Hamit Bozarslan: Başka bir halkı ezen halk özgür olamaz

Ortadoğu uzmanı Prof. Hamit Bozarslan’a göre Filistin’de sol hareketler çöküp yerlerini İslamcılara bırakırken, İsrail’de de sivil çözüm toplumunun yerini askeri çözüm toplumu aldı. Bozarslan, Hamas’ın “Hübris Sendromu”yla hareket ettiği görüşünde.

Öngörülemezlik, Ortadoğu’nun mayın tarlası. 7 Ekim’de Hamas’ın başlattığı Filistin-İsrail savaşının giderek İran ve Hizbullah’ı da içine alarak genişlemesi, ABD başta olmak üzere küresel ve bölgesel aktörlerin de buna dahil olması tehlikesi hâlâ orta yerde duruyor.

Gazze’de katliamlarına devam eden Netanyahu yönetimi ise İsrail toplumunu da hiç olmadığı kadar militarize ediyor, zaten uzun yıllardır can çekişmekte olan “sivil çözüm toplumunu” tamamen yok ediyor. 7 Ekim’deki Hamas “özgüveni” ise İsrail’in katliamlarıyla çoktan unutulmuş görünüyor.

Savaşı her iki tarafın eşit şartlara sahip olmayan egemenlerinde ve toplumlarında yaşanan tarihsel dönüşümün bağlamına oturtmadan anlamak mümkün görünmüyor.

Kırk yıldır Ortadoğu’yu mercek altına alan tarihçi ve siyaset bilimci Prof. Hamit Bozarslan’la dün ilk bölümünü yayınladığımız söyleşimizin aşağıdaki son bölümü Ortadoğu’yu 7 Ekim 2023’e sürükleyen tarihsel bağlamı anlamamız açısından çok önemli tespitler içeriyor…

Söyleşimizin ilk bölümünde Filistin halkının Hamas dışında yeni alternatifler üretmesi gerektiğini söylemiştiniz. Her ne kadar egemen pozisyonda olsa da, apartheid rejiminden nemalansa da, çözümün sağlanabilmesi için İsrail toplumunun da yeni alternatifler üretmesi gerekmiyor mu?

Buna cevabı Karl Marx veriyor: Başka bir halkı ezen bir halk özgür olamaz. İsrail’in 75 yıllık tarihi bunu çok açık şekilde gösteriyor. İsrail zenginleşti; savaş öncesinde İsrail’in milli geliri, kişi başına 55 bin dolardı. Bu, dünyanın en yüksek seviyelerinden birisi. Ama bu milli gelire, askeri güce rağmen İsrail mutlu bir ülke olabildi mi? Filistinlileri ezmek, dışlamak, kolonyal siyaset gütmek İsrail’i güçlendirdi mi? Bu soruların yanıtı kesinlikle hayır. Tamamen korku içinde yaşayan, hükmettiği halkın meşruiyetini kabul etmediği için kendi meşruiyetinden de emin olamayan bu sistemin son on yılda nasıl çöktüğünü hep beraber gördük.

NETANYAHU İÇERİDE KLEPTOKRASİYİ MEŞRULAŞTIRMAYA ÇALIŞIYOR

Nasıl bir çöküşten bahsediyorsunuz?

İsrail’de yolsuzluk hikâyeleri, kleptokrasinin oluşması, demokrasinin artık işlememesi söz konusu. Netanyahu içeride kleptokrasiyi meşrulaştırmaya çalışıyor. Onun hukuk alanındaki son “reformları” kleptokrasinin meşrulaştırılmasından başka bir hedefe sahip değildi. Fakat 7 Ekim’den itibaren İsrail bütün bu sorunlarını askıya astı ve tümüyle askeri dinamiğe döndü. Şu anda İsrail’i askeri bir blok yönetiyor ve bu blok toplumun çok büyük bir bölümünün desteğine sahip. Bu nereye kadar gider, İsrail toplumunda yeni bir sorgulamaya yol açar mı, bilemiyorum.

Daha önce böyle bir sorgulama olmuş muydu ki?

Birinci İntifada aynı zamanda İsrail toplumunda taşları yerinden oynatmıştı. O dönemde İsrail toplumundaki barış hareketi hiç olmadığı kadar güçlenmişti. Önümüzdeki birkaç yılda buna benzer bir hareket ortaya çıkar mı, bilemiyorum. Fakat az önce de söylediğim gibi, başka bir halkı ezen bir halk mutlu da, özgür de olamıyor.

İSRAİL’DE SİVİL ÇÖZÜM TOPLUMUNUN YERİNİ ASKERİ ÇÖZÜM TOPLUMU ALDI

Şu anda Binyamin Netanyahu’nun başkanı olduğu aşırı sağcı Likud Partisi (Ulusal Liberal Hareket) 1973 yılında Menachem Begin ve Ariel Sharon tarafından kuruldu ve sadece dört yıl sonra, 1977’de büyük bir zaferle iktidara geldi ve belli dönemler haricinde de gücünü hep korudu. Bu İsrail toplumunun “askerileşmesinin” tarihine, mevcut sağcılığa, militarizme dair bize ne anlatıyor?

Bu ivme sürekli ve istikrarlı olmadı. Mesela 1992 seçimlerinde Yitzhak Rabin liderliğindeki İsrail İşçi Partisi yeniden iktidara gelebilmişti. Rabin’in de 4 Kasım 1995’te İsrailli bir radikal sağ militanı tarafından öldürüldüğünü unutmayalım. 1990’ların başında Likud hareketi tamamen tıkanmıştı ve ivme soldan yanaydı. Daha sonrası için araştırmacı Uri Ben-Eliezer “İsrail’de ikili toplum arasında bir mücadele vardı” diyordu. Sivil çözüm toplumu ile askeri çözüm toplumu arasındaki bir mücadeleden bahsediyoruz. 1995’te Rabin’in öldürülmesi, onun yerine geçen Shimon Peres’in kesinlikle bir barış perspektifine sahip olmaması, intihar eylemlerinin 1996’dan sonra başlayıp 1990’ların sonuna doğru yoğunlaşması, 2001’de ABD’de yaşanan 11 Eylül saldırısı İsrail toplumundaki eğilimin dönüşümünü anlamak açısından önemli. Ayrıca bütün bu sürece Avrupa’da da, İsrail’de de solun çöküşünün eşlik etmesi söz konusu. Avrupa’da siyasi sınıflar ya çöküyor, ya radikal sağa kayıyor veya ciddi siyasi krizler nedeniyle yeni alternatif siyasetlerin oluşması çok zorlaşıyor. Batı demokrasilerinde yaşanan krizle İsrail’de yaşanan kriz arasında da bir ilişki var. Bu ilişki aynı zamanda İsrail’de sivil çözüm toplumun yerini askeri çözüm toplumunun almasına yol açıyor. Aslında bu konuda İsrail’i içeren ve ama onu aşan bir araştırmanın çok boyutlu olarak yapılması gerekiyor.

HAMAS ‘HÜBRİS SENDROMUNA’ KAPILDI

Söyleşimizin ilk bölümünde Hamas’ın aynı zamanda taktiksel ve stratejik bir hata yaptığını söylemiştiniz. Sizce Hamas, İsrail’in bu kadar yıkıcı bir yanıt vermeyeceği veya İran dâhil bölge devletlerinden kendisine büyük destek alacağı yanılsamasına kapılmış olabilir mi?

Sanırım Hamas açısından kendisine tanrısal bir güç atfetme, “Hübris Sendromu” da söz konusu. Antik Yunanlılar Hübris’ten çok korkar ve onun Nomos’la, yani mutedillikle dengelenmesi gerektiğini düşünürlerdi. Nomos’la dengelenmeyen Hübris’in kaçınılmaz olarak Nemesis’i, tanrıların intikamını getireceğine inanırlardı. 7 Ekim’in arkasındaki unsurlardan biri sanırım böyle de okunabilir. Oysa söyleşimizin ilk bölümünde de ifade ettiğim gibi Filistin’in, İsrail’in, dünyanın tarihi 72 saate indirgenemez. O yüzden birçok araştırmacı 7 Ekim’i 1973’teki Yom Kippur Savaşı’yla karşılaştırma yaptı.

Ne olmuştu Kippur Savaşı’nda?

6-25 Ekim 1973’te Mısır ve Suriye’nin öncülük ettiği, Arap devletlerinin İsrail’e karşı savaşında ilk üç gün Arap orduları muzaffer olmuştu. Ama ondan sonra İsrail’i durdurmak ancak ve ancak Leonid Brejnev’in (Eski Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri) ültimatomu sayesinde mümkün olabilmişti.

İSRAİL YENİ BİR SOSYALİST MODEL OLARAK DÜŞÜNÜLMÜŞTÜ

Avrupa ve ABD açısından İsrail Ortadoğu’da ne anlama geliyor?

İsrail pek çok parametrenin yanı sıra Avrupa ve ABD açısından sembolik bir manaya da sahip. Batı açısından İsrail, Avrupa tarihinin, Holokost’tan kaynaklı vicdan azabının bir devamı olarak görülüyor. Eğer Holokost olmasaydı belki yine de bir İsrail devleti olurdu ama bu kadar desteklenmeyecekti. Ayrıca her şeye rağmen İsrail’in demokratik bir ülke olduğu algısının yayılması, Ortadoğu’da Arap olmayan bir ülke olması ve Batı’yla organik ilişkilerinin bulunması bu desteğin arkasındaki dinamiklerden biri. Şu anda İsrail nüfusu içinde Rusya ve Kuzey Afrika’dan gelmiş olan Yahudiler ağırlıkta ama İsrail Avrupalılar tarafından kuruldu. Avrupa’nın mahkum ettiği, dışladığı, fakat aynı zamanda Avrupai bir kültüre sahip olan bir Yahudi elit tarafından oluşturuldu İsrail. Üstelik İsrail’in ilk oluşumunda öne çıkan fikir sekülarist ve sosyalist bir ülke olmasıydı. Yani İsrail sosyalizme karşı olan bir ülke değil, yeni bir sosyalist model olarak düşünülmüştü. İsrail’in şeceresine baktığımızda Bund’a (1897’de Litvanya, Polonya ve Rusya, Polonya ve Litvanya’da kurulan Yahudi İşçi Birliği) kadar gidiyoruz. Bund, Avrupa’daki sosyalist milli akımların sonuncusu olarak tanımlanabilir. Bund hiçbir Avrupa devletleri tarafından desteklenmiyordu. Aksine, radikal sosyalist bir hareketti.

AVRUPA RADİKAL SAĞINDA ANTİSEMİTİZM BİTMEDİ; İSRAİL’İ DESTEKLEYEN AVRUPA SAĞI VE SOLU

Avrupa’daki radikal sağın İsrail’e yaklaşımı nasıl?

Avrupa radikal sağında antisemitizm bitmedi. Avrupa’nın gerçek radikal sağı her şeyden önce antisemitisttir. Avrupa sağında İslamofobi de çok yaygın ama “Müslümanlar kendi ülkelerinde kalsınlar” yaklaşımı hakim. Oysa antisemitizm, Yahudiliğin yok edilmesini hedefliyor.

Yani şu anda Avrupa aşırı sağı İsrail’i desteklemiyor mu?

Şu anda İsrail’i destekleyen Avrupa sağı ve Avrupa “solu”. Radikal sağın ise bir kısmı antisemit. Filistin aktörleri bunu anlamakta güçlük çekiyorlar. Zaten Hamas’ın bunu anlamak gibi bir derdi yok. 25-30 yıl öncesinde Avrupa’da sol İsrail’e karşı olmadan Filistin’i destekleyen bir soldu. Sağ ise genellikle İsrail’i destekliyordu. Şu anda hem sağ hem de sol kanatta Filistin’i destekleyenlerin sayısı oldukça azaldı. Fransa sağı içinde tarihsel olarak önemli Yahudi figürler var zaten. Mesela Holokost’tan sağ çıkmış Yahudilerden Simone Veil, sağcı ama aynı zamanda Fransa’da kürtaj hakkını meşrulaştıran, kadın hakları savunucusu, hümanist bir bakandı. Yani sağ derken illa radikal sağdan bahsetmiyoruz.

İSRAİL’İN İSLAMCI HAREKETLERİ DESTEKLEDİĞİ AÇIK AMA HAMAS’I İSRAİL YARATMADI

Son günlerde Filistin’deki cihadist hareketlerin, Hamas’ın güçlenmesinin arkasında İsrail’in olduğuna dair çok sayıda makale yayınlandı. Uluslararası meşruiyeti olan Filistin davasının bu şekilde kriminalize edilmek istendiği söyleniyor. Filistin’deki sol, enternasyonalist hareketler nasıl oldu da yerlerini cihadist hareketlere bıraktı?

İsrail’in İslamcı hareketleri desteklediği açık. Fakat Hamas’ı İsrail’in yarattığına dair komplo teorilerine itibar etmemek gerekiyor. Ben 1986-87’de öğrenciyken üniversitemize gelen İsrailli bir profesöre “niye Hamas gibi bir hareketi destekliyorsunuz” diye sormuştuk. “Belki dindar gruplar olarak birbirimizi daha iyi anlarız ve İslam zaten itaat dinidir, siyasete bulaşmaz” demişti. İsrail elbette Filistin hareketini bölmeye çalıştı ama Hamas veya İslami Cihad, İsrail tarafından değil, Filistin’deki iç dinamikler üzerinden ortaya çıktı.

1980’LERDE ŞİİLER ‘YAKIN CİHAT,’ SÜNNİLER ‘UZAK CİHAT’ TEORİSİNİ BENİMSEDİ

O iç dinamikler nelerdi?

Bunu anlamak için 1979 koşullarına dönüp bakmak gerekiyor. O yıl İran’da İslam Devrimi gerçekleşti ve sol çöktü. Keza aynı yıl Mısır, Arap devletleri tarafından ihanet olarak kabul edilen bir anlaşmayla İsrail devletini tanıdı. Üçüncüsü Afganistan’ın SSCB tarafından işgal edilmesi ve bunun sonucu olarak Ortadoğu’da enternasyonalist solun çökmesi. Ardından Filistinli bir cihat teorisyeni olan Abdullah Azzam’ın Afganistan’a gitmesi ve oradaki direnişi örgütlemesi… Bütün bunlar Ortadoğu’da solun çökmesi ve bir çok İslamcı hareketin yükselmesini beraberinde getirdi. Bu dönemle ilgili çok önemli bir çalışma yapan Bernard Rougier, 1980’lerin başında İslamcı hareketin yükselişte olduğunu ama stretejik bir ortaklık içinde olmadığını söylüyor. Bernard Rougier, Şii cihadi hareketlerin “Yakın Cihat Teorisini” kabul ettiklerini ve Hizbullah’ın bunun bir sonucu olduğunu söylüyor.

Ne demek “Yakın Cihat Teorisi”?

“Sahadan ayrılmıyoruz; bu sahada örgütleneceğiz ve Şiilerin organik bir toplum, askeri, iktisadi, ritüel bir toplum haline gelmesini sağlayacağız.” Bernard Rougier, El Kaide’nin fikir babası olan ve büyük ihtimalle Bin Ladin tarafından öldürülen Abdullah Azzam’ın da dahil olduğu Sünni cihadi aktör ve hareketin ise “Uzak Cihat Teorisini” benimsediğini ve bunun üzerine savaşmak için Afganistan’a gittiklerini belirtiyor.

Filistin’den mi gidiyorlar?

Ortadoğu’nun birçok ülkesinden, özellikle de Arap ülkelerinden. Ama Balkanlar’dan, Türkiye’den ve Kürdistan’dan gidenler de var. Yakın-Uzak Cihat teorileri aynı zamanda Filistin hareketlerinin gelişmesini de açıklıyor. Bir yanda klasik Filistin Kurtuluş Hareketi, diğer yanda Abdullah Azzam’a bağlı olan eski Müslüman Kardeşler’in gelişimi var. Hamas’ın oluşması ve radikalleşmesi, cihadi bir perspektife dönüşmesi, daha sonra İslami Cihad hareketinin ortaya çıkması 1984, 1985, 1986 yıllarında, bu koşullarda gerçekleşti.

2007’DE HAMAS’IN GAZZE’YE EL KOYMASINA İSRAİL’İN PEK BİR İTİRAZI YOKTU

Peki Filistin Kurtuluş Örgütü gibi seküler ve o dönem için başı çeken yapılar nasıl oldu da cihadist hareketlerin gerisine düştüler? Daha da ötesi Filistin toplumu seküler hareketleri desteklerken nasıl oldu da cihadistlere kaydı?

Bunun bir yığın nedeni var ama her şeyden önce kamplar… Lübnan’daki kamplarda Suriye’nin geliştirdiği manevralar; bazen bir hareketi, bazen diğer hareketi desteklemesi, Hizbullah’ın belli aralıklarla yaptığı destekler belirleyici oldu. Sonuç itibariyle klasik Filistin hareketinin tükenmesi Hamas’a yol açtı ama Hamas’ın güçlenmesi bir anda olmadı. Oslo Barış Görüşmeleri’nin yarattığı zafer sarhoşluğu, iyimserlik; Oslo sürecinin çökmesi ve sonrasında Filistin liderliğinin tam bir meşruiyet kaybına uğraması, Filistin liderliğine karşı olan Hamas’ın giderek güçlenmesine yol açtı. Öte yandan Hamas’ın Filistinliler içinde ne kadar yer tuttuğunu aslında bilmiyoruz. Çünkü 2007’den beri Filistin’de bir seçim olmadı. Filistin’de kim meşru, kim bir temsil gücüne sahip, bunu kesinlikle bilemiyoruz. Hamas’ı Gazze’de belirleyici güç haline getiren tamamen silah gücü oldu. “Biz bu toprağa el koyuyoruz, burası bize aynı zamanda silah gücünün de aktığı bir alan; burada artık Filistin liderliğinin bir yeri ve meşruiyeti yok” dedi Hamas. O yüzden Gazze’nin Hamas tarafından gasp edilmesi söz konusu.

İsrail’in buna bir itirazı oldu mu hiç?

2007’de Hamas’ın Gazze’ye el koymasına İsrail’in pek bir itirazı yoktu. Çünkü bu aktörü kontrol edebileceğini, belki müzakere yürütebileceğini düşünüyordu İsrail. Ama 2006’da, 2007’de roket teknolojisi bu kadar “demokratikleşmemişti.” Yani Hamas’ın elinde roket oluşturma teknolojisi yoktu. Hamas’ın o koşullarda İsrail’i tehdit edebilmesi söz konusu değildi. 2006-2007 aynı zamanda İkinci İntifada’nın, intihar saldırılarının sona erdiği dönemdi. İsrail Hamas’tan ziyade Hizbullah’a odaklanıyordu. İsrail açısından Hamas’ın bir tehlike oluşturabileceğine dair algı ancak 2008 sonrasında oluştu. Öte yandan tarihsel antropolojik nedenlerle Filistin liderliği Gazze’de çok zayıf bir tabana sahipti.

BATI ŞERİA’YLA, KUDÜS’LE GAZZE’NİN SOSYOLOJİK, ANTROPOLOJİK YAPISI AYNI DEĞİL

Tarihsel antropolojik nedenlerden kastınız ne?

Unutmayalım ki, bir süre Mısır tarafından yönetilmiş olan Gazze’nin Sina’yla devamlılığı var. Batı Şeria’yla, Kudüs’le Gazze’nin sosyolojik, antropolojik yapısı aynı değil.

Kimi değerlendirmelere göre Hamas’ın 7 Ekim operasyonu aynı zamanda sıranın kendisine geleceğini düşünen İran’ın ABD ve İsrail’e karşı Çin ve Rusya’yı sahaya çağırmak üzere iteklediği bir hamle…

Hemen söyleyeyim; bu konuda bir bilgim yok ve İran’ın bu işin neresinde olduğunu bilemiyorum. İran’ın doğrudan doğruya sahaya gireceğinden, Hizbullah’ın bütün gücünü seferber edeceğinden de pek emin değilim. Elbette ABD’nin bölgede zayıflaması hem Rusya hem de Çin’in arzusu. Ama mevcut koşullar beraberinde bunu getirir mi, yoksa tam tersine ABD’nin bölgedeki gücünü daha da artırmasını mı sağlar? Öngöremediğim konulardan biri de Körfez Ülkeleri’nde ne olacağı. Fakat şunu da unutmayalım ki, şu anda İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamlara yönelik çok büyük tepkiler gösteren Arap ülkeleri, belki de üç ay sonra, bugün ne olacağını bile hatırlamayacak veya gündemine almayacak.

ORTADOĞU’DA ABD’NİN ASKERİ VARLIĞI AZALMAYACAK, ARTACAK

Neden?

Ortadoğu’da Filistin’le dayanışma her zaman son derece zayıftı. Filistin’le dayanışmanın en yoğun olduğu zaman Birinci İntifada dönemiydi. Fakat ne ondan önce ne de sonra öylesi bir mobilizasyona tanık olduk. Dolayısıyla değerlendirme yaparken çok dikkatli olmak gerekiyor; üç hafta, üç ay sonra bugün, Arap ülkelerinden İsrail’e gösterilen tepkiler çok daha azalmış olabilir. Ayrıca en azından şu aşamada Hizbullah’ın, İran’ın sürecin seyrini değiştirecek bir müdahale içinde olmadıklarını görüyoruz. Çünkü ikisi de varlıklarını tehlikeye sokmak istemiyor.

Netanyahu’nun ilk günlerdeki açıklamalarına bakılırsa, İsrail’in İran’a ve Hizbullah’a yönelmesi söz konusu olabilir…

Anlayabildiğim kadarıyla şu aşamada İsrail açısından hedef Hizbullah değil. Ama yarın Gazze’yi yerle bir etmiş olan bir İsrail, bununla yetinir mi, yoksa ikinci bir aşama olarak Avrupa ve ABD’nin tiksindiği ve yok olmasını istediği Hizbullah’a yönelir mi, öngöremiyorum. Ama şunu görüyorum ki, Ortadoğu’da ABD’nin askeri varlığı azalmayacak, artacak.

1980’LERDE AFGANİSTAN’A KAYAN İSLAMİ HAREKETLER ŞU ANDA KARA AFRİKA’YA KAYDI

Üçüncü Dünya Savaşı’nın eşiğinde olduğumuza dair felaket senaryoları da çiziliyor. ABD’nin Ortadoğu’daki askeri varlığı, Asya-Pasifik’teki gelişmeler, henüz askeri olarak bir hamlede bulunmasa bile Çin’in de hızla silahlanması, Ukrayna batağına saplanmış görünse de Rusya’nın büyük hedefleri orta yerde duruyor. 7 Ekim’den sadece bir hafta önce söyleşi yaptığımız Prof. Evren Balta, şu aşamada askeri değil, ticari savaşların yaşandığını söylerken, bir anda Filistin meselesi patlak verdi. Büyük resme bakıldığında siz ne görüyorsunuz?

Şu ne sosyolojik ne de tarihsel bir kural ama, Ortadoğu’da her on yılda bir tesirleri yıllara yayılan olaylar dizisi yaşanıyor. 1979’dan beri bunu takip ediyorum; her on yılın başında Ortadoğu’daki farklı ülkelerde birbirlerini etkileyen ve bir sonraki on yılın başında meydana gelecek olayları da belirleyen gelişmeler yaşanıyor. Fakat öngörülemezlik faktörü Ortadoğu açısından asla gözardı edilmemeli. Tarihsel olarak da baktığımızda 1967’deki 6 Gün Savaşları’nı, 1979 İran İslam Devrimi’ni ve SSCB’nin Afganistan işgalini, 1980-88 İran-Irak savaşını, ABD’nin Afganistan savaşını, Lübnan savaşının hızlanmasını, Saddam’ın Kuveyt işgalini, 1991’deki Körfez Savaşı’nı, 11 Eylül 2001’deki ABD saldırılarını, 2010 Arap İsyanları’nı kimse öngörememişti. 7 Ekim’de başlayan İsrail-Filistin savaşının da sadece bu bölgeyle sınırlı kalıp kalmayacağını, bunun başka ülkeleri nasıl etkileyeceğini şu anda öngöremiyoruz. Ama şu anda en hassas bölgelerden birisi Tunus. Tunus’taki gösteriler aynı zamanda tıkanmış bir toplundaki gösterilerdir. Seküler yapıların toplumun bir kısmı tarafından reddedildiği, İslamcı hareketlerin oldukça güçlendiği, parlamentonun artık var olmadığı, siyasi sınıfın tümüyle çöktüğü bir Tunus’tan bahsediyoruz. 1979’dan itibaren İslami hareketin Ortadoğu’dan Afganistan’a kaydığını görmüştük. Son birkaç yıldır İslami hareketin Kara Afrika’ya kaydığını görüyoruz. Dolayısıyla ortada öngörüyü, “bu iş şuraya varacak” demeyi zorlaştıran sayısız faktör söz konusu.

ORTADOĞU’NUN BU NOKTAYA VARMASINDA EN ÖNEMLİ ROLÜ ÜSTLENEN ÜLKELERDEN BİRİ İRAN, DİĞERİ DE TÜRKİYE

İsrail-Filistin meselesinde Türkiye nasıl bir yerde duracak ve bu süreç Türkiye’nin Rojava politikasını nasıl etkileyecek?

Türkiye’nin Rojava’da çıplak şiddetini azaltan veya engelleyen esas unsur ABD’nin baskısı ve İran ile Rusya’nın da Türkiye’nin daha fazla ilerlemesini istememesi. Fakat son birkaç yıldır art arda gelen çıplak şiddetle karşı karşıyayız. İlki Rusya-Ukrayna savaşı, ikincisi Karabağ’da Ermenilere yapılan etnik temizlik ve şu anda da İsrail-Filistin’deki savaş. Türkiye de Afrin’de bu çıplak şiddeti rahatlıkla uygulamıştı ve orada da ciddi bir etnik temizlik yapılmıştı. Türkiye’nin Rojava’da bundan sonra yapıp yapmayacakları ABD’nin, İran’ın ve Rusya’nın iradesine bağlı olacak. Türkiye’nin Filistin meselesinde nerede durduğu konusuna ise değinmek bile istemiyorum. Bence Filistin meselesinin Türkiye ve İran dışındaki aktörlerden yola çıkılarak ele alınması daha mantıklı olur. Türkiye ve İran Ortadoğu’da yırtıcı bir politika izleyen aktörler. Ortadoğu’nun, mezhep savaşlarının, milis olgusunun bu noktaya varmasında en önemli rolü üstlenen ülkelerden birisi İran, diğeri de Türkiye. 2010’dan itibaren her iki ülkenin de oynadığı yırtıcı, yıkıcı rol, Ortadoğu’nun bugünkü vaziyetinde etkili olmuştur. Tarih her ikisini de çok sert bir şekilde mahkum edecek.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İrfan Aktan Arşivi