Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Günah keçisi olarak mevcut anayasalar

AKP’nin belirlediği gündem ve söyleme esir düşmeden, gerçekten özgürlükçü ve çoğulcu demokratik bir anayasa için durmaksızın tartışmak, mücadele etmek ve yeni anayasa hazırlıklarına devam etmek gerekiyor.

1960’lardan günümüze Türkiye’de hep iktidarlar tarafından gündeme getirilen yeni anayasa meselesi, çoğu zaman mevcut anayasanın eksikliklerine, kusurlarına ve bu nedenle yol açtığı yönetim sorunlarına dayandırılır. Böylelikle yeni anayasa propagandasının en büyük dayanağı, mevcut anayasanın günah keçisine dönüştürülmesiyle olur. Bu mantıkla, “yaşanan sorunların ve özellikle krizlerin çözümünün ancak yeni bir anayasayla mümkün olacağı” anlayışı, yani “çözüm veya kurtuluş olarak yeni anayasa” efsanesi, mevcut anayasanın günah keçisi olarak damgalanmasıyla mümkün hale gelir.

Oysa 1960 öncesine baktığımızda, farklı bir süreçle karşılaşırız.

****

İlginçtir, ‘devrim’ olduğu konusunda sağlam konsensüs bulunan II. Meşrutiyet’in ilanı (1908) sonrasında bile gündem ‘yeni anayasa’ değil, yapılan çoğu radikal değişiklikler aracılığıyla (30 yıldır askıda olan) 1876 Anayasasının revizyonu olmuştur. Daha doğrusu mevcut anayasanın iyileştirilmesi veya geliştirilmesi yeterli görülmüştür. Nitekim yeni dönemin daha ilk yılında gündeme gelen 1876 Anayasasının kusurları ve özellikle eksiklikleri, yeni anayasa yapımını değil, anayasada sadece değişiklikler yapmayı (revizyonu) gündeme getirmiştir.

Bu bağlamda, özellikle 1909 yılındaki radikal anayasa revizyonu meselesini, “anayasalarda yapılan değişikliklerin meseleyi çözmeye yetmeyeceği” ve “kesin çözüm için yeni anayasanın zorunlu olduğu” anlayışına dayanan yeni anayasa efsanesi bağlamında sonraki yazılarda ele alacağım.

****

Diğer yandan, Birinci Dünya Savaşının bölgede yarattığı olağanüstü koşullar içinde 1920-22 arasında Osmanlı’da yaşanan ikili hükümet döneminde, Ankara’daki meclisin kabul ettiği 1921 Anayasası, 1876 anayasanın yerine değil, ‘yanına’ yapılmış ‘paralel anayasa’ niteliğindedir. Çünkü 1921 Teşkilat-ı Esasiye’si 1876 Kanun-ı Esasi’sini ortadan kaldırmamış ve meclis Kanun-ı Esasi’yi 1924 Anayasasına kadar kullanmaya devam etmiştir.

Yani yeni anayasa, eski anayasaya duyulan tepki çerçevesinde belli ideolojik/siyasi çevrelerce önceki süreçte yapılmış propaganda sonucu olarak ortaya çıkmamıştır.

Zaten 1921 anayasası, ancak Kasım 1922’de İstanbul’daki Saltanat ve hükümetin tasfiye edilmesinin ardından ve (savaş sonrası inşa edilen yeni dünya düzeninin gereği olarak) Meclisin ve Ankara’daki yeni devletin 1923 yılında Lozan’da küresel kabulünden sonra, gerçekten meşruluk kazanmıştır.

****

Geçen haftaki yazıda ‘darbe anayasası’ olmaması bağlamında özgünlüğünün altını çizdiğim 1924 Anayasası da yerine geçtiği 1921 Anayasasına karşı ideolojik/siyasi tepki birikimine dayanamaz. Yenilik, meşruluk veya ihtiyaç gerekçesi eskinin ideolojik/siyasi bağlamda reddi üzerine kurulmamıştır.

Bugüne kadar yeterince tartışılmamış olan bu konuyu daha sonra ele alabilmek umuduyla, bu yazının konusu bağlamında, 1924 Anayasasının önemli bir netliği olarak, yapıldığı dönemde önceki anayasalarla ideolojik/siyasi anlamda tepkisellik ilişkisi içinde olmadığı gerçekliğinin altını çizmekle yetinmek ve eklemek isterim: 1924 Anayasası, 29 Ekim 1923 tarihinde yapılan ve Cumhuriyet’in ilanı anlamına gelen anayasadaki değişiklik (anayasal revizyon) aracılığıyla gerçekleştirilen rejim değişikliği sonrasında başarıya ulaşan tekçi rejim inşa sürecinin hem ürünüdür hem de ilanı.

****

Diğer yandan 1961 Anayasası ise -1930’larda ve 1940’larda Mustafa Kemal ile İsmet İnönü önderliğinde CHP tarafından yaşatılmış olan daha acımasız tek parti diktatörlüğü unutularak- 1950’lerde Adnan Menderes önderliğinde Demokrat Parti tarafından yaşatılan parti diktatörlüğüne tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Ancak 1960 askeri darbesine ve 1961 Anayasasına giden süreçte 1924 Anayasası bu sürecin sorumlusu tutulmamış ve bu bağlamda yeni anayasanın yapılmasında eski anayasaya karşı siyasi/ideolojik tepki belirleyici olmamıştır. Muhalifler için 1950’lerin ‘çok partili demokrasi’ deneyiminde Demokrat Parti’nin inşa etmeye çalıştığı parti diktatörlüğünün asıl nedeni, “Ata’nın mirası” olarak görülen anayasanın bu inşa için uygun olması değildir. Daha ziyade, Demokrat Parti’nin anayasanın verdiği gücü suiistimal etmesi asıl sorun olarak görülmüştür.

Nitekim yeni anayasadan en büyük beklentilerden biri, benzer suiistimallerin önünün kesilmesi olmuştur. Bu doğrultuda seçimlerle meclis çoğunluğunu elde etme üzerinden erk sahibi olduktan sonra diktatörlük inşa etmeye çalışacak parti veya hükümetlerin gücünü dengelemek için (zamanla müesses nizam ile ordu-yüksek yargı vesayeti tartışmalarına yol açacak) denge ve denetleme anlayışı yeni anayasa yapım sürecinde temel motivasyonlardan biri olmuştur.

1960’larda ve 1970’lerde iktidarı adeta üstüne tapulayan Adalet Partisi önderliğinde sağcı hükümetlerin başlattığı mevcut anayasayı günah keçisi olarak gösterme çabası, 1961 Anayasasının (geçen hafta sözünü ettiğim “darbeciler tarafından yapılmış” olduğu gerçekliğinin ötesinde) fazla sosyal (‘sosyalizan’) ve bu topluma göre fazla özgürlükçü olması inancına dayanmaktaydı.

Yeri geldiğinde hürriyetçilik ve sivilcilik iddiasında bulunan 1980 öncesi sağının çarpık liberalizmi, (askeri vesayet karşıtlığının yanı sıra) ‘serbest’ piyasa yanlılığı ile sınırlıydı. Kısaca, sermeyenin fütursuzca palazlanmaması için gerekli koşulların yaratılması adına sınıf mücadelesi başta olmak üzere tabandan gelecek hak ve özgürlük mücadelelerini tehdit olarak görmekteydi.

Nitekim 1961 Anayasası, meclis ve hükümet üzerinde vesayet kurulması sonucunu yarattığı kadar, sınıf mücadelesi başta olmak üzere her türlü hak ve özgürlükler mücadelesinde önemli bir sıçramanın da önünü açmıştır. 1961 Anayasasını günah keçisi olarak kullanan sağın görmezlikten geldiği bu mücadele giderek, daha çok meclis ve hükümetin otoriterleşme olasılığı karşısında önemli bir denge ve denetim mekanizması oluşturmaktaydı.

****

Öte yandan 1990’lardan itibaren yine sağcı partilerin gündeme getirmeye başladığı 1982 Anayasası karşıtlığı ve bu bağlamda yeni anayasa çağrıları ise çok daha farklı ve karmaşık bir nitelik taşır.

Özellikle 21. yüzyılın başında hükümeti ele geçirmekle yetinmeyerek, yüzyılın ilk çeyreğinde tedricen devletin tam kontrolünü eline daha çok alan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 1982 Anayasası eleştirileri, iktidarının ilk on yılında anayasanın (yine geçen hafta sözünü ettiğim “darbeciler tarafından yapılmış” olduğu gerçekliğinin ötesinde) toplum için fazla sınırlayıcı ve baskıcı olduğu argümanına dayanmaktaydı. Bu özgürlükçü ve çoğulcu tepki, 2010’lara kadar sağ ve sol liberaller tarafından da paylaşılmaktaydı.

****

Diğer yandan sol siyaset, başından beri 1982 darbesinin birçok kurumuna karşı olduğu gibi, anayasasına karşı da tutarlı ve radikal bir karşı duruş sergilemiş ve günümüze kadar bu tutumunu tutarlı bir şekilde devam ettirmiştir. Ancak dönemin küresel konjonktürüne uygun olarak solcular ve solculuk bu dönemde iktidardan mümkün mertebe uzak tutulmuş, bu nedenle 1990’larda farklı özgürlükçü sol çevrelerin alternatif yeni anayasa kampanyaları ve hatta taslakları da maalesef yeterince dikkat çekmemiş ve unutulmaya terk edilmiştir.

****

İktidarının ikinci on yılında Adalet ve Kalkınma Parti’sinin 1982 Anayasası konusundaki eleştirileri ve revizyon girişimleri, darbe anayasanın kısıtlayıcı yönlerini törpülemekten veya anayasaya dayanan vesayet kurumlarını tasfiye etmekten ziyade, anayasanın belki de (kağıt üzerinde de olsa) en demokratik özelliğini oluşturan güçler ayrılığı ilkesini mümkün olduğunca zayıflatma amacını taşımıştır.

Nitekim, (sonraki yazılarda göreceğimiz üzere) AKP döneminde defalarca değiştirilen 1982 Anayasasında, özelikle 2017 yılındaki değişiklikler sonucu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne (yani ‘Türk-tipi Başkanlık’ sistemine) geçilmiş olması, AKP-MHP iktidar blokunun anayasa ve genel olarak demokrasi konusundaki gerçek tutum ve davranışını ortaya koymuştur.

****

Bazen mevcut iktidarların çaresizliği nedeniyle, ancak çoğu zaman daha fazla erk elde etme hedefiyle, anayasaların bağlayıcılığından/sınırlayıcılığından kurtulma söylemiyle gündeme gelen mevcut anayasaların günah keçisi haline getirilmesi meselesi hakkında söyleyeceklerimi burada tamamlarken, çok önemli bir gerçekliğe daha dikkat çekmek isterim: Aslında 1961 ve 1982 Anayasalarının günah keçisi ilan edildiği 1960-80 arası dönem ile 1990 sonrası dönemde, aslında söz konusu anayasalar küçük ve büyük revizyonlar aracılığıyla çoktan ‘eski anayasa’ olmaktan çıkmıştır!

1990-2010 arası dönemde geçirdiği revizyonlar nedeniyle hükümet ve sivil toplum üzerindeki sınırlayıcılık özellikleri büyük oranda törpülenen 1982 Anayasasında, asıl 2010 sonrası yapılan ve özellikle 2017 yılında ‘Türk-tipi Başkanlık’ sistemini getiren revizyonlar sonucunda, hükümet üzerindeki sınırlamalar (denge ve kontrol mekanizması) büyük oranda ortadan kaldırılmıştır. Ancak bu adımlar, bu sefer de toplum üzerinde (diktatörlüklere layık) kontrol ve baskı için uygun ortamı oluşturma amacıyla atılmıştır. Bu süreci, Osmanlı ve Türkiye anayasalarında revizyonlar tarihi kapsamında gelecek yazılarda daha kapsamlı olarak ele alacağım.

Ancak, bu süreçte bir yandan da anayasanın ve yasaların sınırlayıcılığını umursamadan mevcut siyasi gücün zaten de facto olarak neredeyse her istediğini yapabilmesi gerçekliği, tek meselenin anayasa içeriği/metni olmadığını, anayasa ve yasaların yorumu ve uygulamasının da pratikte merkezi konumda olduğunu bir kez daha göstermiştir.

****

Tüm bu gerçekliklerin yanında şunu da belirtmek gerekir ki özellikle son yıllardaki revizyonlarla iyice demokratik özelliğini yitiren 1982 Anayasasının yerine katılımcı bir süreç sonuncunda daha özgürlükçü ve çoğulcu bir yeni anayasa yapımı, elbette bugün muhalefet başta olmak üzere siyasetin ve sivil toplumun önünde halen en büyük görevlerden biri olarak durmaktadır.

Bu doğrultuda, AKP’nin belirlediği gündem ve söyleme esir düşmeden, gerçekten özgürlükçü ve çoğulcu demokratik bir anayasa için durmaksızın tartışmak, mücadele etmek ve yeni anayasa hazırlıklarına devam etmek gerekiyor.

Bunun için de öncelikle anayasalar tarihiyle ve genelde anayasa meselesiyle ilgili efsaneleri sorgulamaya ihtiyaç var.

Tarih Terslerinde bu sorgulama devam edecek…


Bülent Bilmez kimdir?

Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bilmez Hocadan Tarih Tersleri Arşivi