Süreyya Karacabey
Devlet nerede?
Dünyanın daha iyi zamanları var mıydı bilmiyorum, çok uzak zamanlarda bulunan antropolojik teselliler listeleri, eşitlikçi toplumlar, göçebe toplumlar gibi yapılardan söz ediyor. Kesin onlarda da vardır sinir bozucu şeyler, ama ben, özellikle göçebe toplulukların tıpkı gezici tiyatronun seyirci bulmaya gidişi gibi, bir yere bağlanmayışını ve bulunduğu yerde sorun çıkınca oradan uzaklaşma fikrini çok seviyorum. “Burada yoksa başka yerde vardır” düşüncesindeki ümit ve bir mekanla özdeşleşmeme müthişmiş gerçekten.
Şimdi sadece gönüllü biçimde başka ülkelere yerleşenler dışında bir örnek yok, onlarınki de aşırı bireysel. Geride kalanlara karşı eski topluluklarda olduğu türden bir sorumluluk hissetmiyorlar, zaten bu dünyanın temel meselesi, çoğunluğun kişisel hayat denilen şeyi kurtarınca, her şeyin daha iyi olacağına ilişkin inancı. Toplu halde bir yere hareket, her yer çitlendiği için imkansız, gidişler toplu ve zorunluysa zaten toplu bela olarak algılanıyor ve geniş araziler özel mülke dönüştüğü için, kapısında hep silahlı adamlar bekliyor. Hayal gücünü öldüren, kaçma, uzaklaşma duygusunu felç eden bir sıkışmışlık hali. Her şeyin mekansallaşmış hali. Hallerin en beteri.
Her yeri paylaşmışlar, canınız istese de istemese de bir yerde hapis gibisiniz, ancak belli prosedürleri yerine getirince hareket edebiliyorsunuz. Pasaport, vize. Seyahat özgürlüğü bütün özgürlükler gibi bir yanılsamadan ibaret. Hatta ülke içindeki kaçış hareketiniz bile -şimdiki yol ve barınma ücretleri düşünüldüğünde- teorik olarak mümkün sadece. Belki de en güzel ülke benim ülkem, benim ülkem seninkini döver türünden duygular bir zorunluluğa bağlı oluşmuştur. O taraf başkalarına ait, çiti geçme, sınırda vurulursun, pasaportun yoksa sınırdışı edilirsin'in tarihi, tuhaf bir bağlılık oluşturmuş olabilir. Mecbursun zaten.
Yaşadığın yeri elbette sev ama mantıklı bir yerden sev. Sevmenin de tarihselliğini hesaba katarak sev. Bu duygunun sadece psikolojik bir boyutu yok çünkü, tarihsel ve politik bir boyutu da var. Derdimin yaşanan yeri sevmek olmadığını çoktan anlayan sevgili okur, meselenin daha ziyade bu duygunun üzerine inşa edilen ve çok saf olmayan, amorflaştıkça kendine daha fazla iman isteyen devletle kurulan içsel bağ olduğunu anlamıştır. Bu iman derinleştikçe, sermaye ile devlet, ayrı çıkarlara sahip bir şey olarak görünecek ve kalpsiz kapitalizmin asal yürütücülerinden biri, diğerlerine karşı, sanki onlardan bağımsız bir şeymiş gibi yardıma çağrılacaktır.
Devlet nerede? Toplumsal çatışmalarda sık işitilen bu soru, artık çözüm sağlayacak bir araca işaret etmez, çözüm yaratamaz çünkü sorunun ortaklarından biridir. Devlet, sermaye için vardır, sermaye ise tamamiyle irreel bir paralel evrende çok uzun zamandan beri kendi gerekliliklerini rasyonelleştirecek araçlar üretmekle meşguldür. Onun dünyasında sadece rakamlar,veriler, durum analizi, performans, projeleri gerçekleştirmek vs. vardır. Kendi içine büküldükçe dışındaki dünyanın ihtiyaçlarına, sözgelimi acılarına, yaralarına tamamiyle kayıtsızlaşır. Etik dışı bir evrende devinir ama iş ahlakından söz eder.
Bu anladığımız anlamda bir ahlak elbette değildir, daha çok dijital göstergelerle, grafik eğrileriyle, hisse senetleriyle, borsa hareketleriyle ilişkili bir şeydir. Kısacası insan ve her türlü canlı dünyasına yabancı bir dille konuşur. Michael Löwy, ekonomi tarihçisi Karl Polanyi'nin, kapitalist piyasa ekonomisi özerkleştiğinden, deyim yerindeyse toplumu “yerinden söktüğünden” beri, kendi kanunlarına göre, nesnel çıkar ve birikim kanunlarına göre işlediğini belirtir. Der ki Polanyi, “ Bu makine kaçınılmaz olarak 'beşeri ilişkileri parçalama' ve insanın doğal yaşam çevresini yok etme eğilimindeki bir düzenek, 'kendi kendini düzenleyen' bir piyasa sayesinde, toplumun beşeri ve doğal özünün tamamen saf metaya dönüştürülmesini gerektiriyor. Söz konusu olan, bu mağdur tabakaların bireylerini 'ilerleme denilen bu Jagannath'ın at arabasının öldürücü tekerleklerinin altına atan' acımasız bir sistemdir.” Kapitalizmin şeyleştirilmiş evreninde oturan ve hiçbir etik yasallıkla kendini bağlamayan bir makinedir söz konusu olan. Devleti sermayenin uzağında bir yere yerleştirmek ise imkansızdır.
Ama yine de Akbelen'de şirketin çıkarı için görevlendirilmiş devletin kolluk güçlerinin varlığına rağmen “devlet nerede” diye bağıranların bir çeşit “bilmezden geliş” jestine ve bu etik dışı makinenin karşısına ağaçlara sarılarak ve onları savunmak için uğraşarak gösterdikleri direnişin etik boyutuna, “olana razı olmama” halinde beliren naif tutumda başka bir dünya arayışı var.. Çıkış yolunun üzerinde bu iki şey duruyor çünkü, “bilip bilmezden gelme” ve kalpsiz bir makinenin karşısında, kaderinin ortak olduğunu bildiği ağaçlara şefkatle sarılma. Limak devletin kendisidir, bir parçasıdır, tıpkı onun gibi “hizmet ettiğini” haykırır, başarılarını listeler, şüphesiz hepimizden iyi düşünür ve doğayı savunmak lazımsa yine o savunur:
“Limak Holding'in Yönetim Kurulu Başkanı Ebru Özdemir'in Doğal Hayatı Koruma Vakfı Türkiye şubesinin (WWF Türkiye) Mütevelli Heyeti üyesi olduğu ortaya çıktı.”
Bir makine, kalbi yok, her şeyin alınıp satıldığına inanıyor. Bizim gördüğümüz şeyleri göremez, ağaçların da bir canı olduğunu, onlarla birlikte üzerlerinde yaşayan çok sayıda canlının yok olduğunu, canın, yanan bir şey olduğunu asla bilemez. Bir makine, ruhsuz, bir amacı yok, ölüm aygıtına dönüştüğünü de bilemez. Çocuğuna sarılır gibi sarılırken bir ağaca o kadın, bir makineyi yenecek tek şeyin ne olduğunu gösterdi bize. Dünyayı evimiz olduğu için seviyoruz, bütün ezilen canlılara aynı davranan bu makine, konuşma partnerimiz değil, onunla anlaşabileceğimiz bir dil yok. Devletle birlik olmuşlar kuşların, böceklerin yuvasına saldırıyorlar, işte burada yeniden sevebiliriz toprağımızı, onların istediği biçimde değil.
İşte burada yeniden düşünebiliriz, bir makineyi neyin bozacağını? Devlet nerede? O komünist tehdidi varken bir müddet, sosyal meselelerle ilgilenir gibi yaptı, başka bir dünya mümkün fikirlerinin karşısında direnebilmek için bünyesine ait olmayan bir şeyleri taklit etti. Çünkü hiçbir orjinalliği, kendine ait bir toplum tahayyülü yoktu. Kapitalist gerçekliğin ortasında para akışının akıl dışılığını kavramakta zorlananlara bekçilik yaptı. Devlet nerede? Her çağırdığınızda ordusu, jandarması, polisi gelecek.
Ormanlara daldılar, ağaçları uykularından uyandırdılar, neye dokunsalar tomruk, tahta, kurak bir toprak ve yeni kölelelik düzenin şantiyelerini yaratanların bildiğimiz anlamda bir aklı, kalbi hiç olmadı. Suları kirlettiler, bitkileri zehirlediler. Onlara karşı direnenleri ise cezalandıran devletti. Bir yerde gizlenmiş, çocuğunu kurtarmak için bekleyen iyi devlet kalmadı kardeşler, zaten hiç olmamıştı. Hikayeye başka bir kurguyla devam edelim. Bir gün Macbeth'de olduğu gibi Birnam ormanı yürüyecek, imkansız gerçekleşecek, cadılar bildirmişti. Biz en iyisi cadılara inanalım.
Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.