Ali Duran Topuz

Ali Duran Topuz

Çürüyüş Türkiye

Son bir hafta içinde yaşananlar, iktidarın propaganda dizilerine konulan klişe isimle söylersek bir “Çürüyüş Türkiye” filmi gibiydi.

Öyle bir hafta geçirdik ki bir yanıyla hızlandırılmış “Kürt sorunu tarihi”ni içeriyor, bir yanıyla gelecek seçim ortamına hakim olacak tutum, fikir ve söylemleri ifşa ediyor, bir yanıyla inşası süren yeni rejimin neye doğru evrildiğinin delillerini güçlü biçimde ortaya koyuyor, bir yanıyla da bu üç halin yol açtığı toplumsal, bireysel ve beşeri yıkımı gözler önüne seriyordu. Adlı adınca ve iktidar destekli ırkçı-dinci propaganda dizilerinin jargonuyla söylersek “Çürüyüş Türkiye” haftasıydı geçirdiğimiz.

Her biri kendi başına aylarca tartışılacak sözler, eylemler, işler kısacık süre içinde peş peşe sökün etti; sıralayalım:

- Şeyh Said adının bir caddeye verilmesi “bölücülük, hainlik, gericilik” etiketleri etrafında konuşulurken, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içinden çatışma ve ölüm haberleri geldi. Kısa süre arayla TSK’ye mensup 12 asker çatışmalarda vuruldu. Elbette neden çatışma sürüyor, neden kan dışında, ölüm dışında bir siyaset geliştirilemiyor sorusu sorulmadı, bunun yerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şubat 2018’de küçücük bir çocuğu sahneye alarak onun üzerinden ilan ettiği “Bayrağı cebinde. Şehit olunca üstüne örtülecek” siyaseti çerçevesinde “şehitler ölmez, vatan bölünmez” nidaları eşliğinde öfke, kin ve düşmanlık muslukları açıldı. Bayrağın neden sadece yoksul gençlerin üstüne örtüldüğünü soranlar oldu elbet, ne var ki bunlar da efsunlu “terör” lafıyla susturulmak istendi.

- TBMM’de geleneksel “Teröre karşı ortak bildiri” ayini başlatıldı, CHP’nin çiçeği burnunda genel başkanı, partisinin geleneksel “Biz de iktidara katılıyoruz” tutumu yerine, yukarıdaki soruyu sorup, “Hizaya girmeyiz” diyerek imzadan imtina edince, iktidar blokunun geleneksel saldırısına hedef oldu. Katıldığı asker cenazesinde, iktidar yönlendirmeli saldırıya maruz kaldı elbette. İmdadına acılı asker ailesinin fertleri yetişti, kendi acıları yetmiyormuş gibi, yaslı halleriyle saldırının ayıp olduğunu söylediler. Şehit sıfatıyla kutsanan gençlerin yaslı ailelerinin sözlerindeki hikmeti iktidar blokunda ciddiye alan olmadı elbette. Yoksul ailelerin ve çocuklarının görevi ölmek, konuşmak değil.

- İzmir’de bir okula, Diyarbakır 5 No’lu cezaevinin, daha doğrusu sömürge kampının namlı işkenceci komutanı Esat Oktay Yıldıran’ın adı bir okula verildi. Tepki verenler oldu elbette, iktidar saflarındaki bazı isimler (Orhan Miroğlu mesela) da katıldı bu tepkiye, ama bu “işlem”den mutlu, mesut olanlar çok çok fazlaydı. Elbette Kürt’e işkence bir haktı. Kenan Evren eksik söylemişti, “Asmayacağız da besleyecek miyiz” derken, “İşkence yapmayacağız da insan yerine mi koyacağız” da demeliydi. Milli Eğitim devreye girdi, “Bariz bir hatadır bu” dedi, ama hepsi o kadar. Kim yapmış, niye yapmış, yapana ne olacak, hiç ses etmedi.

- Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi’nde akademisyen olan, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Kariyer Planlama Merkez Müdürü olan Tuba Işık, yıl dönümü gelen Roboski (Robozik) katliamına ait bir fotoğraf eşliğinde, “Görüntü çok güzel, daim olsun…” paylaşımını yaptı. Paylaşımındaki üç nokta, sevinç sözüne katılacak ve devamını getirecek çok ama çok kişinin bulunduğu inanç ve güvenini gösteriyordu dosta düşmana. Kampüsteki namaz odasının önüne yığılan ayakkabılara ilişkin şikayetini dile getiren akademisyeni, bariz taciz içeren kadrajla ve kişilik hakları ihlaliyle kameraya çekip yayınlayanlara değil ama akademisyene soruşturma açan “otorite” elbette bu akademisyeni derhal derdest edecek değildi. Dinsel simge ve sembolleri kötüye kullanarak siyaset yapmak mevcut rejimin güçlü bir hususiyetidir ama toplumu toplum olmaktan çıkaran söz, eylem ve işlemleri yapanlara ilişmemek daha güçlü bir hususiyetidir.

- Asgari ücret, 12 Eylül faşizmi döneminde takılan ismiyle “askeri ücret” belli oldu: 17002 (yazı ile on yedi bin iki) lira. Kürt meselesinde tercih edilen “ölüm”e dayalı siyaset, yani güvenlikçi paradigma için gerekli yoksul sayısını artırmak ve yoksulluk düzeyini derinleştirmek gerekliyken elbette insani bir düzeyde olmayacaktı ücret ve elbette artık insan olmaya dair hiçbir alametin makbul sayılmadığı dönemde iki liralık küsuratı telaffuz etmeye kimse ar etmeyecekti.

- Anayasa Mahkemesi’nin ısrarlı ve sayfalarca gerekçeyle vurguladığı “Tahliye edin” kararına rağmen İstanbul 13’üncü ağır ceza mahkemesi heyeti, cezaevindeki TİP Hatay Milletvekili Can Atalay dosyasında topu yine Yargıtay’ın sahasına pasladı. Mahkemeler bağımsızdır diyordu mahkeme, hukuktan da bağımsız. Tabii bir şeyi daha, uzun süredir malum olan bir şeyi daha ilan ediyordu: Türkiye’de artık yazılı bir anayasa yoktur, temel metin iktidar blokunun üst yöneticilerinin aklından, kalbinden geçenler ve elbette ağzından çıkanlardır.

- Erzurum’da Hınıs Sulh Ceza Mahkemesi, dokuz yıl önce yaptığı bir paylaşım nedeniyle, “Terör propagandası”ndan gözaltına alınan Şeyh Said’in torunu Ruşen Fırat’a “Otuz gün boyunca sosyal medyada Türk bayrağı paylaşma” cezası verdi. Ne diyor peki bu mahkeme? “Türk bayrağı paylaşmak bir cezadır” diyor öncelikle, ama bununla yetinmiyordu elbette, Şeyh Said’in torununu “Bayrakla sorunu olan bir Kürt” olarak etiketliyor, yani hedef gösteriyordu. Peki, mahkemenin bu “kararı”nı, Muğla’da Eylül 2015’te bir Kürt yurttaşı (yine terör propagandası yaptığı iddiası ile) önce döven, sonra zorla Atatürk heykeli öptüren linççi saldırganların yaptığından hangi hukuki kıstasla ayrılacak? Sulh Ceza “şüpheli”yi dövmediği için mi karar “hukuki” oluyor? Bir soru daha: İnsan yakma, işkenceyle öldürme, sırf kökeni nedeniyle örgütlü biçimde katletme vakalarında devreye sokulan “zamanaşımı”na ne oldu peki? Karar “nihai hüküm” mü, “tedbir kararı” mı o da belli değil ya soruları sürdürsek ne olacak ki? Anayasası olmayan yerde, ceza hukuku prensipleri, usuli hükümleri filan mı tartışacağız? O zamanaşımı kararları ki iktidarın, “biz o dönemlerde yoktuk, o kötü işlerde payımız” övünmesini, o kötü işlerin hepsinin aklanmasına mühür vurarak çöp etti. Elbette iktidara sorarsak bir şeyin çöp olduğu yok, iktidarı ne kadar hak ettiğinin delilleri bunlar.

Bu manzara sadece “otoriter/totaliter bir iktidar”a maruz kaldığımızı göstermiyor, sadece demokrasi ve hukukun tamamen ilga edildiğini göstermiyor, sadece Kürtlerin bırakın eşit ve egemenliğe ortak yurttaş olmayı, insan bile sayılmadığını göstermiyor, aynı zamanda (Kürtler dahil veya değil) ortada bir toplum kalmadığını, kalanın kırıntılarının da günbegün aşındırıldığını gösteriyor. CHP’nin genel başkanının iktidarın propaganda metnine imza atmamasına iktidardan önce itiraz eden “muhalefet” kişi ve kesimlerine bakacak olursak, “çürüme”nin sadece iktidar saflarında, iktidar akıl ve eylemlerinde olmadığı da belirginleşiyor. Yine de söylemekten çekinmeyelim: Çare olacaksa, siyasette olacak, evde, sokakta, meydanda, parlamentoda ve Selahattin Demirtaş’ın savunmasında ortaya koyduğu gibi “cezaevi dahil” siyasette olacak.


Önceki ve Sonraki Yazılar
Ali Duran Topuz Arşivi