Erol Köroğlu
Eve veda
Bu bir veda yazısı
Fakat maalesef Artı Gerçek okurlarına değil. Bana imkân tanındığı ya da hayatımda, ne olacağını şu anda bilemeyeceğim önemli değişiklikler olmadığı sürece burada yazmaya devam edeceğim. Yani bu açıdan iyi haberler veremediğim için üzgünüm.
Veda şu anda bulunduğum mekâna. Burası Ayvalık Cunda Adası’nda bir evin bahçesi. 27 yıldır her yaz geldiğimiz, bazen kısa bazen uzunca süreler kalabildiğimiz evimizin bahçesi. 100 metrekare bile değil. Fakat buranın dünyada bana bahşedilmiş bir cennet köşesi olduğunu düşünüyorum.
27 yıl önce, bu bahçede ışığı gördüm. Hani ölümden dönenlerin gördüklerini söylediği cinsten olan ışığı. Bahçe henüz topraktı, incir ağacı dışında bir bitki yoktu. Engin’le Fatma da buradaydılar. Bahçede mangalda balık yapmak istedik. Pek becerikli değildik ama uğraşa uğraşa yaptık. Pişmesi uzun sürmüştü ve balığa ileri derecede hırslanmıştım. Yani öyle olmuş olsam gerek, çünkü öyle bir saldırmışım ki, ağzıma attığım ilk lokma gırtlağımda takılmış kalmış. İşte o sırada ışığı gördüm. Fakat müzik yoktu. Belli ki, benimki sade bir tören olacaktı.
Ne var ki, ışığa ilerlemeye başlayamadan adımın seslenişiyle uyandım. Kötü kötü bakmışım Engin’e, ne rahatsız ediyorsun der gibi. Meğer ben sofraya yığılmışım ve Engin arkama geçip diyaframıma basınç yapmaya başlamış. O sırada Fatma paniğe kapılır gibi olunca, Engin ona “dur dur” demiş, Fatma da bunu “vur vur” anlayıp karnıma küçük ve seri yumruklar atmış. Fakat Fatma bana bir daha hiç el kaldırmadı, bunu söyleyebilirim.
Benim ışığa ilerleyişim böylece engellendikten sonra kalktık ve bahçedeki sofraya baktık. Beni çağıran o ışık kadar aklımda kalan diğer manzarayı da o zaman gördüm. Ben hayata döndürülmeye çalışılırken, kediler sofradaki balıkları o kadar güzel yemişlerdi ki, geride bembeyaz ve eksiksiz balık kılçıkları kalmıştı. O andan itibaren Cunda kedilerine burada olduğum her zaman en iyi hizmeti vermeye çalıştım. Tüm yıl değilse bile, ben buradayken hem bahçeye hem sokağa sabah ve akşam mama ve su servisi yapıldı.
Oysa artık gidiyoruz. Bir daha bu eve gelmeyeceğiz. Buradaki kedi dostlarımı unutmayacağım. Şu anda yan tarafımda, deponun üstünde Tekkulak oturuyor. Tek kulağı siyah, diğeri beyaz olduğu için ismi bu. Psikopatın önde gidenidir. Mama verirken tos vurup mamayı döktürür. Arada da ısırır. Kız olduğunu düşünüyorum ama geçen sene bitkiye siğerken de görmüştüm. Yani cinsiyet konusunda da bir belirsizlik var.
Ön tarafta da Üçrenk oturuyor. Bunlar kardeş. Mama saati yaklaştığı için buradalar. Zaten bizim Çıtır Hanım da içeriden miyavlayarak “sence yaş mama zamanı gelmedi mi, Erol Efendi?” diyor. Çıtır’ı dışarı bırakmıyoruz. Aslında Boğaziçi’nde Kennedy diye bilinen öğretim üyeleri yemekhanesi bahçesinde doğmuş bir kedi ama Cunda’da dışarı bırakmıyoruz. Seneler içerisinde koşullar biraz gelişmiş olsa da, Cunda kedileri kışın pek iyi beslenemedikleri için sert kedilerdir. Kötü dövüşürler. Çıtır onlarla baş edemez.
İlk kedimiz Boncuk ilk sene dışarı çıkıyordu aslında. Fakat dostça yanına koştuğu bir kedi iki pati darbesiyle kafasını deldiği için, dışarı çıkışları durdurmuştuk. Yine de evin içindekiler de burada çok eğleniyorlar. Boncuk da öyleydi, dünyada altı ay kalıp melek olan Kiraz da, Çıtırcığım da.
Boncuk evden kaçardı. Sayesinde kapıyı nasıl güvenli açarız konusunda uzman olduk. Bir keresinde açık bulduğu sokak kapısından ok gibi fırlamış ve birkaç metre ötedeki bahçe duvarının önünde kalakalmıştı. Ben de gidip toparlayıp geri getirmiştim Mütmüt kızımı. Bir keresinde de, kapıdaki kişiyle konuşurken, sağ taraftan bize doğru Boncuk’a çok benzeyen bir kedinin yaklaşmakta olduğunu görüp şaşırmıştım. Meğer Boncuk’muş. Kaçıp biraz gitmiş de, geri dönüşe bile geçmiş.
Öte yandan, Cunda evinin tartışılmaz en önemli kedisi Nesibe’ydi. Namı diğer Bahçe Nesibesi. Açıklaması uzun sürer. Evdeki kedinin annesi Ev Nesibesi oluyor, bahçede her sene birkaç güzel yavru doğurup onları bizim nezaretimizde büyüten de Bahçe Nesibesi. Nesibe’ye bir yaz biz mama vermişiz, ilişkimiz olmuş, ben bunları unutmuştum. Ertesi yaz evi yerleştirirken, sokak kapısı açıktı ve orada çok güzel bir görüntüyle kalakaldım. Bir anne kedi, iki yanında iki yavrusuyla birlikte kapıda durmuş sakince bana bakıyorlardı. Bunu Nüket’e söyleyince, onun Nesibe olduğunu, hoşgeldine gelmiş olsa gerektiğini söyledi. Cidden öyleymiş.
Sanırım o yavrulardan biri Zübeyde idi. Namı diğer Zübüş. Zübüş benim nişanlımdı. Onun zoruyla nişanlanmıştık. Mama vermeye giderken beni durdurur ve ön ayaklarıyla bir, arka ayaklarıyla diğer ayağımın üzerinde dururdu. Biraz öyle beklerdik, ayaklarımdan inince mama kabına yönelirdik. Bahçede otururken ayağıma başını koyup uyuduğu fotoğrafları var. Uzunca bir zaman hareketli ve irice, güçlü bir kızdı Zübüş. Sonraları küçüldü. Çok yumuşak huyluydu. Biri ona dayılanırsa, sessizce yürüyüp giderdi. Boncuk öldüğünde onu almayı düşünmüştük ama evde biraz durduktan sonra kapıya gidip onu çıkartmamızı istiyordu. Özgür bir ruhtu. Bu sene onu göremedik. Meğer onunla geçen sene vedalaşmışız.
Bu sene Zübeyde’yi göremedik. Çatıda gelincikler de koşmadı. Sabahları çatılarda öyle güzel koşup azarlar ki, sadece evdeki kedinin gözünü çatıdan bir an ayırmadan oradan oraya koşturmasına değil, durumu bildiğiniz halde sizin de “acaba kiremitlerin altına geçip evin içinde mi koşturuyorlar?” diye endişelenmenize yol açarlar.
Cunda bundan sonra bizsiz geçirecek yazları. Bir izimiz kalacak mı acaba geride? Sağ evdeki Giritli teyze çoktan rahmetli oldu. Artık oğlu da orada oturmuyor. Güzelim Rum evi metruk halde. Sol tarafta İsmail Amca ile Ümran Teyze’nin oğlu Mustafa oturuyor. Midilli kökenli Ümran Teyze evvelki yıl vefat etti. Girit kökenli İsmail Amca gideli herhalde 10 sene olmuştur.
Bir keresinde İsmail Amca bana “buralar ne zaman iyiydi, biliyor musunuz?” diye sormuştu. Ben 10 yıl önce, bilemedin 20 yıl önce demesini beklerken, “tek parti zamanında” deyince kendi gençlik ideolojimle çok eğlenmiştim. Teyzenin dünürü vardı, Engin ona “Kalimera Teyze” adını takmıştı. Mübadelede geldiklerinde henüz çocuk olan Kalimera Teyze bunadığı için sadece Rumca, Girit kökenlilerin deyimiyle Giriççe konuşurdu. Engin onun yanından geçerken, yüzüne eğilip “Kalimeraaaa, kalimera!” derdi.
Ev 1908 yapımı. Ana hatlarına müdahale etmeden, aslına uygun restore etmiştik. Bahçedeki tuvalet tapuda kayıtlı olduğu için yıkılamıyor mesela. Su motorunun deposu şu anda. Evde içine üç insanın girebileceği, yere gömülü bir küp var. Buna dokunmadık ve oldukça büyük bir alan kaplayan bu küpe baktıkça haz duyduk. İçme sularını burada tutarlarmış. Yerin altında olduğu için suyu serin tutuyor.
Kim yaptırdı acaba bu evi? Belki bir zeytinyağı tüccarı evlendirdiği büyük oğlu için yaptırmıştı. Kim bilir? Acaba çizen mimar ya da yapan ustaların adları neydi? Adada mı oturuyorlardı, yoksa Ayvalık’tan mı geliyorlardı? Ayvalık’tan Cunda’ya geçmek için nasıl tekneler kullanıyorlardı acaba? Poyraz estiğinde kürek çekmek ya da yelken kullanmak mümkün oluyor muydu?
Şimdi otel. Ondan önce yetimhane olarak kullanılmış. Çok uzun süre metruk kaldı ve adeta çürüdü. Cunda’nın en gösterişli binası: Despot’un evi. Despot Rum Ortodoks Kilisesi’nde metropolitten küçük ama gayet önemli bir paye. Cunda manastır ve kilise dolu. Ana kilise de 10 yıl kadar önce ünlü bir iş adamı tarafından restore ettirildi. Fakat kilise olarak değil, tuhaf bir müze olarak hizmete açıldı. Bina kurtuldu tabii ama Midilli’den ya da Yunanistan’ın başka yerlerinden gelecek Yunanlılar için, belki mesela bizim evin eski sahiplerinin torunları için kilise olarak muhafaza edilemez miydi? Sümela’da geçen hafta yaşananları hatırlayıp iyimserliğime gülüyor olsanız gerek.
Biz bu evde mutlu 27 yaz geçirdik. Arada zor zamanlar oldu. Memlekette zor olmayan zaman nadirattan, malum. Yine de buraya gelmek hayatımızı yenileyen, enerji dolduran bir şeydi her yaz. Umarım evi ilk yaptıranlar da, 1924’te köklerinden koparılana kadar burada mutlu bir zaman geçirmişlerdir. Dilerim Yunanistan’a gönderildiklerinde hayatlarında acı olabildiğince az olmuştur.
Buradan sürülmek hayatlarının en büyük acılarındandı elbette, bunun farkındayım. Fakat değiştiremeyeceğimiz koşullar üzerinden onların koptuğu bu mekânda yaşadık. Şimdi biz de gidiyoruz. Bizden sonra gelenler de burada güzel yaşasınlar. Cunda güzel. Gürültü kirliliğine, eğlence turizminin getirdiği tüm olumsuzluklara rağmen, burası Moshonisi, yani güzel kokulu ada. Kazdağları’ndan gelen rüzgârlarla nefes alıyor.
Dünya güzel. Çirkinleştiren bizleriz. Saçma hırslarımızla bu güzelliği yıkıyor, yok ediyoruz. İklim felaketinin en yoğun hissedildiği bu yaz, bir yandan da Akbelen Ormanı’na girilmesini, güzelim ağaçların katledilmesini izledik. Bunu da devlet yaptı. Başka pek çok şey gibi…
Hava kararıyor. Harika bir rüzgâr esiyor. Bahçeden son anıları belleğime aktarıyorum. Hayat sürsün diyorum. Bizle ya da bizsiz. Devletten ve kötülerden uzak olarak…
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.