Erol Köroğlu
Ağza alınamaz olanı konuşmak
Tam da ben geçen hafta kötülüğü nasıl konuşabiliriz sorusunun peşine düşmüşken, iktidardan kaynaklanan bir sansür ve konuşturmama yasasıyla karşılaştık. “Bana uymayanı, uygun görmediğimi konuşma” dendi bize. Fakat her tür riske rağmen konuşmak zorundayız. Çünkü daha farklı bir gelecek ve irademizin iyimserliğiyle biçimlenecek bir toplumsallık düşlüyoruz.
Konuşacağımız konuların başında da kötülük geliyor. Geçen hafta Maria Pia Lara’nın Kötülüğü Anlatmak kitabını tartışırken, Kant’ın kötülükle ilgili son derece sade ama güçlü ve derin sözünü anmıştım: “Özgürlüğün tarihi kötülükle başlar çünkü kötülük insanın eseridir.” Kötülük insanidir ve sıradan insanlar kötülük yapar. Kötülüğü sadece sosyopat ve psikopatlara özgüymüş gibi düşünmek kendimizi kandırmaktır ve tüm sıradan insanların kötülüğe yönelebileceğini kabul etmek gerekli.
Lara, kötülükle yüzleşmede edebiyat ve hikâye anlatımının önemini vurgular. Lara’ya göre edebiyat ve hikâye anlatımı; tarihsel, siyasal ve hukuki kavramların genelden özele yönelen yaklaşımının tam tersini gerçekleştirir. Yani bir anlamda, tümdengelim yerine tümevarımı kullanır. Özelden genele, bireyselden toplumsala ilerler. Kötülükle yüzleşmemizde öncelikle izlememiz gereken yol da budur.
Lara, kavramların başaramayıp hikâyelerin başardığı şeyi “ağza alınamaz,” İngilizcesiyle “ineffable” sözcüğü üzerinden ortaya koyar. Lara insan acımasızlığıyla ilgili eylemleri, “ahlaki yanlışlar” olarak değerlendirir. Ahlaki yanlışlar, basitçe adaletsizlik olarak açıklanamayacak eylemlerden kaynaklanır. Bu nedenle, bir ahlaki yanlışı kolayca yargılamak ya da değerlendirmek çok zordur. Çünkü bir ahlaki yanlış durumunda suç, suçlu ve kurbanı rahatça birbirlerinden ayırmak ve hızla bir yargıya varmak kolay değildir. Çünkü ahlaki yanlışlar, Adorno’nun geçen hafta alıntıladığım “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” sözünün işaret gibi bir “ağza alınamaz” olana yol açarlar.
Öte yandan hikâyeler, ağza alınamaz olanı anlamamıza yardım ederler. Ağza alınamaz olan, sadece kavramlarla betimlemekte zorlanacağımız bir insan deneyiminin alanıdır. Kavramlarla bunu betimlemeye giriştiğimizde boşluk ya da çelişkilerle karşılaşırız. Oysa hikâyeler yaşamlarımızın hemen göze görünmeyen yönlerini ortaya çıkaran eylemleri betimlerler. Bilindiği gibi, örnekler aracılığıyla anlamak daha kolaydır.
Zulüm ve ıstırap sadece kavramlarla açıklanamaz. Bunun ötesinde, failin rolünü anlamak için niyetine odaklanmamız da gerekmez. Ya da belirli bir eylemin bir insanı maddi ya da simgesel olarak yok ettiğini söylediğimizde, söz konusu olanın ne olduğunu anlamak için kurbanın maruz bırakıldığı acının miktarını ölçmek zorunda da değiliz. Aslında zulüm eylemlerine odaklanarak, neden bu eylemlerin fail ile kurbanı sonsuza kadar birbirine bağladığını anlayabiliriz. Bu bağlanma, ahlaki yanlış denen etkileşim sonucu ortaya çıkar. Bunu iyi hikâyelerin betimlediği zulüm üzerinden öğreniriz ama bunun da ötesinde, bu hikâyeler aracılığıyla, tanık olduğumuz bu zulmü yorumlama ve bağlantılar kurma becerimiz de gelişecektir
Kurbanla failin birbirine bağlanması ya da kilitlenmesi ile ilgili olarak, geçen hafta da söz ettiğim Kemal Yalçın’ın belge romanı Hayatta Kalanlar’ın kahramanı Agop Yıldız’ın hikâyesine bakacak ve bu vesileyle kötülüğü konuşacağım aşağıda. Ancak buna başlamadan önce, işin kuramsal tartışmasını belirli bir noktaya ulaştırmak lazım. Sözünü ettiğim kilitlenmeyi kavramlarla, adlandırmalarla anlamamız mümkün değil. Oysa bu anlayışa ihtiyacımız var.
Lara, kitabının 79 ve 80. sayfalarında bu anlama zorunluluğunu şöyle tartışıyor: Kötünün bizde yarattığı şoka karşı vereceğimiz ilk insani tepki onu anlamak olacaktır. Bunun ardından değerlendirme ve yargılama gelecektir. Bu doğrultuda, anlaşılmaz olanı anlamaya uğraşmak şarttır. Ne olduğunu anlamak geçmişi silmez ama olmuş olanların daha farklı olabileceklerini görmemizi sağlar. Yani geçmiş değişmez ama biz değişebiliriz. Kötülük bizim derdimiz, sınavımız olur. Zulmü anladığımızda her şey güllük gülistanlık olmayacaktır ama tahayyül ve düşünme, kendimizi dönüştürüp dönüştüremeyeceğimizi gözden geçirebileceğimiz bir ahlaki eleştirel zemin sunar. Buraya basarak insan olmanın sorumluluğunu taşımaya, aşırı zulüm altında ıstırap çeken insanları dinleyerek, oluşturmayı arzuladığımız yeni topluluğu tahayyül etmeye başlarız.
Hayatta Kalanlar’ının başkahramanı Agop Yıldız’ın Kemal Yalçın’la yaptığı görüşme kayıtlarına dayanan bu belge romanda kötülüğün sıradanlığı, ağza alınmaz olan ve faille kurbanın birbirine bağlanması üzerine pek çok bölüm var. Agop, 1970’te Boyabat’ın Avloğuç köyünden Hollanda’ya işçi olarak gitmiş. 1975 civarı, Almanya’daki ağabeyi Artin ve aileleriyle birlikte köylerini, oradaki ana babalarını ziyarete gitmişler. Bu ziyaret yarısı Ermeni, yarısı Türk olan köydeki bazı Türk komşuları kıskandırmış ve köyde Cinosdu olarak bilinen babaları Kirkor’a bir kötülük yapmalarına sebep olmuş. Kirkor’un hindi alıp eve gittiğini gören birkaç köylü, evi basıp bu hindiyi çaldın diyerek Cinosdu’yu dövmeye başlamışlar. Bu dayakla da yetinmeyip, hindi kazanını boynuna asarak önce köyde, sonra arabayla götürdükleri Boyabat’ta gezdirip rezil etmişler. Sonunda Cinosdu’nun aynı köydeki kardeşinin kendilerine dört bin lira vermesiyle zavallı adamı serbest bırakmışlar.
Bu olay bir saz aşığı ve enstrüman yapımcısı Agop’un tüm ruhsal dengesinin bozulmasına, babasının karşılaştığı bu kötülük karşısında kilitlenmesine yol açacaktır. Agop önce iş göremez hale gelip işinden ayrılacak, dilini doğru dürüst bilmediği Hollandalı bir terapistin yardımı ve ilaç tedavisiyle kendisine gelmeye çalışacaktır. Agop’un kilitlenmesine yol açan nokta, kendisine yakıştıramadığı intikam duyguları ile günahsız babasına yapılan bu eziyetin nedenlerini bir türlü tam olarak anlayamamaktan kaynaklanır. Agop zamanla kendini toparlayacak, iş de bulacaktır ama ta 2005’te yine ağabeyiyle köyüne yaptığı bir gezide, artık Ermenilerin terk ettiği köyün Ermeni mezarlığında, ölülerinin başında doğaçlama olarak yakıp söyleyeceği türkü, Agop’un yaşadığı kilitlenmenin hâlâ ne kadar etkili olduğunu ortaya koyacaktır:
Özlemişim toprağını taşını
Gözün aydın Anadolum ben geldim
Tutamadım gözlerimin yaşını
Selâm sana Anadolum ben geldim
Kıvrıla kıvrıla gider yolların
Burnumda kokusu yaban güllerin
Tercümanı bendim bütün dillerin
Selâm sana Anadolum ben geldim
Bağrına dayadım garip başımı
İçime akıttım gözüm yaşını
Zulümlere siper ettim döşümü
Selâm sana Anadolum ben geldim
Irmakları coşkun akıp durulan
Düğünlerde çifte davul vurulan
Dostlarını karşılarsın gül ilen
Selâm sana Anadolum ben geldim
Çocuk iken yollarında koşturan
Zaman zaman sevindirip coşturan
Bir hindiye Cinosdu’yu küstüren
Selâm sana Avloğuçum ben geldim
Bazen doyurdunuz, bazen sevdiniz
Zaman zaman gâvur deyip yerdiniz
En sonunda bu köyden de kovdunuz
Selâm sana Avloğuçum ben geldim
Bu köyün meyvesi hammış olmamış
Boş kalan haneler ondan dolmamış
Bizi köyden kovanlar da kalmamış
Selâm sana Avloğuçum ben geldim (s. 244-45)
Bir özlem ifadesiyle başlayan türkü, hemen her dörtlükte bir sitem ifadesiyle devam eder. Anlaşılan Agop, babasına yapılan kötülüğü bardağı taşıran son damla olarak yaşamaktadır. Agop “bunu babama neden yaptılar, nasıl yapabildiler?” diye sorarken, aslında tüm ailesine daha önce yapılan tüm kötülükleri tespih taneleri gibi ipe dizmektedir. Bütün metin boyunca, Agop’un ve yakınlarının anlatımlarını dinlerken sayısız kötülükle karşılaşırız. Cinosdu köyde daha önce de dövülmüştür. Ermeni çocuklar dışarıda düzenli olarak Müslüman komşuları tarafından bir şey söylemek için çağrılıp apansız dayak yemişlerdir. Ve tabii, en ağırı Agop’un annesi tarlada yalnız başına çalışırken bir köylünün tecavüzüne uğramıştır. Anne bu travmayı kimselere anlatamaz ama hepsi de ne olup bittiğini anlar ve bilirler. Üstelik bu tecavüzcü, çocuk Agop’u etrafta gördükçe sırıtarak ve çok sıradan bir şey yapıyormuş gibi “anana selam söyle” demektedir.
Cinosdu hindi yüzünden dayak yiyip oğulları tarafından köyden çıkarıldıktan sonra, Agop faillerden biriyle Boyabat’ta karşılaşmış, kendisini tanıyamayan adamı çay içmeye davet edip sonra da kim olduğunu açıklamıştır. Adama “neden yaptınız?” diye sorduğunda, alabildiği tek cevap muazzam derecede ezilip büzülen köylünün, bir neden vermek yerine “şeytana uyduk bir kere oğul” demesi olur. Agop adama bir şey yapmaz, onu utançla bir külçe gibi yığıldığı yerde bırakıp yoluna gider. Fakat bu utancı görmüş olmak bile ona iyi gelmiştir.
Köylüsü olan bir Ermeniye herkesin iftira olduğunu bildiği bir suçlamayla saldırıp saatlerce döven ve etrafta gezdirerek aşağılayan, kardeşinin getirdiği para sayesinde salıvermeye razı olan dört kişinin aile mensupları, daha sonra Agop’la karşılaştıklarında hep utanç duyacak ve başlarını öne eğeceklerdir. Burada ağza alınamaz kötülüğün, faili de bağlaması durumuyla karşılaşırız. Agop’un ilk konuştuğu fail, genç adamdan korktuğu için değil, “neden?” sorusuyla ilk defa karşılaştığı için allak bullak olmaktadır. Çünkü o ana kadar kötülüğü yapanlar da buna maruz kalanlar da neden diye sormamışlardır. 1915’ten bu yana uygun rüzgâr esmiş ve kötülük bir orman yangını gibi yürümüştür. Failler, herhangi bir ihtiyaçla değil, sadece başkalarından öyle gördükleri ve kötülüğü yapabildikleri için kötülük yapmaya devam etmişlerdir. Kötülüğe dur diyecek bir toplumsallık mevcut olmamıştır.
Nitekim Agop çocukluğundan itibaren yaşayıp sonunda babasına yöneltilen şiddetle dayanma gücünü yitirdiği köy, yani küçük toplum kaynaklı kötülüğün devlet düzeyinde olanıyla da karşılaşacaktır. Agop ve ağabeyi yurt dışında kol emekleriyle kazandıkları parayla İstanbul’da bir apartman yaptırırlar. Tam dişlerinden tırnaklarından arttırarak, fazla mesailere kalarak biriktirdikleri parayla ortaya çıkan bu apartmandaki daireleri satacaklarken, 12 Eylül 1980 faşist darbecilerinin ülkenin tepesine çöreklendikleri dönemde, bir kanunla gayrimüslimlerin mülk alıp satmaları yasaklanır. Bu, Agop’u maddi açıdan da iflasa taşıyacak bir örgütlü kötülüktür. Fakat bu sefer Agop’un “neden?” sorusunu sorabileceği kolayca ulaşılabilecek bir fail yoktur ortada. Fail, kanuna aldırmayan ve istediğini yapabileceğine inanan totaliter devlettir. Zaten soruya dürüstçe cevap verecek olsa, söyleyeceği de şu olurdu: “1915 neden olduysa ondan. Ayrıca olabildiği ve kimse engel olmadığı, olamadığı için.”
Ne mutlu ki, Kemal Yalçın’ın kitabı Agop ve ailesinin sadece tarihsel olarak “hayatta kalanlar” olmayıp, aynı zamanda kişisel mücadeleleriyle de hayatta kalanlar olduklarını gösteriyor. Her şeye rağmen hayatlarını kurmuş ve çok sevdikleri memleketleri Türkiye’de olmasa da, ailenin gelecek nesillerini ortaya çıkarabilmişler. Bu hepimizi sevindirmeli ve Agop’un karşılaştığı kötülükle yüzleşmek ve onu geleceğimizden çıkarmak için bize enerji vermeli.
Gelecek hafta, bu defa Yalçın’ın kitaptaki hikâye anlatma yaklaşımı üzerinden “kötülükle yüzleşmenin yolları” üzerinde duralım ve konuyu “aile ve kötülük” alanına taşıyarak ağza alınamaz olanı anlamak için çaba harcamaya devam edelim.