Erol Köroğlu
Kana düşmanız çünkü çok yaralandık, çok öldük
Bu yazıyı 3 Temmuz Pazartesi günü okuyorsunuz. Oysa yazı 2 Temmuz Pazar günü yazıldı. Geride kalan, geçmişe mal olan, birkaç haftadır üzerinde durduğum hafıza ya da belleğe ait hale gelen 2 Temmuz’da. 2 Temmuz 2023’te. 2 Temmuz 1993’te manipüle edilmiş bir kitlenin ateşe verdiği ve içinde 33 aydının boğularak ve yanarak öldüğü Madımak Oteli yangının 30. yıldönümünde…
1993’te ben üniversiteden henüz mezun olmuştum, hevesle, heyecanla yüksek lisansa hazırlanıyordum. Hayatımın en önemli dönüm noktalarından birindeydim. Tüm maddi zorluklara rağmen, yazarak dünyayı değiştirebileceğime inandığım akademisyenliğe dahil olmaya çalışıyordum. 2 Temmuz’da Madımak’tan yükselen alev ve dumanlar televizyon ve gazeteler aracılığıyla üzerimize çöktü. Çok canımın yandığını, belki hayatımda ilk kez bu kadar çaresiz hissettiğimi hatırlıyorum. Olaydan kısa bir süre sonra, çok sevdiğim bir yakınımla konuşurken Madımak’ın bana verdiği acıyı anlatmış ve verdiği cevapla şoke olmuştum: “Keşke orada olsaydım da bir kibrit de ben çaksaydım!” Böyle bir şey yapacak biri değildi. Yine de gerçekten bunu yapmayacak olsa bile, bunu söylemesi beni derinden yaralamıştı. Artık hayatta değil. Buna rağmen, bu söylediği dışında yapıp ettiği her şeyi sevgi ve özlemle andığım bu yakınımın bu lafı nasıl edebildiğini hâlâ düşünür dururum.
UnutMADIMAKlımda
Tabii içinde yaşadığımız şu sosyal medya ve manipülasyon döneminde insanların nasıl güdülendiğini, başkalarından nefret etmeye ve normalde karıncayı incitemezken birdenbire birilerini kesmeye ya da yakmaya yönlendirildiğini daha kolay anlayabiliyoruz. Doktora tezimi yazarken, Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında girmesi için ürettikleri bir yalan beni çok eğlendirmişti. Bazı Arap aşiretlerinin desteğini sağlamak için onlara Alman Kaiser’i Wilhelm’in Müslüman olduğu yalanını söylüyorlardı. Sünnet olan Wilhelm, İslam adına İngiltere’ye karşı cihada girişiyordu. Dayandığım kaynaklar, bu propagandanın İngiliz karşı propagandasıyla kolayca boşa çıkartıldığını da anlatıyorlardı.
Artık bu bilgiye gülmüyorum. Bize gülünç gelen bu sünnetli Alman mücahidi Wilhelm propagandası boşa çıkana kadar kim bilir ne kanlı olayların meydana gelmesine de vesile olmuştur. Madımak’a bir kibrit de kendisi çakmaktan söz eden yakınım gibi milyonlar vardı, resmi ve gayri resmi değişik propaganda mahfilleri tarafından mezhep ve etnik kimlik ayrışmasına itilmiş, bunun içinde insanlığından soyunmaya hazır hale getirilmiş…
Böyle bir ortamda yaşadık Madımak’ı. “UnutMADIM Aklımda” diyoruz bugün. Tüm unutturulma çabalarına rağmen. Bu vesileyle, unutmamamız ve insanları bir kibrit çakmaktan ateşi söndürmeye yöneltmek için vermemiz gereken uğraşı bize hatırlatacak bir web sitesine dikkatinizi çekmek istiyorum: Dijital Madımak Kütüphanesi. Lütfen bu linki arama motorunuzda işaretlemeyi ve mümkün olduğunca paylaşmayı unutmayın. Bu tür çabalar, unutturmak isteyenlere karşı en önemli mücadele araçlarımız arasında.
Hayata Son Verir Savaş
Buradan birkaç haftadır sürdüğüm toplumsal bellek ve anımsama süreçleri konusuna geri dönmek istiyorum. Geçen hafta Yaşar Kemal’in köylüsü Kör dilenci Kotey’in öyküsünü aktarışını, bu acı verici öyküyü uzun zaman hiçbir yerde yazmadığı halde, belki insanlar bundan dersler çıkartır diye yazdığını ifade edişini anlatmış ve yazımı şöyle tamamlamıştım:
“Hikâyenin sonu mu? Olup bittiği bize hissettirilmeyen bu acı burada sona erdi mi? Acı ve travmanın, bastırıldığı zaman daha farklı görünümler kazanarak geri döndüğünü söylüyor bize psikanaliz. Yaşar Kemal’in tarihsel bir gerçeklik olduğunu tespit ettiği ve romanına taşıdığı ‘katledilmişlerin çocukları’ acaba bastırıldığı kolektif bilinçaltından kolektif bellek ve anımsama süreçlerine nasıl geri döndü? Bunu biliyor muyuz? Burada tehlikeli, riskli bir ilişki kurabilir miyiz? Sakın katledilmiş gayrimüslimlerin çocuklarının oluşturduğu sürüler bize ‘kahraman çocuk şehitler’ anlatısı üzerinden geri dönmüş olmasın? Bunu da gelecek hafta düşünmeye devam edelim.”
Unutturma veya sahtekârca yeniden yazmaya yönelen resmi söylemin kurumsallaşmış ilişkilerine karşı tehlikeli, riskli bellek ve anımsama ilişkileri kurmak. Sanki kulağa ikili karşıtlık, zıtlık oluşturmak gibi geliyor, öyle değil mi? Fakat aslında amacım toplumumuza gittikçe artarak zerk edilen kutuplaşma ve ayrışmalara yeni bir katkıda bulunmak değil. Birinci Dünya Savaşı ve izleyen yıllarda katledilmiş gayrimüslimlerin yetim çocukları ile Müslüman ve Türk nüfusun yetimleri arasında bir karşıtlık yaratmak değil hedefim. Kurumsallaşmış toplumsal bellek ilişkisi tam da buraya sevk eder bizi: “Gayrimüslimlerin çocukları yetim kaldı da, Müslüman ve Türklerin kalmadı mı? Neden onlarınkine gözyaşı dökecekmişiz? Biz kendi dinimiz ve ulusumuzdan olanları düşünelim!”
Başka bir bakış açısı olasılığını görünmez kılmaya dönüktür buradaki tavır. Bir türlü düşündüğünde vatansever olursun, öbür türlü düşündüğünde vatan haini. Halbuki “sünnetli Wilhelm” uydurukçularının arzuladığı bir kurmacadır bu ikilik. Oysa ikilik üzerinden düşünmek zorunda değiliz. Savaşın, savaşların ve bunları varkılan militarist kafanın hayatı zindana çeviren sapkınlığını herhangi bir tarafa ait olmadan da lanetleyebiliriz. Önemli olan, acıyı yaşatana her kim olursa olsun karşı çıkmaktır. Önemli olan, hangi savaş kutsal veya hangisine katkıda bulunabilecek ve hangisine karşı olabileceğimiz değil, savaşı tümden hayatın katili olarak görebilmektir. SAVAŞ, HAYATIN KATİLİDİR. SAVAŞ, HAYATI YOK EDER.
Ölümü Kanıksamamak Mümkün mü?
Geçen hafta tartıştığım ilk alıntıyı hatırlayın. Yaşar Kemal’in Karıncanın Su İçtiği romanında çaresizlikle bir çukurda açlıktan ölmeyi bekleyen çocuk sürüsüne yardım bulmaya çalışan Baytar Cemil kasabadaki girişimlerinde başarısız oluyordu. Çaresiz kaldığını düşündüğü bir anda, çukurdaki çocuklar kadar zayıf düşmemiş bir başka çocuk sürüsüyle karşılaşıyor ve onlara durumu anlatarak bu çocukların, diğerlerini kurtarmasını sağlıyordu. Baytar Cemil bu ikinci sürüyle ilk karşılaştığında, çocuklar ondan korkar ve onu uzakta tutmak için taş yağmuruna tutarlar. Cemil’in çabaları sonucu durup onu dinler ve bu sırada önce kendi aralarında, sonra da Cemil’le şöyle konuşurlar:
“Durun, bu adam onlardan değil. Bu adam yaralı, bu adam ölü. Bu adam o dağda donmuş.” . . . “Çocuklar gelin. Bu adam iyi, bu adam çok yaralanmış, çok ölmüş. O dağdan geldiği doğru, çok öldüğü doğru.” . . . “Sen buralardan kaç git.” “Seni buralarda daha çok öldürecekler.”
Cemil, sadece terk edilmiş çocukların yardımına başka terk edilmiş çocukların gitmesi yüzünden değil, aynı zamanda çocukların ona yönelik bu alışılmadık nitelemeleri nedeniyle de arkalarından bakakalır. Evet, Cemil’in bir ayağı topaldır ve gerçekten de Sarıkamış’ta, “o dağda donanlar” arasında savaşırken esir düşmüştür. Ama çocuklar, bunları o söylemeden bilirler. Cemil’in “onlardan” olmadığını aslında biz de biliriz. Cemil kasabada kaymakamdan olumsuz cevap aldıktan sonra çaresizlikten sokakta “çocuklar ölüyor” diye bağırırken yanına bir yaşlı gelir ve Cemil’i ahali konusunda uyararak oradan gitmesini sağlar. O yaşlının sözleri, aslında çocukların sözlerine bir hazırlık mahiyetindedir:
“Öyle bakma yavrum, kendini yeme. Burada herkes ölümü kanıksadı. Neredeyse çocuk öldürenlere altın madalya verecekler. . . . Ben de bir askerim, seni anlıyorum. . . . Savaşa girip çıkanların çoğu insanlıklarından çok şey yitirir, aklı bozulur, kanı kanıksar. Az bir kısmı da kana, öldürmeye düşman kesilir. Var git yoluna zabit yavrum, şu kana kanıksamış, kana susamışlar sana bir şey yapmadan.”
Dolayısıyla, bu yaşlı ile çocuklar, Cemil’e farkında olmadığı bir varoluş sunmuş olurlar. Cemil, bu romanda bir birey olarak değil, “kana susamış ve yaşayan” bir gruba karşı “kana düşman ama yaralı/ölü” bir grubun üyesi olarak yer alır. Cemil’in çocukların ardından bakakalması bunun farkına varışının da işaretidir.
Ne Yaptınız Çocuklara?
Yaşar Kemal’in Cemil karakterine yaşattığı bu farkına varış ve bunun ardından Cemil’in yeni ve olumlu bir toplumsallığın oluşacağı Karınca Adası’na yönlenmesi bize tehlikeli, riskli bir toplumsal bellek kuruluşunun imkânlarını düşündürür. Bu tarz bir anımsama çabası, hem tarihsel olayların anımsanması hem de bunların edebiyat ve sanatın diğer dallarında temsili açısından önemlidir.
Buz kırıcı, yol açıcı bir zihinsel eylemliliğin mümkün olabileceğini konuşuyoruz aslında burada. Buradan yola çıktığımızda, terk edilmiş çocuk sürülerine yol açan militarist zihniyetin, bir “şehit çocuklar” fantezisini tesis etmekten bir an bile geri durmayacağını görebiliriz.
Bu çocuk şehitler konusunun bir fantezi olduğunu daha önce yazdım ben. Özellikle Çanakkale Savaşları’nın edebiyatta temsili üzerine biri İngilizce, diğer Türkçe iki uzun makale yayımladım. Arzu edenler academia.edu sayfam üzerinden bu makaleleri arayabilirler.
Bu konuya gelecek haftalarda eğileceğim. Ancak şimdilik “vatan, millet ve din uğruna düşmanla savaşan ve şehit olan çocuklar” konusunun bir yalan olduğunu, “sünnetli Wilhelm” yalanını üretenlerin torunları diyebileceğimiz militarist propagandacılar tarafından üretilip yayıldığını bir kere daha vurgulamış olalım.
Gelecek hafta aileleri katledilmiş gayrimüslim çocuklarının başlarına gelenleri iki ayrı hikâye üzerinden konuşmaya devam edeceğiz. Ele alacağım öyküler kurmaca da olmayacak. Sözlü tarih yöntemleriyle kaydedilmiş birincil ağızdan anlatılar olacak. Birinci öyküde bir Ermeni kız çocuğunun yolu bir Çerkes köyüne, diğerinde yine Ermeni olan bir erkek çocuğununki bir Kürt köyüne düşecek. Militarist anlayışın kurumsal ilişkiler içinde görünmez kıldığı bu öyküler bize neler söyleyecek? Kısırdöngüyü kırmamıza yardım edebilecek ne türden tehlikeli, riskli ilişkiler sunacak? Haftaya görelim.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.