Erol Köroğlu
Elif aslında şehit olmamış
Hakan Erdem, Tarih-Lenk’inde tarihin canına okuyan pek çok kasıtlı ve kasıtsız örneği mizahi bir dille bizlere aktarmıştı. Bunlardan bir tanesi 2002’de yayımlanan ve gerçek anılar olduğu iddia edilen Osmanlı Hanedanı Saray Notları başlıklı kitaptı. Bu düzmece anı kitabında Hakan Erdem pek çok tarihsel çarpıtmayı ele alıyordu ama beni özellikle eğlendiren bir tanesi, daha sonra II. Abdülhamit olarak tahta geçecek şehzadenin 1860’larda Boğaz’da su kayağı yapması üzerine olandı. Hakan Erdem, henüz ortada su kayağı yapılmasını sağlayacak motor icat edilmemişken, küreklere asılan kayıkçılarla su kayağı yapan Şehzade Abdülhamit imgesiyle uzun uzun eğlenir.
Tarih-lenk 2008’de ilk baskısını yaptığında hem eğlenerek hem ibretle okumuş vebundan sonra, Hakan Erdem’in ipliğini pazara çıkardığı işkembeden sallayan tarihçi bozuntularının utanç içinde köşelerine sinip bizi artık rahatsız etmeyeceklerini ummuştum. Safdillik tam olarak böyle bir şey işte. Oysa aynı sıralarda Tarih-lenk üzerine kitap değerlendirmesi yazan bir dostum, o yazıda açıkça ileride bu kitabın unutulacağını ama rezil ettiği isimlerin okunmaya ve hatırlanmaya devam edeceğini yazdığında dumura uğramıştım.
Halbuki o arkadaşım haklı çıktı. Tarih-lenk geçen zaman içinde bu tür suiistimalleri engelleyemediği gibi, daha da yenilip yutulmaz herzeler ortalığa saçıldı. Geçen hafta sözünü ettiğim şehit çocuklar yalanı da tarihe dönük suiistimallerin bir örneği. Propaganda amaçlı bir suiistimal örneği. Militarist bir kafa yapısı üretmek ve yaygınlaştırmak için üretilmiş habis bir sahtekârlık olduğunu sanırım geçen hafta yeterince
anlattım. Fakat Tarih-lenk’le ilgili saptamayı üreten dostumun uzak görüşlülüğü doğrultusunda, benim buradaki birkaç haftalık çabamın da görünmez olacağını, tarihsel görünümlü melanetin yayılmaya devam edeceğini varsaymak sanırım daha gerçekçi olur. Her durumda, biz bütün köyü delirten sudan içmeyi reddedenlerden olacağız. Belki başkalarının da katılımı ve katkısıyla, melun propagandacıların elinde aldatma silahı haline gelen tarihle ilgili başka bir anlayışı kurabilir, bunun için gereken yeniden çerçevelemeyi gerçekleştiririz. Buna ihtiyaç var ve bu acil bir ihtiyaç.
Muhabirimiz Kurtuluş Savaşı’ndan Naklen Bildiriyor
Geçen haftaki yazımın sonunda bir YouTube videosu linki vermiştim. https://www.youtube.com/watch?v=N1ykxXD9AAE 11 dakika civarı uzunluktaki bu video hakkında konuşalım biraz. Propagandacı tarih sahtekârlığının nasıl işlediğini görmek için bu bulunmaz bir fırsat. Verdiğim linkteki video 15 yıl önce yüklenmiş. Yani 2008’de. Bir ATV Haber özel yayını bu. Tam olarak hangi tarihte televizyonda yayımlandığını bilemiyorum, bu konuda hiçbir ibare ya da emare bulunmuyor. Videonun başındaki sunucunun söylediklerinden, asıl ilk yayımlanışın bir gece evvelki haber bülteninde gerçekleştiğini de
öğreniyoruz. Bu uzun özel haberdeki görüntülerin Genelkurmay arşivinden geldiği özellikle vurgulanıyor ve nitekim, ekranın sol üst köşesinde genelkurmay logosunu da tüm karelerde izleyebiliyoruz.
Temelde Kurtuluş Savaşı görüntüleri bunlar. Fakat asıl belirleyici olan, sunucunun da vurguladığı üzere, görüntülerin cumhuriyetimizle yaşıt olması. Yani bu görüntülerin Kurtuluş Savaşı sırasında çekildiği iddia edilmekte. Düzenli ordu askerlerini görmüyoruz ama Kuvayı Milliye direnişinden görüntüler de olabilir bunlar. Böyle olunca müthiş bir keşifle karşılaşmış oluyoruz tabii. Millî Mücadele, Kurtuluş Savaşı, İstiklâl Harbi, adına ne derseniz deyin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu dönemiyle ilgili görsel malzeme, buna benzer film kayıtları pek zor bulunur. Oysa burada 11 dakikanın belki beş altı dakikası cepheye top mermisi taşıyan, patlayan top mermisiyle ölen ya da cephede kurşun atan sivil giyimli erkeklere su vermeye çalışırken düşman kurşunuyla şehit düşen kahraman kadınların görüntüleriyle dolu.
Ben Zaten Biliyordum Elif’in O Kurşunu Yiyip Şehit Düşeceğini
Kimseler bencileyin münafık olmadığı için, bu çok özel televizyon haberini coşkuyla izlemişler. Bir sürü yorum da yazılmış YouTube’a yüklenen videoya. Fakat bunların gerçekten 1920 ya da 1921’den görüntüler olup olmadığı konusu bir yana, bir ulusal televizyon kanalının ana haber saatinde verilmeye hiç uygun olmayan banal bir melodram söylemiyle veriliyor görüntüler. Önce Müşfik Kenter’in sesinden Nazım Hikmet’in “Bu memleket bizim” şiirini duyuyoruz. Bunun ardından 11 dakikalık video boyunca, gayet coşturucu ve duygulandırıcı müzikler eşliğinde, o müzikten daha da hisli bir tonla kabına sığamayıp taşacak kadın sunucunun sesini dinlemeye başlıyoruz.
Sunucu ses önce Genelkurmay arşivi vurgusunu yapıyor ve ardından “işte o arşivden gelen bu tarihsel görüntülerle sizleri yalnız bırakıyoruz” gibi bir şeyi asla söylemeyip, görüntüleri anbean yorumlamaya girişiyor. Ekranda silah taşıyan ya da cepheye su ulaştırmaya çalışan kadınlar belirdikçe, sunucu ses isimler saymaya başlayacaktır: “Elif, Hanife Teyze, Ayşeler, Fatmalar, Gülsümler, Azizeler…” İddia edildiği gibi 1920’den görüntüler ise bunlar, sessiz kayıtlar olması kaçınılmazdır. O zaman görüntülerdeki kadınların adlarını ATV Haber’in bilmesi imkânsız. Sadece bir yakıştırmadır ortada olan.
Video kaydının beşinci dakikasına kadar sunucu ses, “gidiyorlardı, yapıyordu” tarzı, daha geneli, geniş zamanı imleyen bir dil kullanacaktır. Fakat beşinci dakika civarında cephede “Mehmet’e maşrapayla su vermeye çalışırken düşman kurşunuyla düşüp ölen Elif” kısmına gelince, anlatıcı ses direkt “-di’li geçmiş zamana geçecektir. Adeta oradaymış, doğrudan tanıdığı bir Elif’in vuruluşunu anlatırmış gibi anlatmaya başlayacaktır. Tabii buradaki sanatı görmüyor değiliz, biz de edebiyatçıyız sonuçta. Zamanın ATV Haber’inin ürettiği ironinin “inceliği”ni görüyoruz elbette. Kanal zaten ortada yüz yıldır var olan bir “Kurtuluş Savaşı anlatıları söylemi”ni yeniden üretiyordur bu videoda.
Nedir burada söz konusu olan?
Zaten bir biçimde gönül gözümüzle, vatana duyduğumuz aşkla varlığından haberdar olduğumuz ve yeri geldiğinde her birimizin bu sunucu gibi, hatta önümüzde bir görüntü olmadan anlatabileceğimiz öykülerdir söz konusu olan. İşte bu tarihsel görüntülerle de ortaya çıktığı gibi, nice Elif’ler düşmana kurşun sallayan Mehmet’lere su bakracı ulaştırmaya çalışırken kahpe düşmanın kurşununu yiyip, gıkını çıkaramadan şehit oluvermişlerdir. Zaten olduğundan emin olduğumuz bu binlerce, on binlerce (o da yetmezse yüz binlerce… Çanakkale Savaşları’ndan da biliriz bu söylemi. Hiç beklemediğiniz birileri çıkıp Çanakkale’de üç yüz bin, beş yüz bin şehit verildiğini söyleyiverir. Oysa sekiz buçuk aylık Çanakkale Cephesi’ndeki şehit sayısı genelkurmay rakamlarına göre 57 bindir. Ve evet, bu kadar kısa bir sürede 57 bin şehit çok büyük bir kayıptır ama günümüz Türk vatandaşını kesmez üç yüz binden küçük şehit sayıları.) örnekten birini izliyoruzdur şimdi bu tarihsel görüntülerle.
Küçük Bir Ayrıntı: Görüntüler 1920’den Değil!
Ne var ki, tam da bu anda deyim haline gelen o soru önümüze düşüvermeli: “Ya hiç dayak yemedin ya da sayı saymayı bilmiyorsun!” Bu görüntüler 1920’den mi gerçekten de? Bu mümkün olabilir mi? Ben sinema teknolojisi tarihçisi değilim. Öyle birileri varsa, yorumlarını duymayı çok isterim. Fakat bu görüntülerin 1920’de çekilmiş olması bana hiç gerçekçi gelmiyor. Görüntüler o kadar net ki, bazı bölümlerde ATV görüntüye zum bile yapabiliyor ve görüntü kaybı olmuyor. Görüntüdeki bir kadının gözlerine zum yapılabiliyor mesela. Oysa aynı videonun son dörtte birlik kısmı Kurtuluş Savaşı’nın sonunda yanan İzmir ve başka savaş bölgelerinden görüntüler içerecek ve bunların baştakiler kadar, örneğin gıkını çıkaramadan şehit olan Elif kadar net olmadığını da göreceğiz. Üstelik çekimle ilgili tuhaflıklar da var. Elif’in vurulduğu sahnede kamera sanki ateş hattının bir adım önüne çıkmış gibi görünüyor. Elif’i vuran kurşun kameramanı nasıl vurmuyor, anlamak mümkün değil.
Şuraya 1920’den 18 sene sonra, 10 Kasım 1938’de Atatürk’ün ölümünün ardından yapılan törenleri gösteren video kaydının linkini de bırakıyorum. Bu kaydın bazı kısımları 1920’den olduğu iddia edilen kayıttan daha silik. Bu nasıl olabiliyor? Sinema teknolojisi geçen 20 yılda gerilemiş olabilir mi? Olmasa gerek. O zaman neyle karşı karşıyayız? Kandırılıyor muyuz acaba? Genelkurmay Foto Film Arşivi’nden ATV Ana Haber’e gönderilen gerçek olduğu iddia edilen bu görüntüler yoksa 1920’de çekilmediler mi?
Yalanlarla Yaşarken Doğru Hayatı Kurmak?
Büyük olasılıkla böyle. 1930’ların sonunda ya da 1940’ların başında Güneydoğu Anadolu’da, Şanlıurfa ve Kahramanmaraş dolaylarında Fransızlara karşı verilen mücadeleyle ilgili belgesel bir film çalışması yapıldığına dair söylentiler vardır. Konunun uzmanları varsa, bunu duymak iyi olabilir. Büyük ihtimalle 2008 dolaylarındaki ATV Ana Haber’in, Genelkurmay ile iş birliği içerisinde Kurtuluş Savaşı görüntüleri diye bize yutturduğu görüntüler, yörede yaşayan amatör oyuncularla çekilmiş ama tam bir prodüksiyona dönüşmemiş bu projeden geliyor. Belgesel görünümlü bir kurmaca yani söz konusu olan. 2008’de bu, kamuoyuna tarihin ta kendisi olarak yansıyıvermiş.
Geçen haftalarda bol bol tartıştığım Passerini’nin “kurumsal ilişkiler” kuran kolektif belleği burada söz konusu olan. Böyle bir kolektif ya da tarihsel bellekle hemhal olurken, daha farklı bir gelecek, yeni bir siyaset kurmak mümkün mü? “Her şey çok güzel olacak” diye yeri göğü inleten Kılıçdaroğlu’nun Ümit Özdağ’a MİT başkanlığını vermeyi taahhüt edivermesi, 1940’ların kurmaca film parçalarını 1920’lerin tarihsel görüntüleri olarak pazarlayan 21. yüzyıl başı ulusalcılığından ayrı düşünülebilir mi? Yalanlarla yaşamaya itilmişken doğru bir hayatı kurabilir miyiz? Mümkün değil mi? Haftaya buradan devam edelim.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.