Muhammed Salar
Kitap ehli ile savaş!
İslâm’ın tüm insanları Müslüman yapmak gibi bir derdi var mıdır? Yine cihada böyle bir gayeye matuf ‘kutsal savaş’ anlamı yüklenebilinir mi?
Bu gibi güncelliğini yitirmemiş meraklı sorulara vereceğimiz tutarlı bir cevabımızın olması gerekiyor. Diğer bir tabirle; kimi Batılı yazarların kemikleşmiş önyargılarına da, onlara bolca malzeme sunan ‘dinci-radikal’ retoriğin bazı ayet ve hadislere yaklaşımındaki sakatlığına da tutarlı bir neşter atmak gerekiyor.
Ayet -Hadis deyip geçmeyin! Hiçbir sosyo-siyasal oluşum bu dini metinleri ne hafife alsın ne de istismar etsin. Eğri otursak da doğru konuşalım;
Özellikle Ortadoğu ve Asya’da referansları arasında ayet ve hadise yer vermeyen en parlak kavram, slogan, ideoloji ve sistemlerin mutlu bir yaşamı inşa etmekte başarılı olamadıklarını görmemiz gerektiği gibi; yaşam ve kâinata dair realitelerden kopuk, eksik ve sakat dini yaklaşımların çoğu zaman problemleri çözmek yerine derinleştirdiklerini de görmezlikten gelemeyiz.
İşte en çok istismar edilen dini metinlerden bir tanesi Tevbe Suresi’nde geçen 29. Ayettir:
"Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın."
İlk bakışta bu ayetten anlaşılan anlam İslâmın; Hıristiyan, Yahudi, Zerdeştî gibi ehl-i kitaba ya Müslüman olmak ya cizye vermek veya öldürülmek dediğimiz üç seçenek dışında herhangi bir tercih hakkı tanımadığıdır. Kitap ehli ile ilişkileri sadece din savaşı üzerinden ele alan böyle kaba, yüzeysel ve zahiri bir okuma hem ayetin indiriliş sebepleri açısından hem de Kur’an’ın bütünselliği açısından sakat ve tutarsızdır.
Öncelikle bu ayetin Hz. Peyğamber’in vefatına 2 yıl kala ve müslümanların güçlü olduğu hicrî 9. yılda (M: 630) indirildiğini göz önünde bulundurduğumuzda, verilen ilahî mesajın ehl-i kitap olan Bizanslarla gerginlik ve savaş halinin süregeldiği Tebük Seferi’ne tevafuk ettiğini görüyoruz. Tebük Seferi aslında bir yıl önceki Mute Savaşı’nın devamı niteliğindedir. Mute ise; Hz. Muhammed’in diplomat elçilerinden biri olan Haris bin Umeyr’in Bizans İmparatorluğu'na bağlı Busra (Havran) valisine giderken Ğassani-Busra valisi Şürahbil tarafından öldürülmesi üzerine çıkmıştır.
İnsanlığın tarihî ‘Elçilerin Dokunulmazlığı’ ilkesi açıkça çiğnenmiş, uluslararası hukuk ihlal edilmiştir. Peyğamberin katılmadığı Mute Savaşı’ında Müslümanlar, kendi sömürgeleri olan Ğassanilerin yardımına gelen Bizans ordusuyla ilk savaşlarını vermiş ve fakat ğalibiyet ve mağlubiyetin olmadığı sonuçta bir barış antlaşması da imzalanamamıştı. Bir yıl sonra bizzat Hz. Muhammed’in komuta ettiği Tebük Seferinde ise Bizans ordusu ile karşılaşılmaması üzerine savaş patlak vermeden Medine’ye geri dönülmüştür. İşte ayetin nüzulü bu sefer dolayısıyladır.
Anlaşıldığı üzere bu ayet, durup dururken ehl-i kitaba bir saldırı ve hücum emri vermiyor. Bilakis başlanılmış bir savaş sürecinde barışa yanaşmamış topluluklara sunulacak teklifleri ifade ediyor. Zaten ayetin başlangıcında konulan bazıları kaydı ile savaşın ehl-i kitabın tümünü kapsamadığı bildirilmektedir. Savaşın sonucunda mağlup olmaları durumunda ehl-i kitaptan ‘din değiştirmeleri’ değil ‘cizye vermeleri’ istenmektedir.
Böylece çıkan sıcak savaşın bir ‘Din Savaşı’ olmadığı vurgulanmıştır. Çünkü ayette; ‘Onları Müslüman edinceye dek’ denilmemiş ‘cizye verinceye dek’ denilmiştir.
Cizye ise:
Müslümanların verdiği zekâta karşılık, İslamın egemen olduğu topraklarda yaşayan ğayr-i müslim vatandaşların gördükleri can, mal, yerleşim, ticaret güvenliği gibi kamu hizmetleri karşılığında ödedikleri bir vergidir. Müslümanlar ehl-i kitabı koruyamadıklarında bu vergiyi geri ödemişlerdir.
Müşriklerle bile barış antlaşması yapan Hz. Muhammed’in tüm pratikleri ve Kur’an’ın bütünselliği de ehl-i kitaba toptan bir savaş ve düşmanlığa imkân vermemektedir. Öncelikle ‘Dinde Zorlama yoktur.’ (Bakara: 256) Ayeti meseleyi halletmeye yetse de şu ayetleri hatırlatmakta yarar vardır.
"İçlerinden zulmedenler hariç ehl-i kitapla en güzel bir şekilde mücadele edin…" (Ankebut: 46)
"O halde, onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmak için size yol vermez… O halde bunlar sizden uzak durmaz, size barış teklif etmezler, ellerini sizden çekmezlerse onları nerede bulursanız yakalayın, öldürün! İşte bunlara karşı size kesin bir izin ve yetki vermişizdir." (Nisa: 90-91)
"Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmekten, adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever. (Mümtehine: 8-9) mealindeki mesajlar da konu edindiğimiz ayeti doğru anlamamızda bize rehberlik yapmaktadır.
İslam hukukçularının ‘İslâm Diyarı’nın dışında kalanları tanımlamak üzere zamanla türettikleri ‘Dar-ül Harb’ kavramı ise; müslümanların bir an önce oraya saldırıp egemenliklerine katmaları gereken ğayr-i müslim topraklarını kast etmez. Bilakis; Müslüman olmamakla beraber barışa da yanaşmayıp müslümanlara saldırmak için imkân ve fırsat kollayan ğayr-i müslim diyarına işaret etmektedir.
Yine çokça radikal-selefi anlayışın şekillenmesinde istismar edilen ve İmam Şafiî’ye atfedilen ‘Savaşın sebebi küfürdür’ sözünü de bu ninvalde ele almak gerektir. Çünkü savaşta kadını, çocuğu, rahip ve keşişi müstesna tutan büyük bir fıkıh müçtehidinin dini ve kültürel çoğulculuğu dahası bahsi geçen ayetleri bilmemesi mümkün değildir. Yani; bu sözle İmam Şafiî’nin dile getirdiği anlam; ‘Müslümanlar başka hiçbir sebep olmazsa bile sadece inanç(sızlık)larından dolayı küfür diyarından her an bir saldırıya maruz kalabilirler. Uyanık olunuz..!’ demektir.
Sonuç olarak; Müslümanların Rum, Ermeni, Mecusî, Zerdeştî gibi kitap ehli ile, caminin kilise ve sinagogla bir savaşı yoktur ve savaş; kimliği ne olursa olsun savaşmaya pek hevesli olan "din-barış" düşmanı vahşilerle yapılacaktır!