısı 40 bin 823 iken, bu sayı da AKP’nin iktidarda olduğu 2003-2017 döneminde 5 bin 693’e gerilemiş bulunuyor. 1984-2002 döneminde grevde geçen işgünü sayısı yılda 1 milyon 208 bin iken, 2003-2017 arasında 227 bine düşmüş bulunuyor.
Tüm bu istatistik bilgileri niçin veriyorum?
AKP iktidarı sadece siyasal haklar, özgürlükler açısından değil, sosyal hakların savunulması açısından da Türkiye’yi dünyanın en geri ülkelerinden biri haline getirmiştir.
Metropoller belediyelerini kaybederek çöküş sürecine girmiş olan AKP’nin karşısındaki partilerin, gelecek seçimlere sosyal ve sendikal hakları yine 15-16 Haziran direnişinin savunduğu düzeye yükseltmeyi ortak amaç belirleyerek girmeleri gerekir.
Böyle bir mücadelenin başını çekecek olan, hiç kuşkusuz, 60’lar TİP’inin misyonunu günümüzde üstlenmiş olan HDP’dir. Sosyalist Enternasyonal üyesi olan ve "ortanın solu" olduğunu sürekli vurgulayan CHP’nin 49 yıl önceki 15-16 Haziran utancından temizlenebilmesinin tek çaresi de, sadece Kürt sorununda değil, kendisini İYİP nikahından kurtarıp bu sosyal planda da HDP ile eşitlik temelinde bir demokrasi ittifakı gerçekleştirmesidir.
Bunun içindir ki bu tarihî yıldönümünde "15-16 Haziran, 23 Haziran’a ders olsun!" diyorum.