Erol Köroğlu
Kim korkar tehlikeli, riskli ilişkiler kurmaktan?
Sonu ölümle belirlenmiş hayatı anlamlı kılmaya çalışan insanlarız. Her şeye rağmen, bizden gençlerin ve biz öldükten sonra gelecek kuşakların işine yarayacak, bir dertlerine çare olacak bir şeyler söyleyebilir veya yapabilir miyiz diye uğraşıp duruyoruz. Ölümün yok ediciliğine başka türlü dayanmak mümkün mü?
Ölünün ardından söylenen sözlerin inanca göre ayrışması beni rahatsız ettiği için, uzunca bir süre önce kendi başsağlığı cümlemi ürettim. Artık gidenin ardından “anısı daim olsun” diyorum. Anımız daim olsun, namımız devam etsin, bir zamanlar bu toprak üstünde yaşayanlardan biri olduğumuz hatırlansın diye umut ediyor, iyi kötü uğraşıyoruz.
Tabii hatırlanıp hatırlanmayacağımız ya da nasıl hatırlanacağımız çok da bizim belirleyebildiğimiz şeyler değil. Kendi kasidenizi yazsanız da, en fiyakalı ve çarpıcı mezar kitabesini yazdırsanız da, gazeteler ve sosyal medyada çıkacak ölüm sonrası yazınızı bir edebi şaheser olarak önden hazırlasanız ya da hazırlatsanız da, hiç olmadık yerden hatırlanabilirsiniz. Onca emeğinize rağmen hatırlanmayabilirsiniz de.
Ne yapacağız? İşi oluruna bırakıp günümüzü gün mü etsek? Kendimizi sayılı günlerin geçişine mi bıraksak? Tam da böyle karamsar bir zamanın içinde değil miyiz? Bizden geçti mi desek? Direnmeyi, mücadele etmeyi bıraksak, her koyun kendi bacağından asılır diye salsak mı?
HAKİM ANLATININ KURAMSAL İLİŞKİLERİ
Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikâyesi Dörtlüsü” üzerine çalışmalarımda alıntıladığım bir bellek çalışmaları uzmanı vardır: Luisa Passerini. 2003 tarihli bir kitapta yer alan “Sessizlik ve Unutuluş Arasında Anılar” başlıklı bir kitap bölümünde, bir konudaki hâkim anlatının hafızaya ya da hatırlama, anımsama süreçlerine dönük tavrını “kurumsallaşmış ilişkiler” kurmak olarak adlandırır.
Ne yapar hâkim anlatı? Belleği oluşturan anılar arasında yeni bağlantıların yaratılabileceği imkânını görmezden gelir. Kurumsallaşmış bağlantı oluştuğu anda bu her zaman böyle kalacakmış gibi davranır. Passerini bellek araştırmacısının görevini, bu kurumsallaşmış bağlantılara karşı “tehlikeli, riskli ilişkiler kurmak” olarak belirler.
Aslında bunu sadece geçmişin anımsanması olarak da düşünmek zorunda değiliz. Her tür düşünme sürecinde benzer bir noktadan hareket edebiliriz. Mesela daha önce pek çok yazımda olduğu gibi geçen hafta da sözünü ettiğim, dilbilimci George Lakoff kaynaklı “yeniden çerçeveleme” yaklaşımını bu açıdan da düşünebiliriz. Eğer kurumsallaşmış ilişkileri tercih ediyorsanız, tutucu bir yerde duruyorsunuz demektir. Hiç olumsuz bakmıyorum, yanlış anlaşılmasın, tutucuysanız kendinizi muhafaza etmeye, korumaya verdiniz demektir. Ekonomi, eğitim, aile, kültür… Her şey değişmeden sürsün diye uğraşacaksınız.
Öte yandan bir de ilericilik var. Değişime, dönüşüme açık olmak da diyebiliriz. O zaman, her ne yapıyorsanız, Passerini’nin sözünü ettiği tehlikeli ilişkileri kurmaktan kaçınmayacaksınız demektir. Tüm mesele, kuracağınız tehlikeli ya da riskli ilişkinin anlaşılırlığını sağlamanızda. Bunun bir imkân olduğunu anlatamazsanız, yeniden çerçevelemeyi gerçekleştiremezseniz, kimse de size dikkat etmeyiverir.
PARDON, KOLEKTİF BELLEK ODASI HANGİ TARAFTA?
Toplumsal değişimden yana olanların, muhafaza peşinde olanlar kadar hafıza hakkında düşünmeleri gerekiyor. Bireysel, kültürel, tarihsel, kolektif hafıza… Bellek ya da anımsamadan da söz edebiliriz. Nasıl bir şey bu? Bireysel ya da kolektif hafıza nasıl bir şey? Bu konudaki genel algının hafızayı bir arşiv merkezi, odası ya da kasası gibi düşündüğünü biliyoruz. Geçmişte olmuş ve tarihi meydana getiren hakikatler orada arşivlenmiş halde duruyorlar. Sonra gereksinim duyduğumuzda o odaya erişiyor, gerekli çekmece ya da kutuları açarak gereken bilgileri ortaya döküveriyoruz. Bu kadar basit!
Hiç de o kadar basit değil tabii. Hatta resmen ahmakça bir hayal bu. O iş hiç o kadar kolay değil. Son derece karmaşık ve kaypak bir süreç söz konusu. Şöyle bir örnek düşünelim: Karşınızdaki insan size özgeçmişini anlatırken diyor ki: “İstanbul’da doğduktan sonra ailem beni henüz dört aylıkken Berlin’e götürdü ve iki yaşıma kadar orada kaldık.” Rivayet bile etmiyor. Geçmiş zamanın hikâyesi ile konuşuyor. Neden? Çünkü ailesinin ona anlattıklarına inanıyor, bunları hakikat olarak kabul ediyor. Cidden öyle mi acaba? Ya anne ve baba o dönemde FETÖ’den hapse atıldılar ve çocuk o sırada ninesi tarafından bakıldıysa. Belki de aile, o vartayı atlattıktan sonra, yaşadıkları eziyet ve travmayı çocuğa aktarmak istemediler. Almanya’ya gittikleri beyaz yalanıyla çocuğu korumak istediler.
Geçmişimizdeki Ermeni büyükannelerin durumu da bundan pek farklı değil. Son 20 yılda ne çok insan geçmişlerindeki 1915 izleriyle karşılaştılar ve daha ne kadarı bundan habersiz. Her durumda, sadece bu tür unutturulma ya da üstünün örtülmesi durumları dışında da, geçmişle ilişkimiz çok karmaşık. Hafızayı bir oda olarak tahayyül edip toplumsal ya da bireysel anılar arasındaki bağlantıları bize sunulandan daha farklı kuramayacağımıza inandıkça aslında bir matriksin içine kendimizi salıvermiş oluyoruz.
Tehlikeli, riskli ilişkileri kurduğunuzda ise, gerçekleşmemiş, gerçekleşmesi engellenmiş, belki ezilmiş, eziyete maruz bırakılmış ne çok ihtimal ve farklı yolun söz konusu olabileceğini görüyorsunuz. Daha farklı olabilirdi. O farklı olabilecek olanı fark etmek, bundan sonra bir şeylerin daha farklı olabilmesi için mücadele imkânını da yanında getirebilir.
İŞTE SİZE BİR ALIŞTIRMA!
Biliyorsunuz, ben bir akademisyen, bir üniversite hocasıyım. Dolayısıyla hocalık yapmayı severim. Malum, YÖK de deprem nedeniyle şu tamamlamakta olduğumuz 2023 bahar dönemini katletti, ağız tadıyla ders yapamadık, pandemi sonrası canım bir zamanın katledilişini çaresizce izledik. O kadar da anlatmaya çalıştık. Kendimden söz etmiyorum, yüzlerce oluşumdan, milyonlarca öğrenci ve akademisyenden söz ediyorum. Dinlemediler. O nedenle ben bu yazıyı sizlere hocalığıma yakışacak biçimde bir alıştırma sunarak sonlandırayım. Aşağıdaki pasajları ve başka konuları, bu yazıda ele aldığım “tehlikeli, riskli ilişkiler kurma” meselesi üzerinden tartışmaya devam edeceğim. Fakat şimdilik yerim tükendiğine göre, gelecek hafta tartışacağım pasajları, önceden bir alıştırma aracılığıyla sizlerle paylaşmış olayım.
Aşağıda Yaşar Kemal’den iki alıntı bulacaksınız. İkisi de roman mı, yoksa biri roman biri kurmaca dışı mı, hangisi roman hangisi kurmaca dışı, söylemeyeceğim. Birinci Dünya Savaşı sonrası Doğu Anadolu’daki kimsesiz çocuk sürülerinden söz ediyor üstat. Buyrun, okuyun ve hem bunlarla hem de bunlarla tarih arasında tehlikeli, riskli ilişkileri kurmayı deneyin. Yorumlarınızı duymayı çok isterim. Email adresimi burada da tekrar edeyim: [email protected]. Bana yazarsanız memnun olurum. Hepinize kolay gelsin.
“Bu çocuklardan çok görmüştü, bunlar savaşta anaları, babaları ölmüş, kimseleri kalmamış Ermenilerin, Kürtlerin, Yezidilerin çocuklarıydı. Ama o gördüğü çocukların hiçbirisi bu hale düşmemişlerdi. Yüzlercesi birarada köyden köye, kasabadan kasabaya fırtına gibi esiyorlar, girdikleri kasabalarda, köylerde, köylerin, kasabaların evlerinde, dükkanlarında yiyecek ne bulurlarsa alıyorlar, rüzgâr gibi, nasıl girmişlerse, göz açıp kapayıncaya kadar, öyle fırtına gibi çıkıyorlardı. Kasabalılar, köylüler de atlanıp bunların arkalarına düşüyor, yakaladıklarını öldürüyorlardı. Bazı bazı da silahlı, atlı kişilerle çocuklar arasında bir savaş başlıyor, çocuklar taşlarla, sapan taşlarıyla silahlılara karşı koyuyorlar, iki güç kıyasıya cenk ediyorlar, savaşanlardan biri savaş alanını terkeyliyor, ya da karanlık çökünceye kadar savaş sürüyordu. Çok çocuk öldürülüyor, çok köylü, çok kasabalı sakat kalıyordu. Bir de sürüleri tükenmiş, dağılmış, çalınmış köpek sürüleri ortalığı almış, hiç durmadan o dağ, o köy, o kasaba senin, bu dere, bu ova, bu orman benim dolaş ha dolaş ediyorlar, önlerine hangi canlı çıkarsa parçalıyorlardı. Her köpek bir canavar kesilmişti. Kırıma uğramış Ermenilerin, kırıma uğramış Kürtlerin, kırıma uğramış Yezidilerin sürülerinin köpekleriydi bunlar.”
“Bir adam beni de yakaladı, tabancası elinde, sıkacakken vazgeçti, atından indi yanıma geldi, sevindim beni öldürmeyecek, diye. Yüzüme bir süre baktı, yazık, dedi, seni öldüremeyeceğim. Ne güzel bir çocuksun, Allah da seni ne yakışıklı yaratmış. Ben bu sesleri duyunca daha çok sevinmiştim. Sonra adam belinden hançerini çekti, beni yakaladı önce sağ gözüme soktu, sonra da sol gözüme. Bayılmışım, ne kadar baygın kalmışım bilmiyorum. Beni çocuklar uyandırdı. Seslerinden anladım, bizim çocuklar değillerdi. Üç yüz, dört yüz kişi olduklarını söyleyen daha kalabalık bir çocuk topluluğuydu. Nereye gittilerse beni bırakmadılar, birlikte götürdüler. Bir köyde de baktırdılar. Cerrah gözümü iyi ettikten sonra beni gelip aldılar. Cerraha para da verdiler. İki üç yıl sonra hükümet geldi bizi topladı. Öteki çocukları okullara verdiler. Ben de burasını, Ulu Caminin önünü mekân tuttum. Allah razı olsun, cemaat bana baktı. Benim gibi yitmiş, benim gibi gözden olmuş bir kızla tanıştım, evlendim. Üç çocuğumuz var.”
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.