Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Bir gün böyle okuyacaklar bizi

Bir gün akıl dışı bir sisteme teslim olmuş, hep birlikte bizi yakmaları için çalı çırpı toplayan, ve sanki bütün bu olup bitenler hiç değişmezmiş gibi davranan bir çeşit efsunlanmış halklar olarak görecekler bizi.

Adalet, hak hukuk, barınma, beslenme problemlerinin çözüldüğü bir ülkede yaşadığınızı hayal edin, -yok yok öyle bir dünyada-, çünkü sadece bir yerde “normal yaşamak” bizi kesmez, bu defa da kafayı oralara takar yine mutsuz oluruz. Öyle bir dünyada yaşadığınızı düşünün bir müddet, güvenlik, gelecek endişeniz yok. Yemek yerken üzülmenize, kar yağınca üzülmenize, hiçbir şey için üzülmenize gerek yok, biliyorsunuz ki, kimse aç değil, üşümüyor, herkesin bir sığınacak yuvası var ve zenginlik ya da yoksulluk gibi kelimeler dilden uçup gitmiş.

İnsanlar savaşın ne olduğunu hatırlamıyor, çok uzun zaman geçmiş, kimse kimseye saldırmamış. Sınırlarda bekçiler yok, ama durmadan o sınırları aşmaya çalışan da yok, gezmek, görmek isteyen ya da başka şeyleri merak edenler dolaşıyor dünyada. Dünyadaki servet birikimini, suları, toprakları yeniden düzenlemiş bir dünya burası. İhtiyaçları giderecek kadar üretim yapılıyor ve üretim fazlası anlamsız bir hal aldığı için iş kolları değişime uğramış.

Paylaşınca aniden bolluğun çoğaldığını gören büyük büyük atalar, üretime tapan bir dünyadan vazgeçmişler; bir zamanlar dünya nüfusunun çok küçük bir bölümü, her şeyi ele geçirdiği için çoğunluğun çektiği sefaleti, eski kitaplardan okuyup dehşete düşüyorsunuz.

Büyük kuraklık döneminde, bilim insanlarının uyarılarına rağmen doğayı yok etmek için çalışan yönetimlerin, sermayedarların öyküleri inanılmaz geliyor size. Başka şeyler de okuyorsunuz “buz çağı” olarak adlandırılan bu döneme ilişkin, her defasında, bu toplulukların gerçekten varolup olmadığını düşünüyorsunuz, çünkü yaptıkları tek bir iyi şey yok.

Onlar hakkında yazılanlara baktığınızda, akıl almayan bir varoluş görüyorsunuz. Sürekli dövüşmüş, değerli sandıkları şeyleri biriktirmiş, hiçbir türe gün yüzü göstermemiş, herkesin ve her şeyin üzerinde tepinmiş bir topluluğun, üstelik kısa da sürmemiş bir hükümranlığı.

Tarihsel verilerin yanında o dönemlerde üretilen sanat eserleri de var; daha kişiselleşmiş bir anlatıya sahip oldukları için, o dönemleri yaşayanların nasıl insanlar olduğu konusunda biraz daha bilgi sahibi oluyorsunuz ama yine anlamanıza imkan yok. Güldükleri şeyler bile trajik çünkü, hep bir tasnif edişin etrafında dönüyor çoğu.

Dili anlamanız için buz çağı sözlüğü kullanmanız gerekiyor; bu eserlerden bazılarında sizin yaşadığınız dünyayı özlemiş birilerinin sesini işitiyorsunuz. O zaman bir şey takılır gibi oluyor boğazınıza, o zaman bu çok uzak insan topluluklarından birilerini, gerçekten atalarınız gibi hissediyorsunuz.

Ama yine de asıl anlamadığınız, çoğunluğun her türlü acıya maruz kalmasına rağmen, neden bu biçimde yaşamayı kabul etmiş olmaları. Matematik dünyasından bakıyorsunuz, anlamsız. Sosyolojinin dünyasından bakıyorsunuz yine anlamsız. Bunu kimse anlatamıyor size, çünkü anlaşılır bir tarafı yok.

Birlikte öğrenme alanlarında, sizden daha önce öğrenmeye başlayanlardan biri diyor ki, “anlaşılması gerçekten çok zor ama şöyle hayal edin. O zamanlar bu insanlar, dünyanın böyle yönetilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Ülkelerin sınırları ve orduları vardı, bütün ülkeler, sınırlarının dışındakilerin düşman olduğuna ikna ediyordu çoğunluğu ve yaşamak için böyle bir yönetimin tek çareleri olduğunu sanıyorlardı.”

“Nasıl yani” diyorsunuz, “o zaman matematik, felsefe, coğrafya, hepsini geçtik, toplama ve çıkarma bilinmiyor muydu? Mantık bilimi daha gelişmemiş miydi?” Sizden daha bilgili ve tecrübeli olan, yüzünüze bakıyor mahcubiyetle ve devam ediyor, “çok utanç verici gerçekten, buna rıza göstermeleri ama bunu anlayamıyoruz gerçekten,burası bir muamma.”

Biri mırıldanıyor, “bir kitapta okumuştum, hepsi ama hepsi bir korkuya kilitlenmiş", onun deyişiyle “cehennemi evleri, cellatlarını da kurtarıcıları sanıyorlarmış.” Sonra siz bazı kelimeleri anlamak için, sözlüğü alıyorsunuz elinize. Çok yazık diye düşünüyorsunuz, her şeyi mahvetmişler, sadece dünyayı değil, kendilerini de.

Şimdi gözünüzü açın ve haberleri izleyin bir süre, ama gelecekteki dünyanın içinde yaşayan bir bireymiş duygusunu kaybetmeden. Asla kendinizi kaptırmayın olay örgüsüne, yapılan her şeyin delilikten başka bir şey olmadığını sürekli tekrar edin. Gelecekteki ben'in bakma biçimini ödünç alarak değerlendirin her şeyi.

İnsan temellük ettiği gerçekliğin bir parçası belki ama o gerçekliğin, bir başka biçimdeki olma imkanına yabancılaştığında, bir gün olması gerekenin olacağı yerde yaşayanların, bizi anlama imkanları hiç kalmayacak.

Bir gün akıl dışı bir sisteme teslim olmuş, hep birlikte bizi yakmaları için çalı çırpı toplayan, ve sanki bütün bu olup bitenler hiç değişmezmiş gibi davranan bir çeşit efsunlanmış halklar olarak görecekler bizi.

Buraya buradan bakmayalım diyor o gelecekteki çocuk, buranın içinde kaybolmayalım, istedikleri bu. Sonra birilerinin yazdığı gibi okuyacaklar bizi. Hepsi bir korkuya kilitlenmişti, zindanları evleri, cellatları kurtarıcıları sanıyorlardı. Toplamasız çıkarıp, elde sıfır bölüyorlar, çarpmayı, bir matematik terimi sanıyorlardı.

Bir gün, böyle okuyacaklar bizi.


Süreyya Karacabey kimdir?

Süreyya Karacabey Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik, Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek başlıklı kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi