Doğan Özgüden
İki parlamentodan yüz karası iki karar!
Parlamento çalışmalarını izlemek, değerlendirmek, gerektiğinde eleştirmek bizim meslekte sadece parlamento muhabirlerinin değil, yayın yönetmeninden düzeltmenine dek her gazetecinin üzerine titrediği konulardır. Çünkü ülkenin ve tüm yurttaşların bugününü ve yarınını ilgilendiren yaşamsal kararların son merciidir parlamento…
Eğer göçmen ya da sürgün gazeteciyseniz, sadece geldiğiniz ülkenin değil, yaşamakta olduğunuz ülkenin parlamentosunda olup bitenler de başlıca kaygılarınızdandır. Hele bizim gibi federal meclisinden bölge meclislerine kadar toplam altı parlamentonun var olduğu Belçika gibi bir ülkedeyseniz, antenlerinizi daha geniş açmak, eğer o ülkenin iki diline birden hakim değilseniz, dilini bilmediğiniz bir bölgenin parlamentosunda neler olup bittiğini izlemek için sık sık bilgisayarda otomatik çeviri programlarına baş vurmak zorundasınız.
Tabii bir de Brüksel’de üstlenmiş Avrupa Parlamentosu… Onun tüm belgeleri en kısa zamanda 24 dile birden çevrildiği için pek sorun yok…
Belçika’nın federal parlamentodan sonra en güçlü parlamentosu bittabi ülke nüfusunun çoğunluğunu temsil eden Flaman Parlamentosu. Dün bu parlamentoda normal yasama çalışmalarının dışında, saat 16’dan itibaren Brüksel Kürt Enstitüsü’nün 40. kuruluş yıldönümünü kutlama toplantısı vardı. Toplantıya gitmeye hazırlanırken bilgisayar ekranına arka arkaya bir flaş düşmeye başladı. Bir bomba ihbarı yapıldığı için parlamento çalışmaları askıya alınmış, bina derhal boşaltılarak iz süren köpeklerle bomba araması başlatılmış, bittabi Kürt arkadaşların günlerdir hazırlığını yaptıkları kutlama toplantısı da iptal edilmiş.
40 yıldan beri daima güçbirliği ve dayanışma içinde olduğumuz Brüksel Kürt Enstitüsü’nün hedef olduğu kaçıncı saldırı ya da tehdit?
1998’de Suriye'yi terk etmeye mecbur edilen Abdullah Öcalan’ın İtalya’da konakladığı günlerde Türk yöneticilerinin saldırgan demeçleri, Türk gazetelerinin ve televizyonlarının kışkırtıcı yayınları yüzünden Brüksel Kürt Enstitüsü ve Avrupa Kürt Dernekleri Federasyonu üyesi Kürdistan Kültür Derneği lokalleri ateşe verilmişti.
Kürt ve Ermeni lokallerine ve işyerlerine vahşi saldırıların daha sonraki yıllarda da ardı arkası kesilmedi. Brüksel Kürt Enstitüsü üç yıl önce, 17 Kasım 2016’da da Türk bayraklarıyla donatılmış onlarca arabayla faşist sloganlar atarak gelen Erdoğan taraftarlarının yangın bombalı saldırısına uğramıştı.
Jurnalci SETA’nın yurt dışındaki muhalif gazetecileri, Kürt örgütlerini hedef gösteren raporlar yayınlamasından sonra benzeri yeni saldırıların olması her daim mümkün.
Bu satırları yazarken Brüksel Kürt Enstitüsü olayla ilgili bir açıklama yaparak bu provokasyonun, tam da Türk Ordusu’nun Rojava’ya saldırmaya hazırlandığı bir sırada Kürtlerin sesinin Flaman Parlamentosu’nda duyulmasını engellemek amacıyla düzenlenmiş olabileceğini duyurdu.
Evet, Flaman Parlamentosu’nda bu engelleme yapılırken, Brüksel’den 3 bin kilometre uzakta, Türkiye’nin başkenti Ankara’da bir başka parlamento, yani Türkiye Büyük Millet Meclisi utanç verici bir kararla Türk Ordusu’nun Suriye Kürdistanı’na saldırmasına onay veren tezkereyi onaylıyordu.
Tayyip Erdoğan’ın bindirilmiş kıtaları gibi hareket eden AKP ve MHP milletvekillerinin, hattâ çakma demokrat İYİP milletvekillerinin tezkereye "evet" oyu vermelerinin şaşırtıcı bir yanı yoktu. Ama ana muhalefet partisi CHP’nin böylesi bir insan kasaplığına ortak olması karşısında isyan etmemek mümkün değil.
CHP’nin Yenikapı ruhuna endeksli genel başkanı Kılıçdaroğlu, oylama öncesi yaptığı bir konuşmada hiç sıkılmadan, utanmadan şunu söyleyebilmişti: "Annelerin canı yanmasın diye içimiz yana yana Suriye ve Irak tezkeresine 'evet' diyeceğiz."
Ya ordu Suriye’ye girdikten sonra hem Kürt halkından, hem de Türk Ordusu’ndan kırılacak olanların analarının canı yanmayacak mı? Dahası, analar oğullarının ölümüne ağıt yakmaya dahi vakit bulamadan bombardıman altında can vermeyecek mi?
Ya Türk ordusunun işgali altında Kürtlerden boşaltılan yerlere yerleştirilecek ümmetçi teröristlerin, örneğin Kürtler tarafından Suriye haritasından silinmiş olan İŞİD’in geriye kalan kasap ve işkencecilerinin yapacakları zulüm, dökecekleri kan?
Son seçimlerdeki "metropoller zaferi"ni tamamen Kürtlerin ve HDP’nin desteğine borçlu olan Kılıçdaroğlu ve partisi, tezkereye oy vermekle, en az Kürtleri arkadan vuran Trump kadar büyük bir ihanette bulunmuştur.
Tüm demokrasiden ve barıştan yana olan gazetecilerin yaptığı gibi Suriye Kürdistanı’na olası saldırıya "evet" diyen tüm partileri, özellikle de CHP’yi facebook’ta eleştirdiğimizde "Suriye Kürdistanı" ifadesi kullanmamıza karşı çıkanlar oldu…
Yıllardır söylediğimizi tekrarlıyoruz:
Irak'ta varlığı anayasayla tanınmış, Türk Devleti'nin de resmi ilişkide olduğu bir Irak Kürdistanı vardır. Tayyip'in işgal etmeye kalkıştığı Suriye'nin kuzeyi de Suriye Kürdistanı, Kürtçe adıyla Rojava'dır.
Unutulmasın ki, Irak da, Suriye de Birinci Dünya Savaşı sonunda emperyalist güçlerin harita üzerinde cetvel ve pergelle, Kürt halkının varlığını hiçe sayarak oluşturdukları yapma devletlerdir.
Suriye'de İŞİD gericiliğini yenen ve özerk statüde yaşamayı hak eden Kürt halkının iradesine, tıpkı geç de olsa Irak'taki kardeşlerine yapıldığı gibi, saygı gösterilmelidir. Bu iradeyi silah zoruyla hiçe sayarak Rojava'yı işgal etmek bir insanlık suçudur.
Tayyip ve onun Bahçeli’den Akşener’e ve Kılıçdaroğlu’na uzanan suç ortakları bu satırları yazdığım sırada başladığı duyurulan işgalin coşkusu içinde olabilir, kendilerine güvenip oy veren kitleleri de şoven ve ümmetçi nutuklarla kendi suçlarına ortak kılmak için her türlü yalan ve iftiraya başvurabilir.
Ama bu operasyonun Türkiye dışındaki tüm devletlerde nasıl bir dehşet ve panik yarattığını görmemek için kör olmak gerek… Rusya’dan İran’a, Fransa’dan İngiltere’ye, tüm ülkeler Rojava’nın işgaline karşı… Şu satırları yazarken Avrupa Parlamentosu’nun ve BM Güvenlik Konseyi’nin olağanüstü toplantıya çağrıldığı haberi geldi.
Ama şunu da unutmamak gerekir ki, tüm bu karşı çıkışların arkasındaki asıl neden, mazlum Rojava Kürtleri’nin kırılmasına duyulan tepki değil, onların elinde esir olmaktan kurtulan İŞİD teröristlerinin özellikle Avrupa’nın başına bela olması, hattâ İdlib’te Türkiye’nin himayesinde mevzilenmiş diğer ümmetçilerle birlik olup Suriye’de yeni fesat ocakları oluşturması ihtimalinin yarattığı korkudur.
İslamcı terörizm, çok değil, daha bir hafta önce Fransa’nın başkentinde, o bir çok polisiye romana ve filme konu olan efsanevi Paris Emniyet Müdürlüğü’nün bağrında kaç polisi vurdu.
Panik böylesine büyük ki, örneğin Belçika’da polis ve ordu kadrolarına alınmış müslümanlardan 50 kadarının, içlerinde beş astsubay da olmak üzere, uzun süredir radikalleştiklerine dair istihbarat birimlerinin raporu ilk kez ana akım medyaya yansıdı.
Hiç kuşku yok ki, tüm bu nedenlerle, Avrupa Birliği kurumları, Avrupa Konseyi, belki de NATO Rojava operasyonuna tepki göstereceklerdir.
Ama şurası bir gerçek ki, bu tepkilerin ardındaki asıl neden halklar arasında barışı, Suriye Kürdistanı halkının özgür iradesini savunmak, Tayyip ve şürekâsının müstevli emellerine karşı çıkmak olmayacaktır. Tüm dertleri Avrupa kapılarına ve sahillerine yeni mülteci kitlelerinin dayanmasına, İŞİD teröristlerinin kendi metropollerini yeniden cehenneme döndürmesine engel olabilmektir.
Örneğin Tayyip takımının muhalefetteyken yıllarca "siyonizmin ajanı" diye küfrettiği Avrupa Birliği… İktidar olduktan sonra Tayyip geçmişte söylediklerini bir kalemde silip, sırf kendini olası bir askeri müdahaleye karşı güvenceye almak için Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusu yaptığında, bu iktidarın gerçek niteliği ve uzun vadeli hain emelleri konusunda yaptığımız uyarıları dinleyen olmadı.
2004 yılında Türkiye ile üyelik görüşmelerinin başlatılması önerisi önlerine geldiğinde, başta sosyalistler ve yeşiller olmak üzere, Avrupa Parlamentosu milletvekillerinin sadece olumlu oy vermekle kalmayıp "Evet" ya da "Evet" anlamına gelen "Yes", "Oui" yazılı pankartlar açarak genel kurul salonunu nasıl bir panayıra dönüştürdüklerini unutmak mümkün mü?
Kaldı ki, son seçimlerden sonra yeni oluşan Avrupa Parlamentosu milletvekillerinin nasıl tarihsel bir tahrifçilik ve inkarcılık içinde olduğu aldıkları son bir kararla alenen ortaya çıkmış bulunuyor.
Evet, Avrupa Parlamentosu 19 Eylül tarihli oturumunda "Avrupa’nın geleceği için geçmişi anımsamanın önemi" konulu bir karar almış bulunuyor. Aşırı sağcı milletvekilleri kadar sosyalist ve yeşillerin büyük bir bölümünün de desteğiyle alınan kararda Avrupa Birliği projesinin II. Dünya Savaşı'nın harabelerinde doğduğu vurgulandıktan sonra büyük bir tahrifat yapılarak komünizm ile nazizm aynı kefeye konuyor, daha da ileri gidilerek II. Dünya Savaşı’nın başlamasından Hitler Almanyası’na eşit düzeyde Sovyetler Birliği’nin de sorumlu olduğu iddia ediliyor.
Art niyet o denli açık ki, kararda nazizm ve Hitler Almanyası sadece 19 referansla suçlanırken, Sovyetler Birliği ve komünizmin suçluluğu konusunda 31 referans veriliyor. 23 Ağustos 1939 tarihli Molotov-Ribbentrop saldırmazlık paktının dünya egemenliği amaçlayan iki totaliter rejim tarafından Avrupa'yı iki ayrı nüfuz alanına bölme amacıyla imzalandığı ve II. Dünya Savaşı’nın aslında o tarihte başladığı iddia ediliyor.
Avrupa Parlamentosu’nun sahtekârlığını Independent gazetesi’nin 1 Ekim 2019 tarihli sayısında John Laughland şöyle açığa çıkarıyor:
"Aksine, o günün liderleri, tıpkı daha sonraki tarihçiler gibi, savaşın patlak verdiği tarihin 23 Ağustos 1939 değil, ondan bir yıl önce Britanya ve Fransa'nın, İtalya ve Almanya'yla müzakereye oturup Hitler'in Çekoslovakya'yı parçalamasına onay verdiği 28-29 Eylül 1938 olduğunu söylüyor. Bu sayededir ki Hitler önce Südetler'i, ardından da 1939 Mart'ında Bohemya ve Moravya'nın (Prag dahil) tamamını ele geçirmiştir.
"Kaldı ki Nürnberg mahkemelerinde fetih amaçlı bir savaş planlayıp yürüttükleri için sadece Nazi liderleri yargılanmıştı, başka hiçbir devlet bununla suçlanmış ya da hüküm giymiş değildi… Birleşmiş Milletler 1945’te fetih amaçlı savaşlara karşı olma temelinde kurulmuştu ve SSCB, dünyayı fetih amaçlı savaşlara karşı korumakla görevlendirilen Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesinden biriydi. Eğer SSCB, Avrupa Parlamentosu'nun bugünlerde söylediği gibi, savaşı başlatmak konusunda en az Almanya kadar suçlu idiyse, mantıken, bugünün uluslararası sisteminin temeli olan Birleşmiş Milletler’in, bir suç örgütü olduğu gerekçesiyle dağıtılması gerekir."
Avrupa Parlamentosu kararı, daha da ileri giderek, işi komünizme atfedilen sembollerin yasaklanmasını istemeye kadar vardırıyor. Yani yıllarca işçi sınıfı mücadelelerinin sembolü olmuş bulunan orak-çekiç ve benzerleri de yasaklanabilecek. Bu histeri ortamında, Che Guevara’nın Bolivya’da katledilişinin 52. yıldönümü olan 8 Ekim günü Belçika televizyonlarda onun portresini taşıyan t-shirt’ler giymenin bile giderek yasaklanabileceği, mizahi bir dille de olsa, söz konusu edildi.
Avrupa Parlamentosu’nun kararı öylesine tepki yarattı ki, Belçika’nın Mateo Alaluf, Jacques Aron, Nicolas Bardos, Jean Marie Chauvier, Pierre Galand, Hugues Le Paige, Anne Morelli, Jean Salmon gibi en saygın bilim insanları ve gazetecilerinin de dahil olduğu bir grup aydın, ana akım medyada yayınlanan ortak bir bildiriyle kararı şiddetle eleştirerek bunun saldırgan bir revizyonizmin ve özgürlükleri sınırlama girişiminin ifadesi olduğunu vurguladılar.
Halen Belçika parlamentolarında olduğu gibi Avrupa Parlamentosu’nda da temsil edilen Belçika İşçi Partisi (PTB) ile tarihsel Belçika Komünist Partisi (PCB) de AP kararını şiddetle protesto ettiler.
İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi işgaline karşı en güçlü direniş mücadelesini organize etmiş, kahramanca mücadelelerinin ödülü olarak savaş sonrası ilk hükümetlerde yer almış olan Belçika Komünist Partisi gelecek çarşamba günü Avrupa Parlamentosu önünde bir protesto gösterisi örgütlüyor.
Evet, geçtiğimiz hafta parlamenter yaşam, TBMM ile Avrupa Parlamentosu’ndan çıkan yüz karası iki kararla lekelendi.
Avrupa Parlamentosu’nun gülünç kararı elbette, aşırı sağın iktidar olduğu bazı Doğu Avrupa ülkeleri dışında ciddiye alınmaz, mutlaka geri püskürtülür.
Ama Türkiye Parlamentosu’nun kararı sadece Türkiye’nin değil, tüm bölge halklarının büyük acılar yaşamasına neden olacak, bu nedenle de ona oy veren partilerin isimleriyle birlikte, Türkiye tarihine bir utanç belgesi olarak kazınacaktır.