Celal Başlangıç
Hukuksuz devlet, adaletsiz medya, yumurtasız omlet
Polisler etten duvar örmüş, TOMA'lar, polis otoları binanın çevresini kuşatmıştı.
Eline mikrofonu aldı. Tam konuşacaktı ki birden bire TOMA'ların, polis araçlarının sirenleri kulakları yırtarcasına çalmaya başladı.
"Yazıklar olsun size" dedi, "Yap yap devam et."
Polis çemberinin içinde birkaç yüz destekleyicisi toplanmıştı. Cezaevinden tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilen Furkan Eğitim ve Hizmet Vakfı Başkanı Alpaslan Kuytul'un polis sirenleriyle bastırılan sesini duymaya çalışıyordu.
"Bir sene hapiste yattım. Haksız yere zalimce beni hapse attınız."
Kuytul konuştukça polis sirenlerinin çığlığı daha da yükseliyor. O da sesini yükselterek kendisini dinlemeye gelenlere duyurmaya çalışıyor.
"Yetmedi kendi evime gelmeme engel oldunuz. Şimdi beni karşılamaya gelenleri engelliyorsunuz."
Konuşmayı sürdürdükçe daha çok çalıyordu sirenler.
"Demokrasi diyorsunuz, demokrasiye aykırı davranıyorsunuz. Bir insanın bu kadar engellenmesi normal midir, bu ahlaki midir?"
Durmaksızın çalıyordu hâlâ sirenler. Kuytul'un sesi destekleyicileri tarafından duyulmasın istiyorlardı.
Bugüne kadar sayısız toplumsal olay izlemiş, polisle karşı karşıya gelen, polisin en acımasız biçimde müdahalesine tanık olmuş bir gazeteci olarak böylesini ne görmüş, ne de duymuştum.
Bu toplantıyı yapanlar Kürt olsa, sol/sosyalist muhalifler olsa basıp dağıtıp geçecekti polis kuşkusuz.
Karşısında dini motivasyonu yüksek bir topluluk olduğu için belli ki seçim öncesi "AKP devleti Müslümanlara zulüm yapıyor" dedirtmemek için bugüne kadar ilk kez tanık olduğum bir yönteme başvurmuşlardı.
Bir muhalif yandaşlarına konuşma yapmak istiyor, devletin polisi sirenlerini çalarak sesini bastırmaya uğraşıyordu.
Saray'ın polisi muhalifleri susturmak için kansız ama vahşi bir yöntem geliştirmişti.
Kuytul'la dünya görüşlerimiz çok farklı. Ama bu yapılan zulmü görmeme engel değil.
Zaten sesi polis sirenleriyle bastırıldığı günün gecesi bir yıl cezaevinde yattıktan sonra tahliye edilen Kuytul'un evi basılacak ve yeniden tutuklanacaktı.
Çünkü Kuytul cezaevinden çıkar çıkmaz "Benim dosyam suç dosyası değil, sus dosyasıydı. Ama ben susmayacağım" demişti.
Önce siren sesleriyle sonra tutuklayarak susturmaya çalışıyorlar Kuytul'u.
Eğer muhaliflerin sesi polis sirenleriyle, o da yetmezse Saray yargısının gücüyle bastırılmak isteniyorsa artık hukuksuz devlet olma anlayışıyla karşı karşıyayız demektir.
Polisiyle, yargısıyla devlet hukuk tanımıyorsa, o ülkenin medyası da adaletsiz olur.
İnanmıyorsanız bakın yandaş/yanaşma medyanın son günlerdeki çığırtkanlığına.
Ortalık yıkılıyor; "CHP ve İYİ Parti, HDP ile ittifak yaptı", "Kandil'le uzlaştılar" diye.
Neymiş, HDP yönetimi birkaç büyük kentte aday göstermeme kararı vermiş.
Yandaş/yanaşma gazeteler manşetlere çekiyor, televizyonlarının ekranları toz duman; "Cumhur İttifakı’nın HDP, dolayısıyla PKK ile işbirliğini" konuşuyor. "Analistler" yorum üstüne yorum yapıyor.
AKP’lisi, MHP’lisi, CHP’lisi çeşitli gizli/açık kimlikleriyle ekranlarda.
"HDP’nin iki milyon oyuna talibiz" diyen AKP’li vekile "terörist" demiyorlar ama HDP birkaç büyük kentte aday çıkartmadı diye CHP’yi "Kandil’in yandaşı, Kılıçdaroğlu’nu "Serok" ilan edecekler neredeyse.
HDP’nin, CHP ve İYİ Parti ile gizli ortaklığını sorguluyorlar ancak…
İYİ Parti’nin Iğdır’da HDP kazanmasın diye aday göstermediğini, İYİ Parti’nin aslında Cumhur İttifakı’nın gizli ortağı olduğunu görmezden geliyorlar.
Son üç gündür en çok tartışılan parti HDP.
Ancak yandaş/yanaşma medyanın değil manşetlerinde, satır aralarında, ekranlarında tek bir HDP’li görmek olanaksız.
Büyük bir başarıyla yumurtasız omlet yapıyorlar.
Vedat Milor "Omlet soğanlı mı olur yoksa soğansız mı" diye sora dursun, "Sarayın mutfağı"ndaki kalemşorlar gazete manşetlerinde, televizyon ekranlarında yumurtasız omlet pişirme aşamasına çoktan ulaşmışlar.
Polis sirenleriyle, yetmezse mahkeme kararıyla muhaliflerini susturan iktidarın, mutfağında yumurtasız omlet pişen Saray'ın sahibinden de farklı bir yöntem beklenemez elbet.
Geçenlerde İstanbul'daki bir alışveriş merkezinde bulunan içkili bir kafede oturan bir kısmı başörtülü yedi kadın, oyuncu Deniz Çakır'ın kendilerine hakaret ettiğini iddia ederek suç duyurusunda bulunmuştu.
Yandaş/yanaşma medya da bu iddiadan yerel seçim öncesi yeni bir Kabataş olayı çıkartmaya sıvandılar.
Deniz Çakır'ın "zil zurna sarhoş halde İstanbul'da bulunan bir AVM'de ortalığı birbirine kattığını", başörtülü kadınlara "Burası Arabistan mı? Ne geziyorsunuz burada" diye sözlü tacizde bulunduğunu, izinsiz bir şekilde başörtülü kadınların fotoğraflarını çektiğini yazdılar, söylediler "iftira korosu" olarak.
Gezi direnişi sırasında "Camide içki içtiler, Kabataş'ta başörtülü bacımı yerlerde sürüklediler" iddiasıyla ilgili olarak "Elimizdeki görüntüleri cuma günü yayınlayacağız" demişti Erdoğan.
İhsan Eliaçık'ın da çok yakından takip ettiği Erdoğan'ın bu "görüntüleri yayınlayacağız" demesinin üzerinden bugün tam 292 cuma geçti.
Ama önemli değil, lazım olan seçimler öncesi yeni bir toplumsal gerginlik kaynağıydı.
Erdoğan büyük bir iştahla atladı bu Deniz Çakır olayının üzerine. Partisinin grup toplantısında da ağır konuştu:
"Bu ülkede başörtülü hanımlara 'Suudi Arabistan'a gidin' demek faşistliğin en sefil halidir. En son bir konserden çıkan başı açık, örtülü kızlarımıza orada gelip bu şekilde sataşıp 'Suudi Arabistan'a gidin, burada ne işin var' diyenlerin halini düşünün. Adı da sanatçıymış."
İki soruşturma birden açıldı Çakır hakkında; biri "halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme", diğeri de "özel hayatın gizliliği"nden...
Ancak savcılık iki "suç"tan da takipsizlik kararı verdi Çakır hakkında.
Ben şimdi bu takipsizlik kararını veren savcının akıbetini merak ediyorum ya neyse...
Demem o ki polis sirenleriyle, olmadı mahkeme kararıyla muhaliflerin itinayla susturulduğu, medyasının tek kale maç yapıp yumurtasız omleti keşfettiği bir memlekette; yurttaşları arasında ayırım yapan, hatta başörtülü yurttaşlarının lehine başörtüsüz yurttaşlarını haksız yere suçlayan bir cumhurbaşkanının özür dilemesini beklemek tam hayalcilik olur.
Ama hakkını da yemeyelim; artık bu memlekette ülkenin tek gerçek muhalif partisi HDP de, dinsel motivasyonu yüksek bir topluluğun lideri de, bir tiyatro oyuncusu da bu ülkenin polisi, yargısı, medyası tarafından eşit şekilde mağdur ediliyor. Yaşasın adalet, yaşasın eşitlik!