Doğan Özgüden
Darbezede iki ülkenin Eylül’leri…
Eylül, Türkiye siyasal yaşamında birçok önemli olayın yaşandığı ay… Üç gün önce, 9 Eylül’de, Türkiye’nin yaşamakta olan en eski siyasi partisinin, Cumhuriyet Halk Partisi’nin kuruluşunun 96. yıl dönümü kutlandı. Son yerel seçimlerde alınan sonuçların da verdiği ivmeyle diğer yıllara göre daha coşkuluydu. 70’li yılların başında 12 Mart darbesine tepki olarak birdenbire Karaoğlan efsanesiyle kitlelerin büyük desteğini kazanmış, ama arkasını getirememiş olan CHP’de ve ona umut bağlayanlarda 46 yıl aradan sonra ikinci kez büyük coşku yaşanıyordu.
Unutulmasın ki, Osmanlı sonrası Türkiye’nin ilk siyasal partisi CHP değil, ondan üç yıl önce kurulmuş olan Türkiye Komünist Partisi’dir. 10 Eylül 1920'de kurulan TKP'nin lideri Mustafa Suphi ve yoldaşları kuruluştan dört ay sonra alçakça bir komplo ile Karadeniz'de boğularak katledilmiş, "komünist" adlı parti kurulması CHP diktası tarafından yasaklanmış ve bu yasak yine CHP’nin iktidar ortağı olduğu dönemler de dahil 70 yıldan fazla sürmüştür.
CHP ise, kuruluşundan itibaren tam 23 yıl Türkiye'yi tek parti diktasıyla yönetmiş, 1960 darbesinden sonra da çeşitli koalisyonlarda yer alarak sola ve Kürt ulusal hareketine karşı baskı uygulamalarına ortak olmuştur.
Bu yıl 96. kuruluş yıldönümü coşkusunu yaşarken, CHP geçmişin bu kötü mirasından tamamen arınabilecek, son seçimlerde kitlelerin metropollerde ve Kürt illerinde gösterdiği büyük direnişe saygılı davranıp AKP diktasına karşı başta Meclis'in üçüncü büyük partisi HDP olmak üzere tüm demokratik kuruluşlarla ilkeli bir güçbirliği yapabilecek ve bunu sonuna dek sürdürebilecek midir?
Bekliyoruz…
Yıldönümleri Eylül’e denk gelen, coşkuyla değil, hüzün ve elemle anılacaki iki önemli olay daha var… Şili’deki 11 Eylül 1973 ve Türkiye’deki 12 Eylül 1980 faşist darbeleri… O tarihlerde partiler kurulmamış, aksine kurulu partiler kapatılmış, cuntacıların düşman bellediği yüzbinler zındalara atılmış, işkenceden geçirilmiş, özgür medya susturulmuş, sendikalar kapatılıp devlet imkanları ABD emperyalizminin işbirlikçisi sermayeye peşkeş çekilirken halk kitleleri yoksulluğa mahkum edilmiştir.
Şili nere, Türkiye nere? Birbirinden kuş uçuşu 14 bin kilometre uzaklıktaki bu iki ülke, yakın tarihin bizim de tanık olduğumuz bir zaman kesiti içinde ortak kaderi paylaştılar.
60’lar Türkiye’de de, Şili’de de sol dalganın kabardığı bir yıldı. Hele 1970…
Sosyalist ve anti-emperyalist mücadelenin tüm Türkiye sathına yayıldığı o yıl işçi sınıfı DİSK’i yok etmeyi amaçlayan sendikalar yasasının AP iktidarı ile CHP muhalefetinin elbirliğiyle Meclis’te oylanmasını protesto için 15-16 Haziran’da İstanbul’u işgal etmişti… O tarihe kadar solun bir kesimi tarafından dahi "ilerici", hattâ "devrimci" diye nitelenen, gerçekteyse 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kurulan OYAK aracılığıyla kapitalist sınıfa entegre edilmiş, Milli Güvenlik Kurulu ile "siyasetin mubassırı" yapılmış olan ordu o gün işçiye ateş açmış, ardından da sıkıyönetim ilan edilerek direnişçiler tutuklanmış, işkenceden geçirilmişti.
Türkiye’de bunlar olurken Şili’de Sosyalist Parti, Komünist Partisi ve radikal solcu MİR’in ana gövdesini oluşturduğu Unidad Popular 4 Eylül 1970 seçimlerinde ABD destekli sağ’ı ağır bir yenilgiye uğratmış, sosyalist Salvador Allende cumhurbaşkanı olmuştu.
Hiç unutmam Şili sol güçlerinin bu zaferi, ülke ekonomisinin bankacılık, tarım, bakır madenleri ve haberleşme gibi ana sektörlerinde ard arda kamulaştırmalar yapılarak Şili halkına daha büyük hizmetler sunulması, Türkiye’de sürekli baskı ve tehdit altındaki bizler için büyük moral destek oluyor, mücadele kararlılığımızı güçlendiriyordu.
Aslında 15-16 Haziran’dan sonra ilan edilen sıkıyönetim bir askerî darbe provasıydı.
12 Mart 1971 muhtırasıyla asker kuklası bir hükümet kurulup devrimci avı açıldıktan sonra Nisan’da da sıkıyönetim ilan edilerek Türkiye çapında "balyoz harekâtı" başlatılmıştı. Bu ilk darbede Meclis dağıtılmamıştı, çünkü Türkiye İşçi Partisi dışında tüm siyasal partiler 12 Mart muhtırasına da, sıkıyönetim rejimine de oybirliğiyle destek vermişlerdi.
Başlatılan insan avıyla binlerce devrimci ve demokrat tutuklanıp işkenceden geçirildikten sonra sıkıyönetim mahkemelerinde idama varan ceza talepleriyle yagılanıp ağır hapis cezalarına mahkum edilmiş, devrimci gençliğin üç lideri, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan, Meclis’te iktidar partisi milletvekillerinin tamamının, muhalefetteki CHP milletvekillerinden bir kısmının "kabul" oyu vermesiyle idam edilmişlerdi.
İki ülkedeki gelişmeler 1973 yılında yön değiştirmeye başladı.
Türkiye’de Avrupa Konseyi’nin baskıları sonucu 1973’te sıkıyönetime son verilerek genel seçime gidilirken, Şili kara günlere yönelmeye başlamıştı.
Allende yönetiminin yaptığı köklü reformlar, tüm Latin Amerika’yı kendi sömürgesi bilen ABD emperyalizmini son derece rahatsız ediyordu. Eisenhower Ortadoğu ülkelerindeki milliyetçi ve bağımsızlıkçı ülkeleri hizaya getirmek için nasıl İslam’ı politize etmeyi amaçlayan bir doktrin ortaya atmışsa, buna parallel olarak Latin Amerika’da da yine Eisenhower patentli "domino" teorisinden kaynaklanan müdahale politikasının uygulamaları başlatılmıştı.
Bu teoriye göre, nasıl domino taşlarından biri devrilirse, zincirleme olarak tüm diğer taşlar ardarda devriliyorsa, Amerika kıtasında da herhangi bir devletin komünist rejimi benimsemesi kısa zamanda diğer devletleri de aynı arayışa sokabilecekti.
Bu teoriye uygun olarak Kennedy yönetiminde devrimci Küba’ya bir Domuzlar Körfezi çıkartması tezgahlanmış, ama hezimetle sonuçlanmıştı. Bu kez Güney Amerika’da Şili’nin de giderek "komünistleşmesi"ni engellemek için mutlaka bir darbe yapılmalıydı. Bunu için de CIA’nın doğrudan desteğiyle ülkede iktidara karşı protesto gösterileri, güdümlü grevler organize ediliyordu.
Daha önce de yazmıştım… Bu ortamda Şili Cumhurbaşkanı Allende büyük bir hata işlemiş, Şili Ordusu’nu tamamen Amerikan kuklası generallerin elinde bırakmıştı. Şili’li subaylar hâlâ Panama Kanal bölgesideki ABD askerî okullarında kontr-gerilla eğitimi görmeye devam ediyorlardı. O askerî okullarda eğitim gören Şili subaylarının sayısı 1969’da 107 iken 1972’de 197’ye çıkmıştı. Aynı dönemde Şili’ye ABD silah ve askerî donanım satışı da 1,6 Milyon Dolar’dan 14 Milyon Dolar’a yükselmişti.
1971 yılında Şili’ye bir ziyaret yapan Küba lideri Fidel Castro, ABD’nin her an bir darbe tezgahlaması olasılığını göz önünde tutarak Allende’ye bu askerî işbirliğine son vermesi ve özellikle de halkı silahlandırması yolunda tavsiyelerde bulunmuştu. Ancak Allende bu tavsiyeleri dikkate almadığı gibi, üstüne üstlük 23 Ağustos 1973’te Şili’li generallerin en Amerikancısı ve gözü dönmüşü olan Pinochet’yi genelkurmay başkanlığına getirerek kendi sonunu hazırlamıştı.
General Pinochet, ordunun başına geçtikten 20 gün sonra, CIA’nın ve ABD askerî misyonlarının da desteğiyle, 11 Eylül 1973 sabahı darbe yaparak ülkede resmen 15 yıl sürecek bir faşist diktatörlük kurdu.
İşte bu 1973 yılından itibaren Türkiye ve Şili bu kez yine birbirinden farklı istikametlerde seyreden iki ülke haline gelecekti.
Şili darbesinden bir ay kadar önce İtalya’nın Albisola kentinde Şili Komünist Partisi üyesi gençlerden bir grupla beraber olmuştuk. Türkiye’de darbe sonrası yaşananları anlattıktan sonra Şili’de de benzeri bir Amerikancı darbe yapılmasından endişe duyduğumu söylemiştim.
Şilili genç komünistler ordunun darbe yapacağına pek ihtimal vermiyorlardı. Ayrıca dünya sosyalist sisteminin sol iktidara desteğinden o denli emindiler ki, "Sovyetler Birliği böyle bir şeye asla izin vermez" diyorlardı.
"Sovyetler Birliği herhangi bir Amerikancı darbeye müdahale edecek olsa, bunu öncelikle sınır komşusu olan Türkiye’de yapması gerekmez miydi? Bizim sınır komşumuz. Müdahale etmek ya da en azından devlet terörü başlayınca buna karşı çıkmak şöyle dursun, sizin yaşınızdaki devrimci gençler idam edilirken Sovyet Yüksek Şûrası başkanı Podgorni Türkiye’ye dostluk ziyareti yapmakta tereddüt etmedi" dediğimde inanmak istememişlerdi.
"Ama Şili’de durum farklı… Bizde Komünist Partisi, Halk Birliği iktidarının belkemiğidir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi kardeş örgütüne ve onun içinde yeraldığı halk birliğine dokundurtmaz" diyorlardı.
Üzerinden bir ay geçmeden Şili darbesi sadece komünistleri değil, anti faşist, özgürlük ve demokrasiden yana kim varsa ya katletti ya da işkencelerden geçirip yıllarca zındanlarda çürüttü.
Buna karşılık 1973 seçimlerinden sonra Türkiye’de demokratik açılım umudu belirmişti. Siyasal mahkumlar 1974 affıyla tahliye ediliyor, sol partiler yeniden kuruluyor, DİSK ve ona bağlı sendikalar daha güçlü şekilde örgütleniyordu.
Ama 12 Eylül 1980 darbesi tüm bu gelişmelere son verecek, askerler bu kez Meclis’i ve siyasal partilerin tümünü kapatıp yasama ve yürütme erkini beş faşist generalin elinde toplayacak, yargı erki astığı astık kestiği kestik askerî mahkemeler aracılığıyla adaletsizlik erkine dönüştürülecekti.
Evet, 12 Eylül 1980’de iki ülke arasındaki siyasal farklılık ortadan kalkmış, birbirine 14 bin kilometre mesafedeki Şili ve Türkiye, siyasal, sosyal ve askerî bakımlardan ABD emperyalizminin vesayeti altında artık tam eşitlenecekti.
Bu süreçte en ilgi çekici noktalardan biri, her iki ülkedeki faşist darbeleri gerçekleştiren üniformalılara bu olanağın sağlanmasındaki benzerlikti.
Şili’de nasıl 11 Eylül darbesinin başını çeken General Pinochet bizzat Allende tarafından kısa bir süre önce büyük bir aymazlıkla genel kurmay başkanlığına getirilmişse, Türkiye’de de 12 Eylül darbesinin başını çeken General Kenan Evren de genel kurmay başkanlığına Başbakan Bülent Ecevit tarafından getirilmişti.
Darbecilere olanak tanınması açısından bu benzerliğe karşın, darbe sonrası siyasilerin darbecilere karşı tavırları bakımından iki ülke liderleri arasında uçurum gibi bir fark vardı.
Şili’de 11 Eylül 1973 günü General Pinochet’nin askerleri başkanlık sarayı Moneda’yı kuşatıp havadan bombalamaya başlayınca Cumhurbaşkanı Allende elde silah ölünceye kadar direnmişti.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 günü General Evren’in askerleri tüm stratejik noktalara elkoyup kitlesel tutuklamalara başlayınca Başbakan Süleyman Demirel ve ana muhalefet lideri Bülent Ecevit hiçbir direniş göstermemiş, beraberlerinde eşleri olduğu halde uçakla götürüldükleri Hamzaköy’de etliye sütlüye karışmaksızın cuntacıların misafiri olmayı kabullenmişlerdi.
Her ikisi açısından bu ilk de değildi… Demirel 12 Mart darbesinde de generaller muhtıra verir vermez şapkasını alıp başbakanlığı terketmiş, Ecevit ise sivil başbakanlığa CHP içindeki rakibi Nihat Erim’in getirilmesinden ötürü rahatsızlık göstermişse de, insan hakları ihlalleriyle ilgili olarak Avrupa Konseyi’nde cuntayı eleştiren ve yaptırım uygulanmasını isteyenleri yatıştırmak için elinden geleni ardına koymamıştı.
İki ülke askerî diktatörlerinin iktidardan ayrılışlarında da ciddi benzerlikler var.
Şili’de General Pinochet 15 yıllık mutlak diktatörlüğünü 1988’e kadar sürdürmüş, ondan sonra da sürdürmek için düzenlediği bir referandumda çoğunluk "hayır" dediği için başkanlıktan ayrılmak zorunda kalmıştı. Türkiye’de de General Evren’in saltanatı ondan bir yıl sonra, 9 Kasım 1989’da koltuğu IMF’nin has adamı ve cunta döneminin sadık başbakan yardımcısı Turgut Özal’a devretmesiyle son bulmuştu.
Ama belli dönemlerde siyasal açıdan atbaşı giden bu iki ülke arasında bugün pergelin ayağı iyiden iyiye açılmış durumda… Şili’de bugün parlamenter demokrasi egemendir, yasama, yürütme ve yargı erkleri birbirinden bağımsızdır, basın ve demokratik kitle örgütleri özgürdür.
Türkiye’de ise bugün yasama, yürütme ve yargı erkleri tek kişinin elinde toplanmıştır, Meclis yasama ve denetleme görevini yapmaktan acizdir, yerel yönetimler "kayyum" uygulamaları ve tehditleriyle felç edilmiştir. Ana akım medyanın mülkiyeti cumhurbaşkanına göbekten bağlı kapitalistlerin elinde toplanmıştır, özgür gazeteciler ya hapistedir ya da sürgündedir. Zındanlar siyasal mahkum sayısını karşılamaya yetmemektedir.
Sözün özü: Darbezede iki ülkeden Şili artık komşu ülkelerle de büyük sorunu olmayan demokratik bir ülkedir, Türkiye ise ne yazık ki Avrupa’dan Ortadoğu’ya tüm ülkelerle sorunu olan paranoyak yönetim altında bir ülkeye dönüştürülmüştür.
Büyük umut, son yerel seçimlerde parlayan kıvılcımların gelecek ilk seçimde tüm ülkeyi saracak bir aydınlığa dönüşmesidir.a