Bir aldanış olarak yurttaşlık

Sanki seçim bitince idari yöneticilerden milletvekillerine, tepedeki mühim şahsiyetlere kadar herkes tarafından azarlanmayacak, kovalanmayacakmış gibi geçici bir iyimserlik havasına kapılır.

Siyaset sonrası dönemin en yaygın semptomu, insanların her türden örgütlenişini engelleyip, önüne bir sandık koyup, sonra oraya düz mü, yandan mı yoksa arkadan mı gideceği konusundaki tartışmaları kışkırtarak, gerçekten bir şeye katılıyormuş duygusu yaratmaktır. Seçimler ise- siyasetin bütün imkânları yurttaşa kapatıldığında, beter, daha beter, en beter arasında örgütlenir; dünyanın her yerinde vuku bulan bu olduğu için, özellikle Avrupa ülkelerinde sandığa giden seçmen sayısında ciddi bir düşüş gözlemlenmektedir. Buralarda ise henüz sıradan burjuvazinin düz yasaları bile hayata geçirilemediğinden ve yurttaşlık bir çeşit doğuştan suç kabul edilip, manasız cezalarla edilgenleştirildiği için- sandık seyahati bir zorunluluk olarak kabul görür ve bu oyuna da katılmasa- hiçbir varlığı kalmayacağını düşünen insanlar, homurdanarak da olsa sandığa doğru yürür ve yürümeyenlere de sanki bütün bu berbat sistemin sorumlusuymuş gibi ayar çeker. Bunu çaresizlikten yapar, bir biçim verme şansının kalmadığı ülkede elinde kalan tek şeydir oy pusulası ve Anadolu'nun bazı yerlerinde sadece hamile olduğunda “insan” muamelesi gören gelinler gibi, seçim öncesi yurttaşlığının tadını çıkarır. Sanki seçim bitince idari yöneticilerden milletvekillerine, tepedeki mühim şahsiyetlere kadar herkes tarafından azarlanmayacak, kovalanmayacakmış gibi geçici bir iyimserlik havasına kapılır.

Oysa ortada bir parlamenter sistem bile yoktur, parlamento zincirlerle bağlanmış, otokrasi tarafından “varım” demeye zorlanmaktadır, işler fenadır ama otokrasiyi zincire bağlayacak bir parlamento imkânı tamamiyla kaybolmamıştır. İşin tuhafı parlamenter sistemin işlevsizliğinden hareketle, parlamentoya ne lüzum var diyen biri, anayasal suç işlemekle kovuşturulabilirken, anayasanın ihlalinin devletin en üst organları tarafından gerçekleştirmesinde bir sıkıntı yoktur. İşte size ideal devlet kurgusu. Dramatik metinlerde üç birlik kuralı denilen bir şey vardır, -zaman, mekân ve olaydaki birlik- burada da yasama -yürütme- yargı üç birlik kuralı haline getirilmiş ve tek elden yürütülmektedir. Tiyatroda modası çoktan geçerken devlet yönetiminde keşfedilmesi pek hayra alamet değildir. Üstelik buradaki birlik ilkesi, organik bir bütünlük falan yaratmamakta, daha çok kafasına silah dayanmış bir yazarın parçaları eklektik biçimde yapıştırmasına benzemektedir.

Temel sorun, bir toplum kurmak için bir araya gelme ediminin yasalara itaat etmek, giderek her şeye itaat etmek biçiminde yapılandırılmasıdır. İlksel bir rıza-evet bu siyasal sözleşmeye özgür irademle razıyım-, her şeye razı olmanın kılıfına dönüşmüşken, herkesin devletin, ortak yaşamayı kolaylaştıracak- ben inanmıyorum - bir organizasyon olduğu fikrini hatırlaması gerekmektedir; onu aşkın bir anlama havale ettikçe başımıza gelenler, geleceklerin göstergesidir. “Aşağıya efendiler, bizim ayaklarımızı bastığımız zemine doğru inmeniz gerekiyor ilkin” demeyi doğal bir refleks haline getirmek, bizi kendimizden, yabancıdan, görmediğimiz topraklardan vb. koruduğunu söyleyenlere karşı ortak bir kalkan oluşturmak ve aracı çoktan amaç haline getirmiş bu yönetme tutumuna, net bir şekilde “bunu istemiyoruz” demeyi öğrenmektir.

“Ortak irade” ve “biz” denilen şeyle kavga etmeden, giderek birbirimize benzemekten rahatsızlık duymadan, hatta bu benzerlikten şahane toplumsal sonuçlar çıkarmaktan vazgeçmeden sadece ortak bir felakete çalışmış oluruz. Sansürler, yasaklar, mahkûm edişler bir toplumu yönetmenin güvenlikçi soyut kurgusuysa, asıl toplumun dokusunu tayin edecek şey itaatsizliktir, bir şeyi ancak ona itiraz ederek değiştirebiliriz. Yok toplumu isyan ve anarşiye çağırmıyorum-gerçi gelseler hiç fena olmaz- sadece kendilik denilen şeyin vicdani sorumluluğunu, temsil adı altında başkasına devretmemenin haysiyetinden söz etmek istiyorum, bu, esas öznelliğin hem siyasi hem etik biçimidir ve neoliberal öznenin benlik yanılsamasının dışında bir yerde durur ve kendini olan biten her şeyden sorumlu kılar. Karşısına çıkan bir haksızlığın kendisine yapılıp yapılmamasıyla ilgilenmez, başkalarının bu konudaki tutumlarıyla da ilgilenmez, kendi varlığının teyidini kendi gerçekleştirirken üstüne aldığı sorumluluğun ne olduğunu bilir. Bu öznellik biçimiyle ilgili, Frédéric Gros'un İtaat Etmemek kitabında şöyle bir cümle vardır: “ 'Eğer ben ben olmazsam, benim yerime kim ben olacak' diye yazmıştı Thoreau. Bunu tamamlamak lazım; kendi olmak, ama başkaları için, ve bu çağrıya kulak vermek, hem de hemen.”

Kitleselleştikçe konturlarını yitiren birey, kendi sorumluluğunu sadece öznel bir alana hapsedilmiş yükümlülükler dizisi olarak kavradıkça, kamusal varoluştan uzaklaştıkça, sıradan bir hale gelen hak gasplarına kendi dünyasının dışında gerçekleşen olaylar örgüsü olarak bakacak, giderek bu bakışı doğallaştıracak ve insan eliyle kurulmuş bir düzeni, bir değişmezin duası sanacaktır. “Ben değilsem kim, şimdi değilse ne zaman? “ sorusu bir toplumsalın inşası için elzem bir bireysel sesleniştir ve gerçekten birilerinin canlarının istediği biçimde yönettiği bir dünyaya itiraz etmek, insanın ilk olarak kendine duyduğu saygıdan çok uzak bir yerde değildir.

Hep birlikte seslenirsek sarsılmayacak süreklilik yoktur ve aslında süreklilik denilen şey de, kopuşlardan oluşan zincirin yarattığı aldanıştır. İnada, itiraza, hayalini kurduğumuz dünyaya, değişebilirliğin mümkün olduğuna, eğer toplu halde istemezsek bu sıkıcı amcaların ve teyzelerin kaybolacağına, bir de yağmur kuşlarına itimat edelim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi