Enver Topaloğlu

Enver Topaloğlu

Fazıl Hüsnü Dağlarca şiir okulu

Şiirin yapı taşlarından biri olan Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın şiiri bilinçli ve iradi bir şiirdir. İrade dışına çıkma, aşma, taşma söz konusu değildir. Esinin peşine düşmez. Esinin eline de düşmez.

“Yavaşlayan Ömür” başlıklı ilk şiiri 1933’te İstanbul dergisinde yayımlanan Fazıl Hüsnü Dağlarca, 2008’de yaşamını yitirdiğinde, arkasında rafları şiir dolu bir kitaplık; yüz elliye yakın yapıt bırakmıştır. Şiirle geçen yetmiş beş yılın toplamıdır bu sayı. Üstelik eksiği var fazlası yok. Yüz elli kitap, kayıtlara geçen. Şairin kitaplaşmayı bekleyen başka şiirlerinin de olması kuvvetle muhtemel.

Fazıl Hüsnü Dağlarca, aynı zamanda modern Türkçe şiirde, yani cumhuriyet sonrası dönemde şiir yolculuğu en uzun süren şairidir. Yetmiş beş yıl, hatta belki daha da fazla. Onun kadar uzun süre şiirin içinde olmuş, orda kalmış başka bir şair yok ya da henüz yok diyelim.

“Şiir yazmak için eliniz hiç soğumayacak çocuklar. Benimki hiç soğumuyor” demesi kuru bir nasihat değil, kendi deneyiminin aktarımıdır. Şiirle ilişkisi başladığı yıllardan itibaren gerçekten de dediği gibi elini hiç soğutmamıştır.

Şairin 15 Ekim, on beşinci ölüm yıldönümüydü. Unutulmadığına işaret etmek, anmak, selamlamak amacındaki yazımıza, doksan yıl önce, 1933’te yayımlanan ilk şiirinden bir dörtlükle devam edelim:

Ne ruhun beni görür, ne sevgim döner geri,

Beyaz gölgeler saklar gözlerimden her yeri.

Diner akşam olunca günün bütün sesleri;

Ve benim içerimde eski bir şarkı başlar.

Dağlarca ilk şiirinin yayımlanışından bir yıl sonra 1934’te Varlık dergisinde çıkan şiirleriyle adını daha da duyurur. Bundan sonrasında şiir çevrelerinde ve edebiyat ortamında gözler üstündedir artık...

NAZIM HİKMET’İN TANITIM YAZISI

İlk kitabı “Havaya Çizilen Gökyüzü” 1935’te yayımlandığında Akşam gazetesinin 10 Haziran 1936 tarihli nüshasında Orhan Selim imzasıyla, Nâzım Hikmet’in değini yazısı yayımlanır. Nâzım Hikmet, Dağlarca’nın şiir dilini çok beğendiğini, ancak içerik yönünden aksayan yönlerinin olduğunu belirttikten sonra şöyle devam eder: “Fazıl Hüsnü Dağlarca, inkişaf yolunda. Bakalım olgunlaştığı vakit dışı kadar içi de aydınlık ve mükemmel olabilecek mi?"

Nâzım Hikmet’in Dağlarca şiirine ilişkin sonraki yıllarda neler düşündüğünü bilemiyoruz ne yazık ki. Ancak bu örnekten de çıkan sonuç: İçerde de olsa, dışarıda da olsa Nâzım Hikmet, o yıllarda modern Türkçe şiiri yakından izlemiş. Eskiyi yeniyi ayırt etmeden şiirdeki gelişmeleri takip etmiştir. Kuş uçsa haberdar olacak biçimde üstelik.

Dağlarca’nın şiir eşiğini de hatırlatacağını düşünerek ilk kitabından, “Havaya Çizilen Dünya”dan “Elektrikler” başlıklı şiirin son dörtlüğünü aktarıyoruz:

Ne geçmiş ne geçecek zamanın şarkısı bu aydınlıklar,

Ki hayatla yaşayan elektriklerde yalnız yaşamak var.

“Geçmekte olan an” kaplar ruhumu bir diyar kadar,

Ve fazla hissederim yalnız bana ait varlığını bu diyarın.

BAŞLANGIÇ

Beş Hececiler olarak bilinen şairler topluluğunun etkisinde şiire başlayan Fazıl Hüsnü Dağlarca, aynı zamanda Osmanlı şiirinin zorunlu görülen disiplinini de almıştır. Bundan da son derece memnundur. Şair olmak için hece ve aruz vezinleriyle uzunca bir süre alıştırma yapmak gerektiği de deyim yerindeyse, onun bu konudaki sabitleşmiş düşüncesidir. Konuşmalarında ortaokulda, bilhassa aruzu tüm yönleriyle öğrendiğini belirtmiştir. Serbest koşuğa geçmek için de vezin bilgisini olmazsa olmaz sayar. “Ben küçükken bütün vezinleri bilirdim” diyor ve devam ediyor Ertan Mısırlı’nın hazırladığı kitapta yer alan söyleşide: “Örneğin 50 aruz ve 18-20 Türk vezni. Anladım ne yapmak gerektiğini ve kendime çeki düzen verdim.”

Dağlarca’nın şiir anlayışında ve tutumunda üç kavram ön plana çıkar: Şuur ya da bilinç diyelim, irade ve varlık. Şiirde ölçü bilgisine verdiği önemle özelikle “bilinç” ve “irade” meselesi arasındaki alaka üstüne düşünmek ufuk açıcı olabilir.

Ortaokuldan sonra aldığı askeri eğitim ve kazandığı disiplini de eklersek onun şiirinde belirleyici olarak görülen irade ve bilinçlilik meselesiyle ilgili önemli bir ipucu, yorum için gerekli bir aralık bulmuş oluruz.

Dağlarca’nın şiirinde iradenin ve bilinçlilik halinin rolü konusunda daha çok şey söylenebilir. Ama önce Dağlarca’nın modern Türkçe şiirdeki gelişim sürecinin başına dönelim, başlangıca kısaca bir göz atalım.

Dağlarca’nın eğitim hayatı ortaokulu bitirip İstanbul Kuleli Askeri Lisesi’ne girene kadar Konya, Kayseri, Tarsus, Adana; deyim yerindeyse, dörtgeninde geçer. Bu İç Anadolu ve Akdeniz Çukurova coğrafyasının şiirini etkileyen yansımaları olmuştur elbette. Ama daha önemlisi çocukluk dönemidir. Dağlarca’nın çocukluğunun ilk dönemini geçirdiği ev ortamı hayli şiirlidir. Ertan Mısırlı’nın hazırladığı “Fazıl Hüsnü Dağlarca Günlüğü” adlı kitapta, şairin ağzından bu şiirli ev ortamı anlatılır. Şair, evlerindeki iki odaya dikkat çeker ve odalara hâkim havayı aktarır. Bu odalardan ilkinde kardeşleriyle birlikte şiir yazıp okurlar. İkincisinde yüksek sesle ihahiler okuyan bir büyükanne vardır. Odalarla ilgili dikkat çekici detaylar verdikten sonra şöyle devam eder: “İşte evimizin bu iki ‘oda’sı benim şiir okullarımdır.” Şair ilkokul öncesi döneminde dahi “ah büyüsem de şiir yazsam” diyecek kadar etkisindedir şiirin.

Evlerindeki şiirli ortamı vurgulamak açısından şairin dile getirdiği şu anısını da paylaşalım: “Benden 4-5 yaş büyük olan ablam da şiirler yazıyordu. Bir gün akşam yemeğinden sonra evde büyük masanın etrafında toplanmıştık. Babam bir ucunda otururdu masanın, annem karşı ucunda. Biz kardeşler masanın geniş kenarlarını bölüşmüş, yine her geceki gibi ders çalışıyorduk. Babam gazete okuyor, annem dikiş dikiyordu. Ben dersleri çabucak bitirip şiir yazmaya başlamıştım. Şiirimi yavaşça ablama uzattım. Okudu, başını salladı, bana geri verirken babam gözlüğünün üstünden gördü. Elini uzattı bana, defterimi aldı. Okudu, şiirimin altına gülerek ama kızgınca bir şeyler yazdı. Gayet ciddi defterimi uzattı bana. Aldım korkarak okudum. Şöyle bir şeydi galiba: Tembel kuşlar gelmiş konmuş o dala ve bu dala / ders çalışmaz şiir yazar iki kardeş budala.”

Dağlarca’nın şiirinin kapalı kapılarını açmakta, şifrelerini çözmekte çocukluk anılarından destek alınabilir. Şair de bunu istiyor gibidir. Şiirinde, okurun erişemediği, erişemeyeceği hiçbir şey kalmasın diye çabaladığını söyleyebiliriz.

ÇOCUK VE DİL

Dağlarca’nın şiirindeki meselelere ilişkin kavramlardan biri olan varlığa dair iki etkenin öne çıktığı dikkati çeker. Biri çocuk, diğeri dil… Kendi ifadesiyle, “ilk değilse de ilk gibi olan kitabı” “Çocuk ve Allah”tan sonra şair, kendini hep çocuk görmüştür. Modern Türkçe şiirin kültleşmiş kitaplarından olan “Çocuk ve Allah”ı bir dörtlükle hatırlayalım:

Çocuklar korkunç Allahım,

Elleri, yüzleri, saçları.

Uyurlar bütün gece,

Yoksa sana ihtiyaçları.

Dağlarca için dil her şeydir. Onun şair olarak dile yaslandığını ve dile yaslanan bir şiiri sürdürdüğü bilinen bir gerçekliktir. Şaşırtıcı bir durum değildir. Öte yandan öyle yapacaktır elbette. Şair dile yaslanmayacak da ne yapacaktır ki denilebilir. Ama mesela Fethi Naci, anadilini bilmeyen “büyük şairler” olduğunu söylüyor. Anadilini bilmeden “büyük şair” olmak mı, diyeceksiniz! İşte Fethi Naci’nin cümlesi: “Türkiye anadilini bilmeyenlerin ‘ünlü şair’ olabildikleri ülke.”

Alıntının, yazarın “Roman ve Yaşam” adlı kitabının 38. sayfasından olduğunu da belirtelim.

Ne yazık ki yazdıkları okuduklarından çok olduğu için belki anadilini idrak edemeyen, dil bilinci oluşturamayan “büyük şairler” günümüzde de varlığını sürdürüyor. O nedenle Fethi Naci’nin bu edebi öfkesi güncel.

Dağlarca’da şiir her şeyden çok bir dil çabası olarak dikkati çeker. Yazdığı dille yetinmemiş onu geliştirmek için azami uğraş vermiştir. “Türkçem benim ses bayrağım” dizesi; dilim benim bayrağım, sancağım, varlığım, vazgeçilmezim de diyordur. Dağlarca’nın anadili örneğin Kürtçe olsa, Kürtçe yazabilse muhtemelen “Kürtçem benim ses bayrağım” derdi. Demez miydi? Üzerinde düşünmek gerekir.

Dil Dağlarca’da bir ulusçuluk sorunu değildir aslında. Ondan öte bir evren yaratma, bir evren oluşturma, onu geliştirme, onu sonsuzlaştırma amacı için araçsallaştırılmıştır. Dağlarca kurmak istediği evreni ya da şöyle söyleyelim şiirle yaratmak istediği evreni, ancak dille yaratacağının bilincindedir. “Türkçe Katında Yaşamak” şiiri bir bildiri şiirdir. O şiirin son iki betiğini paylaşalım:

İşte and içiyorum,
Bütün ölüler adına,
Bütün gençler, bütün doğacak çocuklar adına,
Varacağım deyişine gündüz gündüz,
Varacağım Tanrı'ya dek,
Soluğumda soluğun


Seslenir seni bana “Ova”m, “Dağ”ım,
Nere gitsem bulur beni arınmış.
Bir çağ ki akar ötelere,
Bir ak… ki yüce atalar, bir al… ki ulu oğullar,
Türkçem, benim ses bayrağım...

Bilinçli bir şiirdir onunki demiştik. İradi bir şiirdir. İrade dışına çıkma, aşma, taşma söz konusu değildir. Esinin peşine düşmez. Esinin eline de düşmez. Hatta diyebiliriz ki Dağlarca şiirinde düşmemek ilkesi önemlidir. Şiirine de yansıyan düşmemek ilkesinin ne pahasına, nelerin bastırılarak oluştuğu psikanalizin desteğiyle irdelenip yorumlanması halinde sonuçları şaşırtıcı olabilir.

KLASİK ŞİİRİN İMKANLARI

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiiriyle ilgili yaygın görüşlerden biri kimseden etkilenmediği ve kimsenin de ondan etkilenmemiş olduğu yönünde. Gerçekten öyle midir? Önce kısaca etkilenme meselesi üzerinde duralım. Bizim düşüncemiz Dağlarca’nın şiirinin köklerinin klasik şiirde ya da şiirin klasik çağındaki şiirde, klasik şiiri oluşturan anlayışla bağlantılı olduğu yönünde. Ama anlaşılacağı üzere Divan şiiri anlamında klasikten söz etmiyoruz. Onun şiirsel köklerini daha çok edebi klasisizmde, Latin şairlerin şiirlerinde, Mısırlı şairlerin şiirlerinde aramak gerektiğini düşünüyoruz. Tavrının yazılı şiirin geleneği içinde, aradaki dönemleri, gelişmeleri, aşamaları atlayıp başa dönüş yönünde olduğu söylenebilir. Bunu söylerken bilhassa şiirlerinin birçoğunda destan formunu kullandığını dikkate alıyoruz. Şu dörtlük “Çakır’ın Destanı”ndan:

Bütün gün oturduktan sonra

Bu mu olmalıydı ellerimizde kalan?

Vakte yıldızlara çarşılara dair

Arzudan?

Dağlarca’nın şiir deneyimi, güncellemeye ve sonsuzlaştırmaya yönelik bir çaba olarak da tanımlanabilir. Bunu Türkçenin, ayıklanmış ve üretimle geliştirilen Türkçenin olanaklarıyla yapmak istemiştir.

ŞİİR DAĞLARCA’DA AŞKTIR

Şöyle söyleyebiliriz: Şiir Dağlarca’da aşktır. Ama Yunus Emre’nin aşkı gibi bir aşk. Varlık olma aşkı. O şiir aşkının, sevda olarak kalıp kara sevdaya dönüşmemiş olmasını da şairin şiirde ortaya koyduğu “irade” ve “bilinçlilik” durumuyla açıklayabiliriz belki.

Dağlarca’nın şiiriyle kimi ne kadar etkilemiş olabileceği konusunu da tartışmalıdır. Dağlarca’nın kimseyi etkilemediği söylenir ama öte yandan eski yeni tüm kuşakları etkilemiş olabileceği savunulabilir. Bize göre cumhuriyet dönemi şiirinde, modern Türkçe şiire onun hem yatay, hem dikey etkisinin izlerini bulmak mümkündür. Çıkışı Garip şiiriyle aynı döneme denk gelmiştir. Bu dalgadan mümkün olduğu kadar sakındığı söylenebilir. Ama bunu tamamıyla başarmıştır diyemeyiz. Hece şiirinin kalıplarını kullanırken kısa şiire yönelmesinde Garip’in hiç etkisinin olmadığı söylenebilir mi? Belki şu iddia edilebilir: Dağlarca moda olandan kaçınmıştır. Çabası her zaman, modaya karşı kendi yerini tahkim edip geliştirmeye yönelik olmuştur. Herkesin kuşa baktığı durumda o pencereye bakmakta ısrar etmiştir. Başta Necatigil olmak üzere şiirde kullanılan azaltma tekniğinde, onun etkisi yok mudur? Şiir onun ifadesiyle az sözcükle çok şey söylemektir.

Yol gösterici nitelikteki şu tanımlaması dikkate değer: “Bir sözcüğün kapladığı yer küçük anlattığı ondan büyükse, o şiirdir. Örneğin ‘bir ben var bende benden içeri’ dizesi küçük bir yer kaplar ama anlamı kitaplar doldurabilir… Bu şiirdir. Bir de ‘Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı’ya bakalım. Kapladığı yer büyüktür, büyüktür ya, içindeki incir çekirdeği bile değildir. Bu düz yazıdır…”

Etkilediği şairlere başka birçok örnek gösterilebilir. Ama biraz da yakın dostlukları olduğu için örneğimiz Cemal Süreya’dan olacak:

Madalyonunu ve boncuğunu

İttim içeri,

Gözlerimizin dibi karıştı

Dağyollarının uzak dumanı gibi.

SELAM OLSUN

Sezginin, duyuşun, aklın dilini bulmak, bulduğunu şiirleştirmek noktasında açtığı kanalla yeni ve öncü olmuş bir şairdir Dağlarca. Öyle bir şiir kurmuştur ki asla okuyup bittiğinde, istenilse bile aynı şiirde başlanılan yere, başa dönmek mümkün değildir. Sonsuza açılan sarmallık söz konusudur. Şiirleri, onun arzuladığı, bağlandığı varlık kazanma ve sonsuzlaşma anlayışının ve arayışının uygulamasıdır adeta. Cemal Süreya’nın dizeleriyle bitirelim:

Fazıl Hüsnü diyor ki, ne diyor Fazıl Hüsnü?..

Keşke yalnız bunun için sevseydim seni

Saygıyla selamlıyoruz…


Enver Topaloğlu: Türk dili ve edebiyatı öğrenimi gördü. Birçok sanat edebiyat dergisinde şiirleri yayımlandı. Altı şiir kitabı bulunuyor. Cumhuriyet gazetesinde 1993 – 2015 yılları arasında düzeltmen olarak çalıştı. Emekli oldu. Gazete Duvar’da yazarlığa başladı. Beş yıl süreyle cumartesi günleri modern Türkçe şiiri odak alan yazılar yazdı. 10 Eyül 2022 tarihinde Artı Gerçek’te başladığı köşe yazarlığını sürdürüyor. Topaloğlu 2017’den bu yana İzmir’de yaşıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Enver Topaloğlu Arşivi