Fail ile mağdurun ilişkisi üzerine - II: 'Hatamı düzelt'

Travmayı konuşurken zalimler, kendi mağduriyetlerinin ardına gizlendiklerinden fail travmasına dönüşüm gerçekleşmiyor. Failler, kendi geleneklerini yani fail geleneklerini sürdürüyor ve yeni mağduriyetler yaratıyorlar.

Travmatik kimlikler genellikle güvensiz kimliklerdir. Bu güvensizliği gidermek için insanlar sembollere tutunurlar. Bir devlet kurumuna girdiğinizde birçok yerde bayrak, fotoğraflar ve benzer semboller görürsünüz. Türkiye'de bir kurumda ulusal kimliğin defalarca semboller üzerinden onaylanma gereksinimi, bu kimliğin kendisini tehdit altında hissetmesiyle de ilgili olabilir (düşmanlar, dış güçler, bölücüler, vatan hainleri, teröristler).

Güvensiz kimlikten ötürü insanlar yaşadıkları mekanları (evler, arabalar), kamusal alanları (ofisler, devlet kurumları, toplu taşıma araçları) ve kişisel eşyalarını (anahtarlıklar, aksesuarlar, vücuda dövmeler) dış bir belleğe çevirerek ve böylece kim olduklarını kendilerine her gün defalarca kanıtlayarak kimliklerine güvence sağlamaya çalışırlar. Bu, bir iç güvensizlik duygusunun dışarı taşınarak rahatlama ve güvence sağlanmaya çalışılmasıdır. Ancak bu sorunu çözmez; yani bir Türk, kendi kimliğinde bu yöntemlerle güvende hissetmez. Bunun nedeni, bir iç sorunun yanlış bir yerde yani dışarıda çözülmeye çalışılmasıdır. Bu güvensizlik, Türklüğün doğum sıkıntılarıyla doğrudan ilgilidir biraz da.

Türklük, ideal, kusursuz ve arı olarak sunuluyor ve tarihte de hiç kirlenmemiş bir kurgu/hayal ("hayali cemaat") olarak anlatılıyor. İşte bu ideal olarak sunulanla gerçeklik arasındaki uçurum da kimlikte gerilim yaratan bir meseledir. Bu ideal olan tarih boyunca da kusursuzdur, yani idealin aynı zamanda sürekliliği var. Tarih boyunca sürekli var olmuş stabil bir kimlik olarak resmedilir bu kurgu. Bu diskur bir tartışmayı yasaklıyor: her insanda kötüyle karşılaşabildiğimiz gibi her toplumun da sadece iyi ve güzel olamayacağı gerçekliği. Türklük söylencesinin Türkleri sadece ve sadece masumdur... Aslında hiçbir halk masum değildir... Her ulus kirlidir de...

Psikanaliz, hatanın ve yanlışın önemsendiği bir yöntemdir. Freud’un önerdiği dil sürçmeleri, hatanın (mesela unutmanın) analiz edilmesi bir 'hata kültürü' oluşturmayı gerektirir. Hatayı ve yanlışı anlamaya çalışmak, insanın bilinç ötesine bir yol bulmaktır. Bu, bahane üretmekten, narsistik incinme olmasına rağmen yokmuşçasına davranmaktan daha yararlı bir tutumdur. Yenilgilerin inkârı, bahane üretme ve kendimizi/geçmişimizi söylenceye dönüştürme, inkârı ve yüzleşmeden kaçmayı da beraberinde getirir.

Aşağılanma duygusu, mağdur kimliği ve kültürü yaratmada çok etkili olur. Psikanalist Tomas Böhm ve Suzanne Kaplan, "Rache [İntikam]" adlı psikoanalitik çalışmalarında S. Varvin ve V. Volkan’dan alıntı yaparak çeşitli travmaların insanda bıraktığı etkileri anlatırlar. Doğal facialar (deprem, sel gibi) insanda mağdur kimliği yaratmazken, insanların sebep olduğu facialar yaşanan acının bir aşağılanma olarak tecrübe edilmesine ve çaresiz bir öfke ile zavallılığın yol açtığı bir intikam duygusuna neden olabiliyor. Eğer gruplar yaşanan aşağılanmayı çalışmayıp refleksiyon yapmadan hayatlarını sürdürürlerse, yas tutma ve üzüntü mümkün olmazsa, bu mağduriyet kimliğin bir parçası olur ve gelecek kuşaklara da aktarıyorlar.

Batılılaşma süreci, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılması ve zorunlu göçler üzerine düşünmemek ve bu yaşananların yasından varoluş mücadelesinden ötürü kaçmak, bu mağduriyet kimliğini gelecek kuşaklara aktardı gibi duruyor. Osmanlı'nın son yılları çeşitli ve karmaşık travmalar ve buna bağlı mağduriyetlerle dolu. Ayrıca kuruluş yıllarında, savaş ve yoksullukla birlikte, mağduriyetler ve travmatik yeni deneyimlerle devam etti.

İşte bu mağduriyet anlatılarıyla oluşturulan kimlikle soykırımlar, fail ve zalim yanlar dahi gizlendi. Mağdur kimliği sahiplenmek birçok insan için daha kolay çünkü mazlumluk ahlaki üstünlük ve haklılık sağlıyor. Fail yanın gizlenmesi, kimliği ‘arı’ ve ‘temiz’ de yapıyor ve bu durum suçluluk ve utanma yaratmıyor, geçmişe dair anlatı da böylece olumlanarak muhafaza ediliyor. Bu anlatı böyle gelecek kuşağa olumlu aktarılıyor. Bu yazdıklarımla (fail) kimliğin sadece olumsuzluk üzerine kurulu olduğunu söylemiyorum. Bir kimliği/kültürü sadece olumsuzluk/faillik üzerine kurmak imkansızdır. Ama bir kimlikte travmatik olan kalıcı izler bırakır ve o kültürde belirleyici konuma gelir. Ayrıca benim tanıdığım/okuduğum kültürlerde travmatik olmayan da yok.

René Girard’ın birçok eserinde kapsamlı bir biçimde dile getirdiği bir fenomeni unutmamak gerek: Başlangıç/kurucu şiddet. Girard kültürün/dinlerin başlangıç hikayelerinin travmatik bir olayla başladığını anlatır. Hiçbir kültür ve kimlik sadece arı, saf ve temiz değildir yani. Üzerinde durduğum konu arı, temiz, mert kültür anlatısında gizlenen ötekinin tarihidir… Övünülerek anlatılan geçmişte öteki önemsiz ya da kötü figür olarak karşımıza çıkar ya da yok sayılır ve sembolik olarak ölüdürler. Soykırımlar, katliamlar bu anlatıda yer almazlar. Tarih tarihi yazanlar ve anlatanların ötekinden arınmış tarihidir biraz da. Bu kadar övgü dolu tarihi kendi gerçek tarihi yapanların af dilemesi, özür dilemesi de imkânsız gibi…

Susan Neiman, toplumların geçmişlerindeki kötülük mirasıyla nasıl baş edebildiklerini incelediği kitabında, II. Dünya Savaşı’ndan dönen Almanların "Kendi travmalarına öylesine saplanmışlardı ki, hiçbir şeyi görmeyecek kadar kördüler" der. Travma sonrası varoluş mücadelesi ve kendi travmalarına kendi içlerinde hapsolmaları, mağdurları ve failleri bu konuyu çalışmamalarını ve gelecek kuşağa miras olarak aktarmalarını sağlar.

Kurtuluş Savaşı’nın abartılı anlatısı, Osmanlı’nın son yüzyıllardaki yenilgi tarihini başarıya dönüştürmek ve böylece kahramanlığa dayalı bir kuruluş öyküsü gereksinimiyle de ilişkilidir. İşte bu anlatıyla büyüyenler, ötekilerin (Bulgarlar, Araplar, Kürtler, Ermeniler, Rumlar) kendi öteki hikâyelerine açık değillerdir. Çünkü bu kuruluş kahramanlık anlatısını gölgeleyen bir durum yaratılacağından çekinirler. Mağduriyet kültürü ayrıca bu mağdurların yaptığı zulümleri de gölgeler: Kürtlere, Alevilere, solculara yapılanlar gibi.

Aşağılanmış ve incinmiş insanlar, kurtarıcı sandıkları önderlere/kahramanlara sarılarak onurlarını da kurtardıklarını sanırlar. Böhm ve Kaplan için intikam, yas tutmadan kaçınmanın, utanma ve suçluluk duygusu gibi duyguları savuşturmanın bir ifade biçimidir. İntikam almak, aynı zamanda refleksiyondan kaçmak demektir. Yenilgi yaşayanlar, olaydan sonra yaşadıklarını unutma ve tekrarından kaçınma eğilimindedirler. Bu durum, yas tutmaya fırsat vermez. Theodor Adorno, II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan refahın Almanların geçmişleriyle yüzleşme ve yas tutmasına engel olduğunu söyler: "Yenilginin üzeri refah dönemiyle örtüldü.”

Freud’un kuramsallaştırdığı bir fenomen var: Bastırılanın bir dönem sonra kaçınılmaz olarak geri dönmesi. Bastırılan, bilinç ötesine itilen meseleler bir dönem sonra yeniden ortaya çıkar, adeta yeniden hortlarlar. Travmalar da bastırıldığında, unutulmaya çalışıldığında kuşaklar sonra bile olsa yeniden ortaya çıkar. Bunun bir nedeni de Freud’un sözünü ettiği ‘tekrarın kaçınılmazlığı’yla ilgilidir: İnsanlar ve topluluklar, yaşadıkları psikolojik bir sorunu gerektiği gibi çözemiyorlarsa, bu sorun sürekli o insanları ve topluluğu tekrara zorlar. Burada bilinç-ötesinin amacı sorunu çözmektir. Ancak genelde insanlar ve toplumlar daha önce çözdükleri biçime meylederler. Böylece sorun, gene çözümsüz kalır ve yeniden kendini tekrar ettirir.

İşte yaşadığımız krizlerde (ekonomik, sosyal) benzer sorunların depreşmesi bununla ilgilidir biraz da. Kriz dönemlerinde azınlıklarla yaşanan sorunların yeniden alevlenmesi (alevlendirilmesi ve toplumun buna yatkınlığı) de benzer bir mekanizmayla ilişkilidir. Psikanalizde buna bağlı başka bir fenomen de var: Bastırılan geri döndüğünde de bastırılır… Bugün o dönemlere dair söz edenlerin üzerine zalimce gidilmesi de böyle bir mesele galiba.

Türk kimliği, baş edilememiş yenilgiler, fail ve mağduriyetlerin asimile edilmeden/sindirilmeden eklemlendiği ve üzerlerinin örtüldüğü bir kimliktir. Var oldukları toprakları aniden terk etmek zorunda kalmak gibi bir travmayı yaşamış insanların, muhacirlerin, mübadeleyi yaşamışların, Ermenilerin yok edilmesinden sorumlu olanların kurduğu bir ülkede yaşıyoruz. Çeşitli travmalar yaşamış, bu travmaları kültürüne ve bilinç ötesine kodlamış insanların ülkesindeyiz.

Yenilgiler tarihine eklemlenen bir başarı öyküsü olarak kuruluş ve kuruluşun mağdurları ve yenenleri. Kürtler ve Alevilerin yaşadığı travmalar, 68 Hareketi’nin binlerce mağduru, 1980 Darbesi ve zulmü. İlk zulümle başlayan ve bugüne kadar çözülemeyen sorunun her kuşakta yeniden depreşmesi ama önceden gidilen yoldan gidilmeye çalışıldığı için de yine çözülemeyen ve yenileri eklenen travma. Yani Ermeni’yi dövdürmeyecektik. Ya da Ermeni’yi dövdüğümüz yerden başlayarak düşüneceğiz yeniden. İç huzur/barış/güven/’gerçek’ (yapay/kurmaca değil) özgüven için gerekli bu. Aslında kaçınılmaz, karışık misina çözenler bilirler. Sondan başlayarak geriye giderken önünüze gelen her düğümü çözerek ve düzelterek başlangıç düğümlerine kadar gitmek gerekir çoğu kez.

Anahtarı kaybettiğimizi fark ettiğimiz yerde değil de geriye, kaybettiğimiz yere giderek ararsak bulabiliriz kaybettiğimizi…

FAİL TRAVMASININ GRUPLAR ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Yaşadığımız coğrafya, tarih boyunca istilalar, göçler, savaşlar ve çeşitli travmalara tanık olmuştur. Bu durum, bizi bir yanıyla mağdurlar topluluğu, diğer yanıyla faillerin torunları yapar. Yok olup gidenlerin yanında yaşamayı başaranların da torunlarıyız. Kısacası, izole bir topluluk ya da kültürden değil, kanlı, canlı ve zulüm dolu bir coğrafyadan geliyoruz. Bilincimizi ve bilinçaltımızı şekillendiren yakın tarihimiz de travmalarla doludur. Osmanlı’nın son yüzyılları, yenilgiler, göçler ve savaşlarla dolu olup hem mağdur hem de fail kimliğinin izlerini taşır. Bu tarih, günlük kararlarımızda ve tutumlarımızda belirgin şekilde rol oynar.

Birileri insan hakları, demokrasi ve eşitlikten bahsettiğinde gösterilen tepkiler, normalin çok ötesinde travmatik tepkilerdir. Özgürlük ve eşitlik isteyenlerin Osmanlı’dan kopmaları, “ulusların kendi kaderlerini tayin” söyleminin travmatik izleri de bu tepkilerde görülür. Savaşlar, yenilgiler, göçler ve sürgünler; dolayısıyla çeşitli travmalar yaşayan bir coğrafyada yaşıyoruz. Savaş travması yaşayan, yenilen ve yenenlerin kurduğu bir ülkeyiz.

Osmanlı İmparatorluğu, çeşitli cephelerde savaşmış ve yenilmiş. Tarihimiz yenilgiler tarihi de… Savaşanlar fail olmak, öldürmek, talan etmek, zalimleşmek durumunda. Savaş centilmenlik ve hoşgörü oyunu değil yani. Yenilen taraf aynı zamanda kaybeden ve mağdur da. Naziler Moskova önlerine kadar ilerliyorlar. Sonra Kızıl Ordu'nun direnişi, Nazilerin geri püskürtülmesi ve Berlin’i düşürene kadar Nazilerin kovalanması. Zalim Naziler kaçarken rolleri ve pozisyonları da değişiyor ve canının derdinde mağdurlar oluveriyorlar.

Mağdur ve fail kimliklerinin ardı ardına eklemlenmesi, göçlerle devam eder. Bunun anlamı çeşitli ve farklı travmaların iç içe geçmesi ve travmanın karmaşık travmaya dönüşmesi. Kafkaslardan ve Balkanlardan gelenler, işgalci olarak görüldükleri topraklardan sürülmüş, kaçmış ve Anadolu'ya sığınmışlar. Bu travmaları yaşayanlar, yaraları ve bu yaraların izleriyle gelip yeni bir cumhuriyet kurarlar. Bu travmalarla yüzleşememeleri, bir çimentosu travma olan bir devletin kurulmasına neden olur.

Eski zalimler, kendilerine yapılan zulümden kaçarak Anadolu’ya gelirler. Kimlik denilen madalyanın bir yüzü mazlum, diğer yüzü zalimdir. Bu travmadan kaçan öfkeli insanlar, yeniyi ve sıfırdan başlamayı hedef olarak koyarlar. Ancak varoluş mücadelesi, travmayla yüzleşmeyi erteler. Osmanlı'dan geriye kalanlar ve travmalı göçmenlerden oluşan sonsuz öfkeli kalabalık, yeni bir ülke kurar. Cumhuriyeti kuran kadrolar, çeşitli travmalar geçirmiş hem fail hem de mağdurlardan oluşur. Yoksulluk, varoluş mücadelesi ve açlık gibi travmatik mağduriyetlerin yanı sıra kahramanlıkla kazanılan savaşlar ve İzmir’de denize dökmeler gibi faillikler de bu kimliğin bir parçasıdır. Savaşın kendi dinamiğinde normal görülen bu durumlar, insanın ruhuna ve bilincine farklı şekilde kaydedilir.

Yaşanan mağduriyetin ardına gizlenerek ve bu mağduriyetten ötürü ahlaki ve etik değerlerin yanımızda olduğunu düşünerek fail kimliğimizi içselleştirmeye çalışırız. Bu mağduriyeti gerekçe göstererek fail travmasına dönüşmeyi başaramadığımızdan, fail geleneğini oluştururuz. Yüzleşmeyenler, daha sonra kendileri de fail olurlar. Dayak yiyen çocuk, dayak atan ebeveyn olur. Her kuşak, kendi mağdurlarını yaratarak fail olur. Bunun nedeni, travma anının kriz anı olmasıdır. Kriz anlarında çözümü zulümle öğrenmiş ve bunu içselleştirmiş insanlar, daha sonra da kriz anlarında aynı mekanizmaya başvururlar. Her kuşak kriz anında zulüm üretir. Bir baba, çocuğunun yaramazlığıyla nasıl baş edeceğini bilmediğinde, daha önce kriz anlarında başvurduğu yöntemi (dayağı) yeniden uygular. Bu baba artık fail babadır, zalim babadır. Suç bilinci oluşuncaya, kendi suçu ile yüzleşinceye ve bir dönüşüm gerçekleştirinceye kadar bu böyle devam eder.

Psikanaliz, bir çocuğun kendi ebeveynlerinin bilinçötesiyle özdeşleşerek ve onları taklit ederek büyüdüğünü anlatır. Eğer bir kuşak, kendi kolektif suçu ile yüzleşmezse ve bireysel sorumluluğundan kaçmışsa, bu işlenmemiş ve arıtılmamış suç gelecek kuşağa devredilir. Bu bağlamda, travma çözülmez, gelecek kuşağın bilinçötesine aktarılır ve her kuşak, atalarından miras aldığı zulmü devam ettirir. İnsanlar, kendi psikolojilerinde karşılığı olmayan, kendilerine yabancı olan geçmiş jenerasyonun kirliliğini içlerine aldıklarında, bundan kurtulmak ve yabancı elementi dışarı çıkarmak isterler. Bu dışa vurma, özdeşleşmeden ötürü kendilerinin de fail olmaları biçiminde olur ve böylece “fail geleneği” oluşturulur.

Failler, yaşadıkları mağduriyetlerle kötülüklerini gizlemeyi kendilerinde hak gördükleri sürece fail travması oluşmaz. Bunun nedeni, mağduriyet ve zalimliği aynı kişinin aynı anda ya da ardı ardına yaşaması ve bu iki durumun iç içeliğidir. Bu durumda suç ve suçluluk bilinci oluşmaz. Yaşadığı kötülükten dolayı kendi yaptığı kötülüğü kötülük olarak görmez. Ermenileri bu topraklardan kovanlar ve yok edenler arasında başka topraklardan kaçıp gelenler de vardı. Binlerce solcuyu öldürmeyi ve solcuların bunu hak ettiklerini iddia etmeleri, Kürtler ve bölücüler, yani ölümü hak edenler.

Son dönemlerde fail geleneğine "FETÖ"cüler de eklendi. Bir zamanların failleri, şimdinin mağdurları. Gelenek bozulmuyor. "Devrim kendi çocuklarını yer"miş. Bu coğrafyada kendi çocuklarını Ermeni, Kürt, Ezidi, Alevi, ‘Fetöcü’ yer. En son fail geleneğimize depremde rastladık; binlerce "kendi çocuğumuzu" adını doğal afet koyduğumuz ama aslında toplu katliamda yok ettik. Yüzbinlerce akademisyen bu toprakları terk ediyor. Sembolik olarak bu coğrafyada ‘yok oluyorlar’ ve kimse bu insanların yokluğunun farkına bile varmıyor. Yası tutulamayan kayıplar. Yas tutma yeteneğini yitiren toplumlar sevinmeyi, mutlu olmayı, dans etmeyi hatta sevişmeyi bile beceremiyorlar. Sadece zulüm üretmeyi becerebiliyorlar. Şunu söylemeye çalışıyorum: Bir ülkenin belirli kesimlerinde bir savaş varsa, bu savaş gözümüzün önünde olmasa da biz görmezden gelsek de inkâr etsek de bu savaşın dili, kültürü, ruh hali mutlaka her insan bulaşır. Sıcak yatağınızda yatarken bile huzurunuz kalmaz yani. Yaşadığımız, bu savaşın toplumu içten içe zehirlemesidir.

Bu travmatik geçmiş, kimliğimizin, kültürümüzün ve kişiliğimizin bir parçasıdır. Psikanaliz, hatanın ve yanlışın önemsendiği bir yöntemdir. Freud’un dil sürçmeleri ve hataların analiz edilmesi, bir 'hata kültürü' oluşturmayı gerektirir. Yenilgilerin inkârı, bahane üretme ve kendimizi söylenceye dönüştürme, inkârı ve yüzleşmeden kaçmayı da beraberinde getirir. Aşağılanma duygusu, mağdur kimliği ve kültürü yaratmada çok etkilidir. Travmanın çözülmesi ve fail travmasına dönüşmesi, ancak bu yüzleşme ve dönüşüm ile mümkündür.

Fail travması, fail ile mağdur arasında pozitif bir ilişki varsa daha kolay ortaya çıkabilir. Örneğin, çocuklarını döverek büyüten bir ebeveyn, yaptığının yanlış olduğunu fark ettikten sonra, hatasını itiraf edip çocuklarından özür dileyebilir. Kendi içinde kendisini bağışlayabilmek ve telafi etmek için, torunlarına daha fazla sevgiyle yaklaşır. Bu tür bir dede veya nine, torununa yapılan küçük bir şiddete bile karşı çıkar ve çocuk haklarını savunan, çocukları yetişkinlere karşı koruyan mücadeleci bireylere dönüşür. Çocuklarıyla aralarındaki sevgi dolu pozitif ilişki sayesinde bu dönüşümü yaşayabilirler.

Ancak kolektif travmalarda (örneğin soykırımlarda), bu pozitif duygu eksikliği ve fail ile mağdur arasındaki düşmanca ilişki, fail travmasını engeller. Mağdur ile fail arasındaki ilişkinin sürekliliği ve travma sonrası benzer pozisyonlarda karşılaşmaları, failin suçunu üstlenmesi ve özür dilemesini zorlaştırır. Zulüm sırasında mağdurla fail arasında pozitif bir ilişki yoktur ve sadece negatif ve düşmanca bir ilişki vardır. Bu negatif ilişki, zulmü konuşmayı zorlaştırır. Zulüm anındaki düşmanca kutuplaşma sürdüğünden, yüzleşme ve sorumluluk üstlenme çok zorlaşır. Burada en büyük sorumluluk, faile (zalime/kötüye) düşer ve genelde fail de bu yüzleşmeden kaçar.

Dayak yiyen çocuğun dayak atan babaya dönüşmesi, psikanalizde fail-mağdur değişimi/dönüşümü olarak tanımlanır. Faili yaptığıyla yüzleştirmeye çalışırken, fail genelde geçmişte yaşadığı mağduriyete sığınır. Faille konuştuğunuzda karşınıza bir mağdur çıkar ve fail, bu mağduriyeti kendi zulmünü maskelemek için kullanır. Gerçekle de ilişkilendirilen bu mağduriyet, failin zulmünü konuşmayı engeller çünkü fail kendini mağdur olarak sunar. Ülkede hangi zulmü tartışsak, konuşma failin mağduriyetine evrilir ve mağdura yapılan zulüm böylece 'haklı'laştırılır. Çocuğunu döven baba, dayak atmaya mecbur bırakılmıştır. Dayak yiyen çocuğun büyük suçu yaramazlıktır. Oysa Ramazan'da yemek yeme suçu işlediği için dayak yiyenler vardır bu ülkede. Madımak’ın failleri, Berkin Elvan’ın katilleri bile mağdurdur. Tecavüzcüler de ayartılma, cinsel uyarılma kurbanları olarak sunulur. Mağduriyet, zulmü gizleyen en etkili örtüdür aslında.

Fail travması yaşandığında, fail kendi zulmünü fark eder ve bu farkındalıkla bir dönüşüm yaşar. Bu süreçte fail, suçunu kabul eder, mağdurlardan özür diler ve telafi etmeye çalışır. Ancak, kolektif travmalarda ve düşmanca ilişkilerde bu süreç daha zor gerçekleşir. Mağduriyetin arkasına saklanarak kendi zulmünü maskelemek, failin dönüşümünü engeller. Bu nedenle hem bireysel hem de toplumsal düzeyde yüzleşme ve suçluluk bilincinin gelişmesi, travmaların sağlıklı bir şekilde işlenmesi için kritik öneme sahiptir.

FAİLİN VE FAİLLİĞİN YÜCELTİLMESİ

Kahramanlar genellikle faildirler ve kahramanlık yüceltmesi de failliğin yüceltilmesidir. Birinin kahramanı ötekinin failidir. Onlara hayranlıkla bakmak ve yaptıklarını bağışlamak, onların kötülüklerini affetme eğilimimiz var. Çocuklukta da "annenin vurduğu yerde gül biter", "hem sever hem döver", "ağaç yaşken eğilir" gibi anlatılar aslında suçun bağışlanması ve failin yüceltilmesidir. Bir çocuk "annem/babam beni iyiliğim için dövüyor" diye düşünmeye başladığında, aslında failin suçunu üstleniyor ve faili "iyi" yapıyor demektir.

Zulmün bu kadar yoğun yaşandığı bir ülkede 'pozitif olalım' söylemi, aslında ilkel kolektif savunma mekanizmalarını aktive etmiş ve belki de bu bağlamda klinik vaka haline gelmiştir. Madımak Oteli failleri, Kuran’a el basıp yeminle "tahrik edilmek" gibi, "dinimize saygı duymuyorlar" gibi mağduriyetlerini anlattılar. Toplu taşıma araçlarındaki tacizcilerin/saldırganların savunmaları "tahrik etti" biçimindedir.

Tecavüzcü, katil ve mafya mahkûmları, kendilerine "kader kurbanları" veya "kader mahkûmları" gibi estetize edilmiş lirik isimler bulurlar. Kendi bireysel sorumluluklarından kaçarak "kader" üzerinden sorumluluğu kutsala bağlarlar, çünkü kader, yani alın yazısı, kutsalın layık gördüğüdür. Bu yüzden de suçu anonimleştirirler. Mağdurlarının ruh haline çok az saygı duymayan, kendini kurban gösteren bir anlayışla hareket ederler. Mağdurlar mezardayken failler kendilerini kurban ilan ederler. Bizim kirliliğimiz de bu duruma itiraz etmememizdir. Ülke insanlarının büyük bir bölümünün fail travmasına tepkisi, genellikle bastırmak ve inkâr etmek biçiminde olur.

Ekstrem travmalarda, özellikle aile içi çocuklara tecavüz vakalarında önemli bir durum vardır: Mağdur yaşadığını hiçbir şekilde anlamlandıramaz. "Bir insan, bir insana neden bu kadar işkence yapar? Babam bana nasıl, neden tecavüz eder?" Bu sorulara yanıt bulamamak, travmayı yaşayan mağdurun kendini failinin yerine koyarak, onun perspektifinden durumu anlamaya çalışmasına yol açar. Anlayabildiğimiz karmaşıklıklar bize bir tür rahatlama duygusu verir. Mağdur için ortada hiçbir açıklama yoktur ve bu durum ona yük olur. Aslında failin, mağdura travma sonrası bir borcu vardır. Faillerin travmayı inkâr etmeleri, bu anlamda bir başka yaralanmaya yol açar. Bu perspektif değişiminde mağdur, failinin yerine geçer. Kısacası, mağdur bu bakımdan da failine bağımlı hale gelir. Fail ile mağdurun ikili yüzleşmeleri, travmatik anın tekrarına benzer bir durum olduğundan, üçüncü bir tarafla ve/veya tarafsız bir yerde bu karşılaşmaların olması yararlıdır. Çünkü içeride tutulan duygular, ikili normal bir ilişkiye izin vermez.

Bu dinamikleri anladığımızda, toplumsal ve bireysel düzeyde travmalarla nasıl başa çıkabileceğimizi daha iyi kavrayabiliriz. Failin suçunu kabul etmesi, mağdura yardım etmesi ve telafi çabaları, travmanın etkilerini azaltabilir. Mağdurun ise kendisini ifade edebilmesi, duygularını paylaşabilmesi ve destek bulabilmesi önemlidir. Toplumsal düzeyde ise, travmaların açıkça konuşulması, fail-mağdur dinamiklerinin anlaşılması ve yüzleşme süreçlerinin desteklenmesi gereklidir.

Bu bağlamda, kahramanlık ve failliğin yüceltilmesi yerine, hataların ve suçların kabul edilmesi, yüzleşme ve telafi süreçlerinin önemsenmesi, daha sağlıklı bireyler ve toplumlar oluşturabilir. Kişisel sorumlulukların kabul edilmesi ve adaletin sağlanması, travmaların çözülmesine ve daha iyi bir geleceğe katkıda bulunur.

FAİL ARAYIŞI

Bir dönem avcılık yapan bazı insanlar, bir süre sonra avladıkları hayvan türünün koruyucusu olurlar. Bu durum, kişinin yaptığı şeyi idrak etmesi, bir vahşetin faili olduğunun farkına vararak, “Ben ne yaptım?” ya da “Bunları nasıl yapabildim?” sorularıyla başlayan bir bilinçlenme ve uyguladığı vahşetle yüzleşmesidir. Bu yüzleşmeden sonra da zulmettiği canlıdan özür dilercesine, onun için özel bir çaba gösterir. Bu tür bir travmanın tartışılmaması, kolektif bilinç ötemizdeki kirlenmeleri bir psikolojik filtreden geçirmemizi engeller. Şimdi yaşadığımız gündelik vahşetin geçmişteki vahşetlerle yüzleşmemekle ilişkili olduğunu düşünüyorum.

Failin zulmü gizleniyor ya da savunma mekanizmaları aracılığıyla bir kenara itiliyor. Söz konusu yüzleşme yapılmadığı takdirde, gelecek kuşağın atalarının izinden yürüyerek başka gruplara zarar vermeyi (savaşmayı) gelenek haline getirme tehlikesi var. Bu zulümleri düşünmenin, tartışmanın ve fark edebilmenin hem bireysel hem de toplumsal dönüşümümüze katkısı olacaktır. Örneğin, bir önceki kuşak eğitimde dayağı esas alıyordu. İnsanların kendi yaptıkları vahşetin farkına varması, dayağı bir eğitim yöntemi olmaktan çıkarıyor.

İbrahimi dinlerde ilk suç, cennetten kovulmakla sonuçlanır ve ilk cinayet ise kardeş katlidir. Her ne kadar ayrıntılı anlatılmamış olsa da okurda ve inançlı insanlarda katil kardeşin işlediği cinayetten ötürü pişman olduğu (fail travması ve failin dönüşümü) ve failin yaşadıklarından yaratıcılığa yöneldiği (tarımla uğraşmıştır, kültür kavramının kökeni de toprağın işlenmesi/tarım anlamına gelir) ve kültürü insanlara sunduğu kanısı oluşur. “Allah’ın aslanı” Ali’nin daha sonraki yıllarda bir felsefeci gibi görünmesi de böyle bir sürecin sonucu olarak görülebilir. Fail travması bazen fail zulmünü sürdüremez hale geldiğinde, zulmünü sürdürürse kendi sonunu da hazırlayacağını kavradığında da gerçekleşebilir. Failin varlığını sürdürebilmesi dönüşümüne bağlıdır. Nükleer silahları üretenlerin, bir dönem sonra yarattıkları bu canavardan korkup nükleer silahsızlanmaya gitme çabaları gibi. Doğayı yıllarca katledenler ve onların çocukları, doğayı koruyan kişiler olurlar.

Travma sonrası faille mağdurun aynı grup içinde (örneğin işkence görenle işkencecinin aynı kentte yaşamaları ve karşılaşmaları), aynı mekânı paylaşmaları (çocuğuna tecavüz eden babayla kızının aynı evde yaşaması ve her gün defalarca karşılaşmaları ve çocuğun sürekli taciz korkusuyla yaşamını sürdürmek zorunda kalması), Madımak sonrası faillerle mağdurların aynı kentte yaşamaları gibi durumlar, mağdur için travmatik anın tekrarını anımsatır ve travmayı geçebilmeyi zorlaştırır.

Mağdur hayatını travma sonrası normalleştiremezken, fail, hiçbir şey olmamışçasına hayatına devam ediyorsa bu mağduru yaralar. Mağdur için travma bir şekilde sürerken fail, 'normal' yaşamını sürdürür. Travma anı eşitsiz ve haksızdır ve bu karşılaşmalarda mağdur, failin hayatında değişim olmadığına tanık olur. Travma sonrası da eşitsizlik ve haksızlık sürmektedir. Faille mağdur aynı ortamda yaşıyor, fail yaptıklarını sorgulamıyor, inkâr ediyor veya travmayı unutmaya ve unutturmaya çalışıyorsa bu durumda üçüncü bir tarafa ihtiyaç vardır. İkili ilişkide, mağdur-fail karşılaşmasında travma anı duyguları yeniden canlanır. Bu karşılaşmada fail hâlâ güçlüyse, yeni zulümler yaratma potansiyeli vardır. Bu durumlarda üçüncü tarafsız bir taraf (polis, mahkeme, sosyal kurumlar) gereklidir. Bu tarafsız müdahale, travmanın çözülmesine katkıda bulunabilir. Kolektif travmalarda ise üçüncü taraf da genellikle taraflıdır çünkü çoğu kez devletin kendisi faildir ve failler, devlet adına zulüm yaparlar. Bu durum, travmayı kalıcı ve sürekli hale getirir, çözümsüzlüğe dönüştürür.

Bu topraklardaki tüm gruplar mağdur olduklarını söylüyorlar: Etnik bağlamda Ermeniler, Rumlar ve Kürtler; politik bağlamda Aleviler, solcular ve sağcılar, dindarlar ve Kemalistler. Çeşitli bağlamlarda köylüler ve kentliler; kadınlar ve çocuklar, Amedsporlular, Fenerbahçeliler ve Galatasaraylılar vb. Her grup, haksızlığa uğramış ve mağdur edilmiştir. Bu mağduriyetlere ve zulümlere yeterince somut örnek bulabiliriz. Peki bu kadar suçun faili kim? Yalnızca Cumartesi Anneleri’nin dile getirdiği ‘faili meçhul’ realitesi yok bu ülkede, faili meçhul çok sayıda başka kolektif zulüm de var.

Hukuki anlamda belki suçlu değiliz bazılarımız, ama psikoanalitik anlamda herkes biraz kirli, herkes biraz suçlu. Bu kadar kolektif suçun olduğu ortamda "masum değiliz hiçbirimiz." Belki de bu kadar suçlu olma halinden ötürü "masumiyetlerimizi" yarıştırıyor ve “mağdur rolünü” çabucak benimsiyoruz. Çünkü mağdur pozisyonunun ahlaki üstünlük sağladığına inanıyor ve böylece kendi suçumuzu gizlemeyi deniyoruz. Fail olduklarını gizlemek isteyenler, 'mağduriyet çalıp mağduriyet hırsızlığı' yapar çoğu kez.

Gezi Parkı protestolarında devlet kan dökerken halk "camiler elden gidiyor", "başörtülü bacımız" yalanını dinliyordu. Failler, esasen bizi şuna inandırmak için çaba gösterirler: Asıl mağdur biziz. Bu tutumla mağdurların mağduriyeti hak ettiklerine insanları inandırmak kolaylaşır. Ayrıca mağdur edeceğiniz/ettiğiniz insanların ‘insan’ özelliklerini yok sayar ve çevrenizi buna inandırmaya çalışırsınız. "Pis mahlûklar, hayvan, böcek" gibi sıfatlar bu bağlamda sıkça kullanılır ve hâlâ geçerlidir. ‘Terörist’ tanımının son otuz yılda geçirdiği dönüşüm incelendiğinde söylediklerim daha rahat anlaşılır. Terörist, çocuk katili, iğrenç, hayvan, insan dahi değildir. Bunlar yıllarca insanların bilincine öylesine kazındı ki, sorgulanmaları bile suç ve terör anlamına geliyor. Teröristlerle, yani mikropla savaşmak gerekir, diskur ancak böyle sürer ve geçerli olabilir, fazla soruya ne hacet.

Günümüzde herkes belirli mağduriyetler yaşıyor. İç göçler, insanlara umut sunsa da birçok insan için düş kırıklığıyla sonuçlanıyor. Göç edenler, zenginliğe de yolculuk yapıyorlar. Ancak kentler yoksullarla dolu. Kültürel aidiyetlerinden ötürü aşağılananlar var: Kadınlar, çocuklar, işçiler, Aleviler... Bu dışlanmalar ve mağduriyetler birçok insanda travmatik etkiler bırakıyor. Bu grupların yaşadığı yatay olumsuzluklar, insanların başkalarının yaşadığı kötülüklere karşı duyarsızlaşmasına da yol açıyor.

Kürtler veya Alevilerle ilgili tartışmalarda birçok Türk’ün kendi mağduriyetlerini bu insanların önüne geçirmesini düşünelim. Bu insanlar, bu kötülükleri yaşıyorlar. Kürt kadın veya Alevi köylü de farklı durumlarda olsa dahi aynı sorunları Sünni Türkler nasıl yaşıyorsa öyle yaşıyor. Toplumda var olan belirli çatışma alanlarından herkes etkileniyor. Göçle kente geleneler kentli zorbalığı’yla (taşralı, köylü, kıro, maganda aşağılaması) karşılaşıyorlar ve taşralılarda ‘asiri’lere batılılaşma/modernleşme suçlaması/aşağılaması var. Bu çatışmadan herkes kendi payına düşeni alabiliyor. Artvin, Sivas, Yozgat, Çorum… Fark etmiyor.

Ama ötekiler ayrıca strüktürel öteki ve öteki olmanın zorluklarını ve zorbalıklarını yaşıyorlar galiba. Burada asıl mesele, Sünni Türk Devleti’nin strüktürel yapısı ve bunun doğurduğu zulümler. Yapısal bir durumdan söz ediyorum. Yoksulluk, kadın, çocuk olmak bu durumdaki herkese benzer acılar yaşatıyor. Sınıfsal kötü’lük kültürel aidiyetlere bakmaksızın insanları incitiyor. Bu mağduriyetlerden yola çıkarak yapısal durumu görmezden gelmek de benzer mekanizmaları işler. Travmayı konuşurken zalimler, kendi mağduriyetlerinin ardına gizlendiklerinden fail travmasına dönüşüm gerçekleşmiyor. Failler, kendi geleneklerini yani fail geleneklerini sürdürüyor ve yeni mağduriyetler yaratıyorlar.


Şahap Eraslan kimdir?

1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi