Muhammed Salar
Bediüzzaman ve Ermeniler (I)
"Allah, Bediüzzaman'dan razı olsun." diyen barış sevdalısı, mazlum Hrant Dink'e saygıyla...
Bu yazıda öncelikle; Bediüzzaman'ın Ermenilerle ilişkisine dair kimi iddiaları, polemiğe girmeden eldeki verilerle karşılaştırmak, akıl terazisinde tartıp vicdan süzgecinden geçirdikten sonra Nursi hakkında daha doğru, daha sağlıklı okumalarda bulunmak için kamuoyuna yardımcı olmaya çalışacağım.
Sembolik değeri yüksek şahsiyetler her zaman merak konusu olmuştur. Bunlardan birisi de şüphesiz kitleleri peşinden sürükleyen, milyonlarca seveni bulunan Seîdê Kurdî en-Nursi'dir. Eserleri, yaşamı, düşünce, tutum ve eylemleri üzerine yapılan (kapsayıcılığı, derinliği ve bilimsel değeri birbirinden farklı olmak üzere) araştırmalar, kazı ve çalışmalar artarak devam ediyor.
Emrah Cilasun'un, Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği (Tekin Yayınevi, 2018) isimli kapsamlı çalışmasından sonra yeni bir kitap da Fırat Aydınkaya'nın kaleminden çıktı; Bediüzzaman'ın Hançeri. (Avesta basın-yayın, 2020)
Müslümanların ve Kürdlerin modern krizini, şiddet teması ile birlikte Bediüzzaman’ın yaşamı ve eserleri üzerinden irdeleyen bir çalışma. Kitaba verilen isim de yine O'nun özellikle Eski Said devrinde yanından hiç ayırmadığı Kürd milli silahı hançerinden esinlenilmiş.
Hemen belirtmek gerekirse; Aydınkaya'nın konulara yaklaşımı Cilasun'a nispeten daha objektif ve kullandığı dil de o derece kaba olmayıp daha naiftir. Eserinde, Nursi'ye dair mesela bir "gönüllü İttihatçı" veya "Ermeni Katliamı'nda katkısı belirgin aktif biri" gibi belgesiz, mesnetsiz ithamlarda bulunmayan Aydınkaya, Teşkilat-ı Mahsusa palavrasına da uzak durur. Yine; Cilasun'un ve ana akım bilinen devletçi nurcuların balıklama atladıkları "Binbaşı Nogales'in çektirdiği fotoğraf"a da tenezzül etmez...
Kitabında sergilediği nispeten olumlu, daha ihtiyatlı, daha rafine bu dil ve üsluba rağmen Aydınkaya'nın da Nursi'ye dair kimi sorgulamaları sorunludur. Yer yer kullanmaktan imtina etmediği suçlayıcı üslubu ve gerçeklikten uzak ithamları, entelektüel diline rağmen kitabın tarafsızlık ve dürüstlüğüne gölge düşürüyor. Şüphesiz; kitabın bilimsel verilerin ve etik değerlerin dışına taşan bu yüzünü görmezlikten gelmek olmaz!
Bediüzzaman'ın Hançeri'nde yazar; Nursi'yi kitaplarında ayrımcılık kokan tahkir klişelerine başvurmakla hatta antisemitizmle suçlar. (age. s.234) Nursi'nin kitaplarında kullandığı "adi bir Yahudi, miskin bir Hristiyan" gibi betimlemeleri de delil olarak sunar. (age. s.199)
Halbuki, literatürüne vakıf olanlarca malumdur ki, Bediüzzaman’ın "adi ve miskin" gibi sıfatları kullanması, yazarın iddia ettiği gibi geleneksel bir sünni veya Kürd kibrini salık vermez. Çünkü aynı eserinde kibrin küçüklük alameti olduğunu beyan eden Nursi'nin bu betimlemeleri, bizzat kendileri için ve Müslümanlar hakkında da kullandığını biliyoruz. Hiçbir hakaret içermeyen, anlamı açık bu sıfatlarla kastettiği; sözü edilen Yahudi, Hristiyan ve Müslümanların ya da bizzat kendilerinin sosyal sınıf kodlarına işaret etmektir. Diğer bir tabirle Nursi; eserlerinde geçen bu nitelemelerle elit olmayan, havas sınıfından sayılmayan ya da meşhur bir soy-sopu olmayıp sosyal statüsü sönük, sıradan insan tabakalarına dikkat çekiyor. Dolayısıyla buradan yola çıkarak Nursi'den antisemitik bir koku almak mümkün değildir.
Yine kitapta iddia edildiği gibi; Bediüzzaman'ın Ermeni toplumuna karşı birlikte yaşam için "Kürdlerin patronajını kabul etmek koşuluyla..." (age. s.200, 201) şeklinde ileri sürdüğü bir şartı yoktur. Ermeni toplumu için kullandığı kavram da yazarın kelimeyi yanlış okumuş olabileceği ihtimaliyle "muvahhid" kavramı olmayıp "zimmi-yi muahid" terimidir. İslam diyarında yaşayan anlaşmalı vatandaş demek olup, bu toplumsal sözleşmeyle gayr-ı müslim vatandaşlar, ödedikleri vergi karşılığında can, mal, din vb. özgürlüklerini güvence altına alırlar. "Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde!" diyerek tarihte, Müslüman imparatorluklarının ve Kürd aşiretlerinin bu antlaşmanın gereğiyle, hakkıyla amel etmediklerini teslim ederek ciddi bir özeleştiride bulunan Nursi, müslüman zihin dünyasında mevcut paradigmanın değişim zaruretine işaret etmiştir.
"Müsavat ise fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat ‘karıncaya ayak basmayınız!’ dese, tazibinden men’ ederse, nasıl benî-Âdem’in hukukunu ihmal eder?" (Münazarat)
Hz. Muhammed'in (a.s.m) "Üstünlük takvadadır." Hadisini doğru yorumlamak yani üstünlüğün hukukta ve Dünya'da olmayıp takvada, takvanın da Ahirette mükâfatlandırılacağını bilmek gerekiyor. Dolayısıyla, Rum ve Ermenilerin hukukta eşitlik prensibinin dışında tutulamayacaklarını vurgular...
Kitapta, Nursi’nin "Gayr-ı müslim reis olamaz fakat hizmetkâr olur." cümlesi de yanlış yorumlanmış. Bu cümlede; Rum ve Ermenilerin vali-kaymakam olmalarında dinen herhangi bir sakıncanın olup olmadığını soran Kürd aşiretlerini aydınlatıp ikna etmek için verilmiş orijinal bir cevap yatar. Burada Nursi; meşrutiyet yönetiminde memurluk ve reisliğin halka tahakküm etmek, (şimdilerde olduğu gibi) topluma tepeden bakıp emir yağdırmak, keyf çatmak olmadığını belki millete hizmet etmek olduğunu nazara vererek, Rum ve Ermeni toplumundan da gayet tabii olarak vali ve kaymakam gibi bürokratların seçilip atanabileceklerini, bunda dinen herhangi bir sakıncanın olmadığını vurgular. Özetle; Meşrutiyet doğru uygulandıktan sonra yönetime kim gelirse gelsin hepsi reis yani amir yani halka hizmetkâr olmak zorundadır, anlamındadır.
Kitabın yazarı Aydınkaya, Nursi’nin kaldığı mekânların kronolojik tarihlerini tespitte, Badıllı’nın hesaplamalarını referans alarak iddialarını temellendirmeye çalışmıştır. Buna göre "Nursi; 1894'te Sason katliamı gerçekleştiğinde Mardin’de, 1895 Bitlis pogromunda ise Bitlis’te olup gözü önündeki devasa zulümlere seyirci kalmıştır. Üstelik Bitlis’te konağında kaldığı vali Ömer Paşa ise katliamın örgütleyicisi bir idari bölge valisi konumundaydı." (age. s:126,127,128)
Öncelikle; Bediüzzaman nam-ı diğerle Said-i Kürdi en-Nursi, sözü edilen Sason ve Bitlis olaylarının cereyan ettiği yıllarda Bitlis’te değildir. Sözü edilen tarihlerin hesaplanmasında ciddi yanlışlıklar yapılmıştır. Şöyle ki;
Özellikle gençlik yıllarına ait tarihleri dikkatlice takip ettiğimizde Badıllı’nın da kabul ettiği üzere Nursi hazretleri, 1894 yılında yaşı henüz on yedi olup Cezire yani Cizre’deydi. Dönemin tanıklarından sadece Fakirullah Mollazade, burada yedi ay kadar Nursi’ye talebelik-arkadaşlık yapmıştı. (Badıllı; Mufassal Tarihçe. s.116) Bir sene kadar Cezire ve civarında kaldıktan sonra Nursi, buradan Nusaybin ve Mardin’e seyahat etmişti. Hareketli ve dolu dolu geçen Mardin hayatına başlama ve buradan Bitlis’e sürgün edilinceye kadar geçirdiği süreye toplam bir yıl ayırsak bile Bediüzzaman’ın Bitlis’e varış senesi, sanılanın aksine 1895 değil 1896 olur. Bu tarihi destekleyecek elimizde başka veriler de bulunmaktadır.
"Ellibeş sene evvel ben, yirmi yaşlarında iken, Bitlis'te merhum vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım." (Emirdağ L-1)
Yukarıdaki kendi beyanlarıyla sabit olan; Nursi’nin yirmi yaşlarında iken Bitlis valisinin (Aydınkaya, resmi valilik konağı olduğu iddiasındadır) evinde iki sene kaldığıdır. Böylece; Miladi 1877 doğumlu Bediüzzaman, 1896-1897 yıllarında 19-20 yaşlarında olup Bitlis’tedir.
Yine; Nursi üzerine çalışan tüm biyografi yazarlarının ittifaklarıyla sabittir ki, Bediüzzaman, Şeyh Muhammed Küfrevî’nin vefatından sonra Bitlis’ten ayrılıp Van’a gitmiştir. Nursi’nin kendilerinden teberrüken son derslerini aldıkları Nakşi şeyhi Küfrevî ise Badıllı, Weld gibi biyografi yazarlarının iddia ettiklerinin hilafına 1896-1897’de değil, 1898 yılında Bitlis’te vefat etmiştir. Diyanet ansiklopedisinin yanında bu tarihi; hem 1775 doğumlu şeyhin 123 yaşında vefat ettiğini bize bildiren torunu Cesim Küfrevî’nin beyanatları hem de Bitlis’teki mezarının girişinde asılı, şeyhin doğum ve vefat tarihinin yazılı olduğu levha da desteklemektedir.
Böylece anlaşıldı ki; 1895 Bitlis Olayları yaşanırken Bediüzzaman, Aydınkaya’nın iddia ettiğinin aksine Bitlis’te değil, Mardin’dedir. İlginç olarak Aydınkaya, Nursi’nin mesela bir Bitlis’e, bir İstanbul’a gidiş senelerine gösterdiği merak ve hassasiyeti, Bitlis’ten ayrılıp Van’a gittiği o çok önemli tarihten esirgemiştir. İki yıl kaldığı Bitlis’ten, Nursi’nin 1898 yılında ayrılıp Van’a gittiğini tespit edebilse, belki de Cilasun’un düştüğü aynı hatayı tekrarlamayacak; Nursi gibi yaşamını sivil yaşamın muhafazasına adayan fedakâr bir aksiyon ve fikir âlimini, gözleri önünde binlerce Ermeni’nin öldürülmesine seyirci kalmakla suçlamaktan kaçınacaktı.
(Devam edecek)