Erol Köroğlu
Ben artık öykü söylemek istiyorum
Tarihsel romanlarıyla ünlü Kemal Tahir’in Göl İnsanları’nda yer alan 1950 tarihli
“Kondurma Siyaseti” başlıklı bir öyküsü var. Bu uzun öyküyü aynı zamanda öykünün kahramanlarından olan, dolayısıyla kendi deneyimlediği öyküyü anlatan Çorumlu ve kaçakçı bir “ben anlatıcı”dan dinleriz.
Kaçakçı anlatıcımız, 1936-1937 civarı yakayı ele vermemek için Dersim’deki dostlarının aşiretine sığınmışken, aşiretin tümü Celal Bayar’ın başbakan olduğu tek parti hükümeti tarafından Dersim’den Rumeli’ye sürülür. Koca bir aşiret, hayvanlarıyla ve tüm yüküyle yollara düşer. Önce Trabzon’a, oradan da deniz yoluyla Rumeli’ye… Tabii aşiret yollarda sersefil olacaktır. İktidarın bir cümleyle hüküm kurduğu binlerce insanın tüm varlıklarını kaybede kaybede, hastalıktan ölerek ve geçtikleri yerlerde malları yağmalanarak düştükleri durumu okuruz. Çok keyifli bir öyküdür. Bir insanlık ayıbının olmayacak bir keyifle anlatıldığına tanık oluruz.
Kurmaca bu, olmamıştır, yazar abartmıştır demeyi ne çok isteriz. Değil mi? Diyebiliyor muyuz? Hayır. 1915’te yurttaşı olan Ermenileri bir emirle tehcir eden, 1924’te Türk-Yunan Mübadelesi ile milyonları köklerinden koparan (bunu Yunanistan’la birlikte yapan) aynı devlet değil mi?
“AŞAĞI BAK” DEVLETİ
Yanlış anlaşılmasın. Devlet eleştirisi değil burada amacım. O çok geniş ve çok daha ciddi biçimlerde yapılması gereken bir iş. Fakat sorunlarımızı konuşurken, devletimizin işleyiş biçimlerini, tarihsel gelişim içindeki süreklilik ve kesintileri bilmemiz lazım. Devletimizdeki en önemli sürekliliklerden biri, toplumsal ve siyasal her konuda tek belirleyici olma, yurttaşı ve toplumu hep tebaa konumunda tutma, kontrol altında tutarak zorla ya da daha incelikli yollardan boyun eğdirme çabası değil mi?
Bizim devletimiz, bir “aşağı bak!” devleti değil mi? “Kafanı kaldırma, sesini çıkartma, haklarından ve adaletten bahsetme! Nesin sen, terörist misin, bölücü müsün, vatan haini misin? Kaldırma kafanı, aşağı bak!” Bugün HDP belediyelerinde, pek çok şirkette ve Türkiye’nin tüm üniversitelerinde uygulandığına tanık olduğumuz kayyımlık düzeni tam olarak bu değil mi? Bir biçimde devlet ve iktidar otoritesiyle uyumsuz olan herkesin aşağı bakmasını sağlamak. Aşağı bakmayanları ya da başkalarının korkup aşağı bakmasını sağlayacak ibretlikleri OHAL’den kaynaklanan kanun hükmünde kararnamelerle işlerinden, devlet memuriyetinden ihraç etmek. Üstelik bununla da yetinmeyip yüz binlerce insanı sigortalı herhangi bir işe giremesin diye takip etmek, alınan zarar ve hasarın büyümesi için elden gelen ama akla hayale gelmez çeşitli yollar icat etmek, insanları sivil ölüme mahkûm etmek.
Ben kayyımlık siyasetinin bir AKP buluşu olmadığını düşünüyorum. Bu bir Türkiye Cumhuriyeti devlet geleneği. AKP, iktidara geldiğinden beri, bu devlet nezdinde şu veya bu tarihsel dönemde dezavantajlı duruma düşmüş, dışlanmış, mesela Dersim’den Rumeli’ye sürülmüş, ufak ve büyük çaplı sivil ölümlere maruz bırakılmış pek çok siyasal ve toplumsal kimlik gibi, aslında bir “sızmacılık” stratejisiyle var oldu. Gücü elinde tutan devlete bir biçimde girerek, daha az zarar görmenin yollarını aradı. Gülen cemaatinden MHP’lilere, her tür tarikat yapılanmasından akla gelebilecek başka pek çok siyasal gruba Türk siyasal hayatının en bilinen mekanizmalarından biri değil mi sızmacılık?
KAYYIMIN YETKİSİ VAR, N’AAPSIN?
Bugün AKP iktidarda ve o çok bildik kayyımlık geleneğini çok yaygın biçimde uyguluyor. Her yerde teraziye vurulmaz bir “yetkim var, kanun öyle diyor, uygularım, uyguladım” nobranlığına maruz kalıyoruz. Mesela şu anda mensubu olduğum Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyımlık uygulamaları inanılmaz bir hızla yürütülmekte. Habire yeni memurlar işe alınıyor, eskiler oradan oraya yollanıyor (bunun yerine uygun olan sözcüğü siz düşünün), bölüm başkanları entipüften gerekçelerle görevden alınıyor.
25 Ekim 2022 tarihli ve “Bir Kötülük Hikâyesi” başlıklı yazımı, moleküler biyoloji
bölümü öğretim üyesi Dr. Tolga Sütlü’nün işten çıkartılma öyküsüne ayırmıştım
Tolga Sütlü ile ilgili bir durum, doktorasını aldığı İsveç’in önemli tıp merkezlerinden biri olan Karolinska Enstitüsü’nün kapsamlı raporu yanlış anlaşılarak veya çamur medyanın yalanlarla örülü çarpıtmaları üzerinden çerçevelenerek, kayyım rektör tarafından iş akdinin yenilenmemesi ile sonuçlanmıştı. Yapılan şey bir hatadır. İzansız bir haksızlık var ortada ama kayyım rektör hiç oralı olmadı. Neden? Yetkisi var! Neye? Gerçekleri çarpıtmaya. Hakikati işine geldiği biçimde eğip bükmeye. Okula yüzbinlerce liralık projeler getirmiş, kanser aşısı üzerinde çalışan ve bir laboratuvarı yöneten bir akademisyeni kapının önüne koymaya. Kim engelleyecek?
Nitekim kayyım rektörlük geçen hafta bu konuda bir adım daha attı. Özel güvenlik bir gece vakti Tolga Hoca’nın özel eşyalarının da bulunduğu ofisin anahtarlarını değiştirdi. Yanlış anlamaya kurban gittiğini Tolga Sütlü’nün de benim de dahil olduğum onlarca kaynak ortaya koyduğu, yapılan yanlışı açıkça ve her noktasında gösterdiği halde, yetkisi olan ve bu yetkiyi herkesleri aşağı baktırma azmiyle kullanan kayyım rektörlük kapı kilidi değiştirme operasyonu gerçekleştirdi. Özel güvenlik hocaların ofis kapılarına asılı olan Tolga Hoca’yla dayanışma posterlerini topladı. Boğaziçi Üniversitesi’nin Moleküler Biyoloji Bölümüne yücelerden emir geldi. On değil, tek emir: “AŞAĞI BAK!”
Bir başka örnek: Yusuf Kerim Sayın. Altı yaşındaki Yusuf, çok ağır bir hastalığa sahip: Ewing Sarkom. Yusuf’un annesi “Fetö üyeliği”nden ceza almış ve hapishanede. Canıyla mücadele veren sabi Yusuf, annesini yanında istiyor. Adli hükümlülerde uygulanan bir şey var: İnfaz erteleme. Tüm bir sivil toplum bunun için devlete çağrıda bulunuyor. Fakat devletin yetkisi var: Tüm o “Fetö’cüler”in aşağı bakması gerekiyor. Altı yaşında ölümle cebelleşen Yusuf, yurttaşını aşağı baktırmaya azmetmiş devlet nedeniyle anne özleminden yanıp tutuşuyor. Geceleri gözüne uyku girmiyor.
ÖYKÜLER DÜNYAYI NASIL GÖSTERİYOR?
Buradan KHK’lı ihraçları konusuna gelelim yine. Bu benim bu konudaki dördüncü yazım ve şimdilik burada duracağım. Fakat bu konu her yönüyle çözülene kadar hepimizin sorunu olmaya devam edecek. KHK’lı ihraçları bir Türkiye sorunu. Yurttaşı olduğumuz ülkenin sorunu. Bu sorunu hep birlikte çözeceğiz. Aşağı filan da bakmayacağız. Bedel neyse ödeyeceğiz. KHK’lılara yaşatılanın tazmini için seferber olacağız. Toplum olabilmek bunu gerektiriyor.
Öte yandan buradaki durumu iyi anlamamız, neyle karşı karşıya olduğumuzu iyice idrak etmemiz gerekli. Bu yüzden öykülerden, KHK’lı öykülerini duymanın öneminden söz ediyorum. Öykü derken, yaşanan trajedileri, çekilen eziyetleri, maruz kalınan işkenceleri küçültmek gibi bir amacım yok. Sözün gelişi öykü demiyorum. Öyküyü; edebiyatı ya da kurmacayı aşan bir kavram olarak kullanıyorum. Burada söz konusu olan bir dünyaya bakma biçimi. Çünkü bir öykü, ister yaşanmış olsun, ister yaşanmışlardan yola çıkan kurmaca bir metin olsun, isterse de Kafka’nınkilere benzeyen fantastik metinler olsun, okuyana bir çağrıda bulunur. “Gel,” der, “dünyaya bir de benim olduğum yerden bak. Bak, dünya buradan nasıl görünüyor?” Kuru bilginin, istatistik ya da olguların kolayca veremeyeceği bir anlayışın kapısını açar.
Bu açıdan öykülere bakmaya ihtiyacımız var. İçinde bulunduğumuz toplumsal zorluğu öyküler aracılığıyla düşünüp konuşmaya, öyküler aracılığıyla ilişkilenmeye, otoritenin yıkmaya yok etmeye azmettiği ilişkilenmeleri yeniden oluşturmaya mecburuz. Yaşar Kemal’in İnce Memed’i “mecbur insan” idi. Biz bugün bir “mecbur toplumuz”.
Bu yazının sonunda, bu öykülerden bir tanesine, KHK’lı bir akademisyenin bir yıl önce, 2022 başında yayımlanan bir uzun öykü ya da kısa romanına, novella da tabir olunan eserine sözü getireceğim. Gökhan Yavuz Demir’in Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan Kesin Döneceksiniz kitabı. 48 sayfalık bir kitap bu. Yazarı Gökhan Yavuz Demir gibi KHK ile üniversiteden ihraç edilen bir akademisyeni anlatıyor: Refik Çavuş. Refik Çavuş’un, yazarı Demir’den bir farkı var yalnız: Üniversiteden ihraç edileli 80 sene olmuş! İnsan düşünürken beyni bulanıyor. 80 sene önce ihraç edildiğinde, öyle olmayan herkesin “kesin döneceksiniz!” diye hesapta moral verdiği Refik Çavuş 80 sene boyunca inanılmaz bir sefaleti yaşamış:
“Onca sene hiç de çabuk geçmemişti. İşsizlik, ağır ceza mahkemeleri, gözaltılar, davalar, parasızlık. İlk on yıl büyük kaygılar ve belirsizlik. Sonraki otuz sene büyük umutlar, beklentiler ve yine belirsizlik. Son kırk senedir ise umursamaz bir bezginlik, ezberlenen bir sefalet ve hep o lanet belirsizlik.” (s. 14)
Ağır, değil mi? Burada durmayalım ama. Bir pasaj daha aktarayım. Refik Çavuş 80 senedir valiliğe giderek, komisyonun başvurusuyla ilgili bir karar verip vermediğini öğrenmeye çalışıyor:
“‘Başvurunuzun incelenmesi devam etmektedir.’ Soruşturmaların hepsinden temiz çıkmışken, davaların tümünden beraat etmişken, hakkında düşmemiş tek bir suçlama kalmamışken, hatta kendisini uzaklaştıran yöneticilerin çoğu artık hayatta bile değilken ve kurulduğundan beri ilk yirmi, belki otuz Komisyonun üyeleri emekli olmuşken; yani neredeyse bir asır sonra hâlâ neyin incelemesiydi ki bu devam eden?” (s. 21)
KESİN DÖNECEKLER Mİ?
Refik Çavuş’un 80 sene sonra hâlâ maruz kaldığı ve onu en çok rahatsız eden laf da, onun çektiklerini çekmeyen insanların sırf bir şey demek için “kesin döneceksiniz” demeleri. Kesin dönecekler mi? KHK’lılar kesin dönecekler mi? 150.000’den fazla devlet memuru kesin dönecek mi? Ülke nüfusunun bu radikal ama sıradan kötülüğe maruz kalan % 10’u normal bir toplumsallığa kesin dönecekler mi? Bu novellanın yazarı, üniversitede doçentken işinden atılan, Türkiye kültür ortamının dil ve kültür üzerine kuramsal çevirileri ve telif çalışmalarıyla tanıdığı, ülkenin yüz akı bir akademisyeni olarak ödüllendirilmesi gerekirken altı buçuk yıldır “ihraç” olarak yaşamaya mahkûm edilen Gökhan Yavuz Demir kesin dönecek mi? Dönecekse, döneceklerse, ne zaman?
Biz hayatı onların öyküleri üzerinden görmeden, KHK’lıların nasıl bir cehennemde yaşamak zorunda kaldıklarını anlamadan bu mümkün değil. Siyaseti öykülerle kurmamız lazım. Seçimlere gidiyoruz. Bizler sadece bir oy değiliz. Öyküleri olanlar ve öyküler anlatanlar ve öyküleri duyanlarız. Radikal ama sıradan kötülükle öykülerimizi paylaşa paylaşa yüzleşecek ve onu geride bırakacağız. Öyküleri dinleyelim. Yeni öyküyü ve öyküleri söyleyebilmek için…
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.