Doğan Özgüden

Doğan Özgüden

Demirtaş zındandayken AB’nin kurtlarla dansı…

AB ve Avrupa Konseyi, insan hakları ne denli çiğnenirse çiğnensin, Türkiye despotlarıyla ilişkiyi sürdürmenin bir çaresini mutlaka bulur.

12 Mart 1971 darbesinden bu yana 47 yıldır kâh askerin kâh demokrat maskeli sivillerin tahakkümü altında bir türlü demokratikleşemeyen Türkiye ile  "demokrasiler havzası" olduğunu her fırsatta vurgulayan Avrupa Birliği arasındaki cilveleşmeleri izlemekten gına geldi.

1959’da Menderes’in ilk başvurusunu yaptığı, ancak 27 Mayıs darbesi nedeniyle mürrüvetini göremediği Avrupa Ekonomik Topluluğu’yla ortaklık ilişkisini başlatmak 12 Eylül 1963’te İnönü’ye nasip olmuş, Türkiye’nin topluluğa üye olması için 22 yıllık geçiş süreci öngören katma protokol ise 23 Kasım 1970’de Demirel’in başbakanlığı döneminde imzalanmıştı.

İlişkiler 12 Eylül 1980 darbesinden sonra AET tarafından tek taraflı olarak dondurulmuşsa da, Özal’ın 1987’de bir gazeteci ordusunun başında "Türkiye artık demokratikleşti" yaygarasıyla Brüksel’e çıkartma yaparak üyelik başvurusunda bulunmasından sonra ilişkiler yeniden ısınmış, Çiller başbakan iken 1 Ocak 1996’da AB ile gümrük birliği süreci başlatılmış, Ecevit’in son başbakanlığı döneminde de, AB Konseyi’nin 12 Aralık 1999’daki Helsinki zirvesinde Türkiye’nin statüsü "ortaklık"tan "aday" üyeliğe yükseltilmişti.

Muhalefetteyken AB’yi siyonizmin kontrolünde bir kurum olarak niteleyen Erdoğan, 2002’de iktidar olduktan sonra AKP’yi askerin tasallutundan korumak için müstesna bir takiyyeyle AB’ci kesilmiş, Türkiye’deki bazı yorgun demokratlar gibi AB liderleri de 3 Ekim 2005 Lüksemburg zirvesinde "demokratikleşen" Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini başlatmıştı.

Üzerinden tam 13 yıl geçti. Demokratikleşmeyi gerçekleştirmek şöyle dursun, demokrasinin son kalıntıları da Tayyip’in komuta ettiği devlet terörü buldozeri tarafından yerle bir edildi.

Gerçek buyken AB yöneticilerinin "çıkmadık canda umut vardır" hesabıyla bu insan hakları canilerini muhatap almaya devam etmeleri inanılır gibi değil…

Demirtaş ve Kavala’ya iftiralar edilirken…

Tayyip nam kişinin zındandaki iki seçkin demokrasi savaşçısı aleyhindeki zırvalamaları karşısında AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ile AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Johannes Hahn’ın önceden programlanmış Türkiye ziyaretini iptal ettirmemelerine ne demeli?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin HDP lideri ve iki kez cumhurbaşkanı adayı Demirtaş hakkında verdiği "derhal tahliye edilsin" kararını tanımayacağını ilan ederek bu yüksek mahkeme ile birlikte Avrupa kurumlarını ve yöneticilerini "teröristperest, terörist sevici" diye niteleyen bir kişinin ayağına gidilir mi? Onun sallabaş bakanlarıyla bir masaya oturulur mu?

Ya tüm dünyada adı saygıyla anılan demokrat ve hümanist işadamı Osman Kavala için söyledikleri? Külliyesine topladığı muhtarların önünde Tayyip resmen antisemitizm yaparak zındandaki Kavala’ya ağız dolusu saldırıyor: "Gezi olaylarında teröristlerin finans kaynağı olan bir kişi şu anda içeride. Onun arkasında kim var? Meşhur Macar Yahudisi Soros."

AP yöneticilerinin Ankara’da muhatabı olan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da Türkiye’de insan hakları açısından hiç sorun yokmuş gibi büyük bir pişkinlikle kendilerine postasını koyuyor: "AB kilitlediği kapıları kendisi açmalı. Türkiye'nin adaylığını inkar eden sözlerin faydası yok… AB'den terörle mücadelede somut destek bekliyoruz."

Evet, Mogherini Demirtaş konusunda belli eleştiri ve temennileri dile getiriyor, ama ardından ekliyor: "Türkiye'nin AB ile ilişkileri güçlendirme ve reform çabalarını artırma kararını memnuniyetle karşılıyoruz. Ortak çalışmalarımızda yoğun bir gündem var. Yüksek düzeyde toplantılar takvimi var. Bütün bölgesel dış politika konusunda beraber çalışmak istiyoruz."

Johannes Hahn da pas vermekte gecikmiyor: "Biz sadece komşu değil, yakın komşularız. Ortak çıkarlarımız söz konusu. Aramızda güçlü bir siyasi diyalog var ve aynı zamanda bu ilişkileri ve ortak çıkarları geliştirmek amacıyla çalışacağız. İş birliğimize bakıldığında sadece göçle bitmiyor aynı zamanda enerji ve ekonomi konusunda çalışmak istiyoruz. 18 Aralık'ta görüşeceğiz. Türkiye AB'nin altıncı büyük ticari ortağıdır. Ekonomik durum içindeki güven duygumuzu devam ettirmemiz gerekmektedir."

Demirtaş konusunda bir çift söz daha… Avrupa adaleti şimdi konuşmuştur, iyi de etmiştir ama, neden bu kadar geç… Ya yıllardır bir adaya hapsedilen Öcalan’ın tecridi konusundaki suskunluk, görmezden gelme neden?

Geçmişte de bu hep böyle olmuştu

Yıl 1973… 12 Mart cuntasının insan hakları ihlallerinden dolayı Türkiye’nin, tıpkı daha önce Albaylar Cuntası’na yapıldığı gibi, Avrupa Konseyi’nden atılması gündemde… Ama Ecevit’in Türkiye’yi "demokratikleştirme" vaadleri ciddiye alınarak bundan vazgeçiliyor… Ecevit iktidar oluyor, insan hakları ihlalleri devam ediyor, üstelik Türk Ordusu Kıbrıs’ın kuzeyini işgal ederek orada da katmerli insan hakları ihlallerine girişiyor.

Yıl 1981… Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, 12 Eylül cuntasına destek veren CHP’liler de dahil olmak üzere tüm Türk parlamenterleri 15 Mayıs 1981’de bünyesinden kovuyor… 1 Temmuz 1982’de de Avrupa Konseyi üyesi beş ülke, Fransa, Hollanda, İsveç, Norveç ve Danimarka, insan hakları ihlallerinden dolayı Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açıyor.

Avrupa Parlamentosu da 5 Kasım 1981’de AET-Türkiye 4. Mali Protokolü’nün uygulanmasını insan hakları ihlalleri sona erinceye kadar askıya alıyor

Ne ki, beş Avrupa Konseyi üyesi ülke, Turgut Özal’ın "Türkiye demokratikleşiyor" şişinmelerine kanarak Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne şikayetlerini 7 Aralık 1985’te geri çekiyor.

Daha yukarıda da vurguladığım gibi yine Özal’ın 1987’deki ünlü Brüksel çıkartması üzerine AET de Türkiye ile ilişkileri canlandırmaya karar veriyor ve 1 Ocak 1996’da da Gümrük Birliği'ni imzalayarak aday üyelik görüşmelerinin kapısını açıyor.

Bugün de aynı senaryolar sahnede… . Evet, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Başkanı Liliane Maury Pasquier, AİHM kararının hızlı bir şekilde uygulanmasını ve Demirtaş'ın serbest bırakılmasını ümit ettiğini belirtmiş. Ama karara saygı gösterilmeyip Demirtaş zındanda tutulmaya devam ederse Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden atılması girişimlerine, sadece AKP, MHP ve İYİP milletvekilleri  değil, 1973’te Ecevit’in yaptığı gibi, CHP’liler de karşı çıkacaktır.

Avrupa Birliği’ne gelince, hiç kuşkusuz Mogherini ve Hahn’ın Ankara’da yaptıkları gibi insan hakları ihlalleri konusunda eleştiriler ve temenniler sürdürülecektir. Ama bunun Tayyip gibi bir despotun tek adam diktası altında bulunduğu sürece Türkiye ile ilişkileri askıya alma raddesine varmasını kimse beklemesin.

İlişkileri ne bahasına olursa olsun sürdürmek için ekonomik, ticari, jeopolitik ve stratejik bahaneleri fazlasıyla bulurlar… Hele AB’nin merkez ülkeleri Almanya, Fransa, Belçika ve Hollanda’da Tayyip’e yüzde 60’ın üstünde oy veren bir Türkiyeli seçmen kitlesi varsa…

Pes etmek mi? Hayır, bin kere hayır!

CHP’nin tek parti istibdadında dünyaya gözlerini açmış, DP despotizmi altında mücadeleye girmiş, üç açık, bir üstü kapalı askerî darbe yaşamış, "demokrat" etiketli politika esnafının sınıfsal. ırksal ve dinsel zulümlerine direnmiş bizim kuşak yeni kuşaklarla birlikte islamcı faşizme karşı da direnecek.

7 Kasım ve 7 Kasım

Bundan 36 yıl öncesinin bir 7 Kasım günü Türkiye’de faşist askerî cuntanın dayattığı anayasa referandumda yüzde 92 oyla onaylanmış, cunta şefi Kenan Evren aynı oranla cumhurbaşkanı seçilmişti.

Bu sonuçlar üzerine o dönem sürgünde bulunan dostumuz Dursun Akçam’ın Köln’de yönettiği Demokrat Türkiye gazetesinde şunları yazmıştım:

"7 Kasım dünya tarihinde büyük Rus devrimiyle sosyalist devrimler çağının açılışını simgelerken, Türkiye tarihine de, düzmece bir referandumla 'anayasallaştırılmış' parlamenter faşizm döneminin açılış günü olarak geçti.

"Türkiye işçi sınıfı, emekçi kitleler, Kürt halkı, gelecek yıllarda 7 Kasım’ı, bu iki yönüyle, hem dünya çapında sosyal ve kurtuluş yolunun açıldığı gün, hem de Türkiye’de temel hak ve özgürlüklerin üzerine kapkara bir şal örtüldüğü gün olarak anacaklardır. Geçmişte yaşanmış tarihsel olaylar, kuşkusuz, insanlığın geleceğini etkileyici, yönlendirici baha biçilmez derslerle doludur. Ama belirleyici olan geçmiş değil, gelecektir.

"Unutmayalım ki, insan oğlunun tarihi, 7 Kasım 1982’den de, 7 Kasım 1917’den de çok daha gerilere, 500 bin yıl öncesine uzanıyor.

"Bir özetleme yapıp bu 500 bin yıllık tarihi 100 yıllık bir ölçeğe sığdıracak olursak, yani insanlığın henüz 100 yıllık bir yaşamı olduğunu varsayarsak:

"Bu 100 yılın tam 98 yılı ateşin keşfi. Balçıktan çanak çömlek yapımı, taşları yontup cilalayarak ilkel üretim araçlarının meydana getirilmesi, vahşi hayvanların evcilleştirilmesiyle geçmiş… Uygarlığın simgesi olan yazı, ancak 98. yılın sonlarına doğru bulunabilmiş, bilgi ve deneylerin daha sonraki kuşaklara aktarılması ancak bu buluştan sonra mümkün olabilmiş…

"Yani bizler, bugün, insanlığın ancak iki yıllık geçmişini iyi kötü bilebiliyoruz.

"Sanat ve edebiyatın ortaya çıkışı, ilkel bilimin eski Yunan’da ilk kıvılcımlarımın parlayışı altı ay öncesine rastlıyor. Matbaa bulunalı sadece bir ay olmuş. Deneysel bilimin ömrü ise üç haftayı geçmiyor. Buharla işleyen lokomotif ve gemiler yola çıkalı dokuz gün bile olmamış... Yine aynı zaman ölçeği içinde, telsizle haberleşmenin kurulması yedi gün öncesine, ilk yapma uydunun uzaya fırlatılmasi 12 saat öncesine, insan oğlunun ilk kozmik uçuşu yapması ise dört saat öncesine rastlıyor…

"Geçmişe bu zaman ölçeği içinde baktığımızda, insanlık henüz çocukluk dönemini yaşıyor. İlk burjuva devriminin yapılması üç hafta, işçi sınıfı mücadelesinin sosyalist devrimle taçlandırılması ise bir haftalık bir sorun…

"Genel olarak dünya, özel olarak Türkiye için gelecek bugünden kestirilemeyecek nice çalkantılar, oluşumlar, değişimler ve patlamalarla dolu. Kuşkusuz, tüm bu gelişmeler, hızlandırılarak gösterilmiş bir film şeridi gibi yansıtmaya çalıştığımız şemada anlatıldığı kadar basit ve kolay değil. Bu basitleştirme, dünyayı materyalist diyalektikle yorumlayan, onu sadece yorumlamakla kalmayıp değiştirmek için de mücadele eden devrimcilerin tarihsel iyimserliğinin ifadesidir.

"Ama 500 bin yıllık insanlık tarihinde gelmiş geçmiş her kuşak, ister yıllar, onyıllarla ifade edilsin, ister haftalarla, günlerle, dakikalarla ifade edilsin, bu değişim süreci içinde kendi döneminin, yer yer yengilerle, başarılarla, zaferlerle örülmüş mutluluğunu, yer yer yenilgilerle, zulümlerle, işkencelerle ve kanla örülmüş acısını, yaşıyor.

"Türkiye halkları, bugün, ikinci kategoriye giren bir dönemdedir. Açık konuşmak gerek... Devleti, kitle iletişimini elinde bulunduran egemen sınıfların beyin yıkaması, açık-gizli baskıları, tıpkı 7 Kasım referandumunda olduğu gibi, emekçi kitlelere bile, kendi mahkûmiyet fermanını imzalatabiliyor. Hele mevcut siyasal örgütler, ister sol, ister merkeziyetçi olsun, kitleler önünde güvenilir bir alternatif oluşturamıyorlarsa… Geçen yazımda da vurguladığım gibi, sosyal demokrat hareketin liderleri bile faşist dayatma karşısında net bir tavır alamıyor, ‘ne şiş yansın ne kebap!’ anlayışıyla kafasını kuma sokuyorsa…

"İtalya’da Mussolini faşizmi, Almanya’da Hitler nazizmi de, dönemlerinin özgül koşullarında, beyinleri yıkanmış emekçi kitlelerin de oylarıyla iktidar basamaklarını tırmanmıştır.

"Türkiye de bu deneyi yaşamaktadır.

"Bu mahkûmiyet fermanını, yani faşizmin anayasasını yırtmak, bu askerî-sivil 'anayasal' diktatörlüğü yıkarak yerine demokratik halk iktidarını kurmak, uzun erimli bir siyasal mücadele sorunudur."

Yine kasım ayındayız… Yine benzer deney yaşanmakta… Pes etmek mi? Hayır, bin kere hayır!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Doğan Özgüden Arşivi