Erol Köroğlu
Hem doğru hem kullanışlı bir geçmiş bulunur mu sizde?
Geçen haftaki yazının sonunda James Werstch’in kolektif bellek kavramı yerine, kolektif anımsama demeyi önerdiğini aktarmıştım. Wertsch böylece belleği şeyleştirip durağanlaştırmamıza karşı çıkmış ve bunun yerine anımsamayı, gerçekleştirdiğimiz bir eylem olarak görmemizin önünü açmış oluyordu. Wertsch bu önerisinin ardından da, işleyişe yönelik farklı görüşleri ortaya koyuyordu:
“Wertsch’e göre, kolektif belleğe yaklaşımlarda iki ana grup söz konusudur: Güçlü yaklaşım ve dağıtılmış yaklaşım. Güçlü yaklaşım, bir topluluktaki bireylerin zihinlerinin üzerinde ve ötesinde duran bir kolektif zihin ya da bilinci öngörür. Dağıtılmış yaklaşım ise, geçmişe yönelik bir temsilin topluluğu oluşturulan bireyler arasında dağıtılmış olduğunu ama bunun bir kolektif zihin tarafından gerçekleştirilmediğini düşünür. (s. 21) Wertsch ancak ikinci yaklaşımın savunulabileceğini söyler.”
KOLEKTİF ANIMSAMA METİNLERİ
Geçen hafta kaldığımız noktadan hareket ettiğimizde, yine bellekle ilgili farklı anlayışlarla karşılaşırız. Örneğin bir görüş, kolektif belleğin homojen olduğunu ve gruptaki her bireyin aynı geçmiş temsilini paylaştığını savunur. İkinci bir görüş, geçen haftanın yazısında adı geçen antropolog Bastide’in yaklaşımında olduğu gibi, “tamamlayıcılığı” savunur. Buna göre, bir grubun farklı üyeleri farklı bakış açılarına sahip olabilir ve farklı şeyler anımsayabilir ama sonuçta bütün bunlar tamamlayıcı parçalardan oluşan eşgüdümlü bir sistem içerisinde var olurlar. Wertsch üçüncü bir yaklaşımı ise, “rekabete açık dağıtım” olarak adlandırır. Burada geçmişin temsili rekabet ve çatışma üzerinden ortaya çıkabilecektir. (s. 23-24)
Wertsch bu yaklaşımlara ayırt edici katkısını, “kolektif anımsama metinleri” kavramıyla yapar. Anımsamayı tüm grup üyeleri arasında gezinen belirsiz bir bağ olarak düşünmektense, bu gruptaki geçmiş temsilinin ortak metinsel kaynaklarca var kılındığını düşünmek daha anlamlıdır. (26) Gerçi Wertsch etkin özneleri görmezden gelmez. Neticede bu metinleri üretecek olan da, tüketecek olan da onlardır. (s. 172)
Wertsch’in bu katkısı aracılığıyla resmi tarihin ders kitaplarını, devlet adamlarının ulusal bayram ve anma günlerinde yaptıkları konuşmaları ve buna benzer diğer metinleri kolektif anımsama metinleri olarak değerlendirebiliriz. Wertsch bu kavramı açıklarken, edebiyat kuramcısı Mihail Bakhtin’in Diyalojik İmgelem’de tartıştığı “yetkeci” (authoritative) ve “içsel olarak ikna edici” (internally persuasive) söylemler farkına işaret eder. (Bakhtin, The Dialogic Imagination, 1981, s. 342-348)
Bakhtin’e göre dinsel, siyasal ya da ahlakçı olan; babaya, yetişkinlere ya da öğretmenlere ait yetkeci söylem, onu kabul edip kendimizin kılmamızı bekler. Bu durumda iki seçeneğimiz olacaktır: ya tamamıyla kabul etmek ya da tamamıyla reddetmek. Burada pazarlığa yer yoktur. Öte yandan içsel olarak ikna edici söylemde bu türden bir hiyerarşi dayatması yoktur. Konuşmacı diğerleriyle diyaloğa davet edilir çünkü “içsel olarak ikna edici sözün yarısı bizim ve yarısı başkasının/ötekinindir.” Bu açıdan da içsel olarak ikna edici söz, önceden söyleneni kapsayacak ve sonra da değiştirecek bir yanıtın başlangıç noktası ve bir “düşünme aracı” haline gelir. (Wertsch, s. 118-119)
BU ANIMSAMAYI KİM ÇARPITTI?
Bu noktada, anımsamanın doğasında yer etmiş önemli bir kusurdan söz etmeliyiz: çarpıtma. Schudson kusur olarak adlandırdığım bu konuyu şöyle ortaya koyar:
Çarpıtma kaçınılmazdır. Bellek çarpıtmadır çünkü bellek her durumda ve kaçınılmaz olarak seçicidir. Bir görme biçimi aynı zamanda bir görmeme biçimi, bir anımsama biçimi de aynı zamanda bir unutma biçimidir. Eğer bellek bir tür kayıt olsaydı, “doğru” bir bellekten söz edebilirdik. Fakat bellek bir enformasyonu kodlama, bir enformasyonu saklama ve bir enformasyonu stratejik olarak geri getirme sürecidir. Bu sürecin her bir aşamasında da toplumsal, psikolojik ve tarihsel etkiler mevcuttur. (1995, s. 348)
Winter ve Sivan da bu konuda Schudson’la aynı fikirdedirler. Onlar da anımsamanın seçiciliğinden yola çıkarlar ve daha da ileri giderek, bu seçiciliğin, belleğe aktarılacak olayın şifrelenmesinden de önce çarpıtılmasına neden olduğunu iddia ederler. Deneyimin bellekteki izi, en mükemmel koşullarda bile deneyimin tam bir kopyası olamaz. Örneğin bir dizi olay ya da kişi bir taneye indirgenerek anımsanabilir ya da deneyimin bazı yönleri özellikle öne çıkarılabilir.
Deneyim, daha belleğe aktarılırken yeniden yorumlanır. Burada “şema ve senaryolar” (schemata and scripts) etkili olur. Örneğin birey bir deneyimi belleğine işlerken, deneyimin izini “işte benim hayatımın hikâyesi” gibi kişisel ya da “bütün dünya Türklere düşman” gibi ait olduğu kültürden/alt kültürden kaynaklanan şemalara bağlıyor olabilir. (Winter ve Sivan, 1999, s. 13)
GEÇMİŞ NE KADAR DOĞRU, NE KADAR KULLANIŞLI
Öte yandan Wertsch, çarpıtmanın anımsama sürecinin bir parçası oluşunu, belleğin iki işlevi üzerinden açıklar. Wertsch’e göre, belleğe bir yandan geçmişin doğru anlatımını nasıl sunduğu üzerinden yaklaşır ve böylece belleği “doğruluk ölçütü” (accuracy criterion) açısından değerlendirmiş oluruz. Diğer yandan, belleğe “kullanılabilir bir geçmiş” temin etmek, yani şimdiki zamanda geçerli olan bir amaca hizmet edecek olay ve oyuncuları anımsamak için de başvururuz. O zaman bellek aynı anda hem doğru temsil hem de kullanılabilir bir geçmiş talebini karşılamak zorundadır.
Wertsch, bu durumu Lotman’ın “işlevsel ikilik” kavramıyla formüle eder. Birbiriyle çelişir gibi görünse de, anımsama sürecinin geçmişi doğru temsil etmesini ve tutarlı birey ve grup kimliklerinin oluşturulabilmesi için kullanışlı bir geçmiş temin etmesini aynı anda bekleriz. (2002, s. 31) Sürecin bu çapraşık doğasını gözden kaçırırsak, kolektif anımsama süreci ve metinleri ne İsa’mıza yaranabilir ne de Musa’mıza!
Wertsch’in önümüze koyduğu bellek ya da anımsamanın çapraşık doğası meselesi külahı önümüze koyup düşünmemiz gereken noktadır. Bakın, haftalardır yazılarımda doğruluk ölçütünü öne çıkarıyor ve “aileleri katledilen Ermeni çocuklara ne oldu?” ve “neden özellikle 2000’li yılların ulusalcılık ya da ulusalcılıkları Çanakkale’de şehit olmuş çocuk askerler yalanını bu kadar yaygınlaştırdı?” sorularını deşiyorum. Yani bu konulardaki kullanışlı geçmiş uygulamalarını görünür kılıp, sonra da eleştirel akla tabi tutulmasını sağlamaya çalışıyorum. Birinci soru, kullanışlı geçmiş yaklaşımının Türk milliyetçiliğinden kaynaklanan acıları yok sayışını ve ikinci soru da yine milliyetçi eğilimler doğrultusunda son derece sapkın bir militarizmi yaygınlaştırma çabasını görünür kılmaya çalışıyor.
Ne var ki, Wertsch’in dikkatimizi çektiği işlevsel ikilik doğrultusunda, kullanışlı geçmiş inşasına duyulan gereksinimi de bir olgu olarak kabul etmek zorunda kalıyoruz. Nietzsche’nin eleştirel tarihinin bıçağını her an köklerimize sokarak devam edemeyiz. Belirli bir oranda kullanışlı geçmişe, bir tür uzlaşmaya da ihtiyaç olacak. Dert ettiğim konu tam da bu: İşlevsel ikilik doğrultusunda gerçekten de bir denge kurabilir miyiz? Bir ara yol oluşturmak mümkün mü?
BELLEK NE YANA DÜŞER USTA, TARİH NE YANA?
Eğer böyle bir denge, bir ( ya da pek çok) ara yol mümkün olacaksa, öncelikle kolektif bellek ve eleştirel tarih ile bir karşılaştırma, kaçınılmaz bir karşıtlamayı da görmemiz gerekir. Bu konuda Wertsch’in daha yakın tarihli bir başka kitabından, 2021 tarihli Uluslar Nasıl Anımsar? Anlatısal Bir Yaklaşım (How Nations Remember: A Narrative Approach) kitabından yardım alacağım. Wertsch bu kitapta kolektif bellek gibi, bir ulusal bellek kavramı mümkün mü diye araştırıyor. Ve bu sırada, her ne kadar aradaki sınırlar çok katı çizilemese bile, bellek ile tarih arasında bir ayrıma gitmenin gerekliliğinden söz ediyor.
Wertsch’e göre, kolektif ya da özellikle ulusal bellek, öznel bir anlatım sunar ve belirli bir anımsama cemaatinin tekil ve adanmış bakış açısını yansıtır. Özgüveni aşırı yüksektir ve belirsizliğe tahammülü düşüktür. Adeta bilinçli olmayan, ölçüp tartmaya değer vermeyen bir düşünce biçimine sahiptir. Rasyonel ve sorgulayıcı münakaşaya açık değildir. Ona göre olaylar geçmişte kalmamıştır, geçmiş bugünle ilişkilidir. Özel eğitim gerektirmez ve kanıta değil, olayın anlatısına özen gösterir.
Eleştirel ya da analitik tarih ise nesnelliği amaçlar ve çoğul bakış açılarını baştan kabullenir. Kuşkuya açıktır ve ahlaki olan dahil, her türden belirsizliği yola çıkış noktası olarak alır. Düşünme biçimi bilinç ve düşünümselliğe dayalıdır. Mantık ve kanıt temelli rasyonel sorgulamaya dayanır. Ele aldığı olaylara o zaman ve şimdi değil olarak bakar. Kanıt ve mantık normlarına sahip profesyonel bir söylemin parçasıdır. Olayın anlatısına değil, kanıtlara özen gösterir. (s. 83)
Wertsch, ayrımı vurgulamak üzere David Stahel adlı tarihçinin 2009 tarihli Operation Barbarossa and Germany’s Defeat in the East (Barbarossa Operasyonu ve Almanya’nın Doğu’daki Hezimeti) kitabını tartışır. Stahel bu çalışmasında, Almanya’nın II. Dünya Savaşı’nın sonunda Sovyetler’e yenilmesiyle ilgili genel kabulü, arşiv belgeleri üzerinden sorgular ve çürütür. Genel kabul, Almanya’nın kötü hava koşulları ve Sovyet ordusunun cephedeki ezici sayı üstünlüğü nedeniyle yenildiği yönündedir. Oysa Stahel, bu yenilgide Alman üst düzey askeri yönetimin stratejik yetersizliğinin, savaşın gidişatını okuyamayışlarının etkili olduğunu gösterir.
Gelecek hafta, bu ayrımın bizle ilgili nelere işaret ettiğini konuşmaya devam edelim.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.