Erol Köroğlu
Konuşmanın yolunu bulmadan sorunlar çözülebilir mi?
Geçen hafta bir akademisyen olarak oldukça yoğundum. Cuma ve Cumartesi art arda iki ayrı konferansa katılıp, birer sunum yaptım. Aslında bu etkinlikler birkaç günlüktü ve çakışıyorlardı da. Ben her ikisinin de birer gününe katılabildim.
Birinci etkinlik, 28 ve 29 Nisan günlerinde Zeytinburnu Kültür Sanat Merkezi’nde gerçekleşen “Edebiyat ve Millî Mücadele Sempozyumu” idi. Zeytinburnu Belediyesi ile Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi iş birliğiyle gerçekleştirildi ve Millî Mücadele’nin yüzüncü yılını anma amacıyla yapılmaktaydı. Benim sunumum açılış panelindeydi ve doktoradan hocam ve Sabancı Üniversitesi’nden çalışma arkadaşım olan Halil Berktay, Sabri Koz ve Hülya Argunşah ile beraber konuşma şansına eriştim. “Millî Mücadele ve Edebiyat İlişkisi Neden ve Nasıl Tematik Bir Tür Tarihi Olarak Okunmalıdır?” başlıklı bir konuşma yaptım.
İkinci etkinlik İstanbul Bilgi Üniversitesi’nce gerçekleştirilen “İlk Yüzyılı Biterken Cumhuriyet Konferansı: Demokratikleşme Momentleri, Sıradan İnsanlar ve Siyaset” toplantısıydı. 28-30 Nisan arasında üç güne yayılan ve paralel oturumlarla ilerleyen, çok disiplinli bir etkinlikti. Cumartesi günü bu konferansın “100 Yıla Kurgu Dünyasından Bakmak” başlıklı edebiyat oturumunda meslektaşlarım ve dostlarım olan Engin Kılıç ve Çimen Güney-Erkol’la beraber yer aldık. (Bu arada, kurgu İngilizce “fiction” karşılığı olarak kullanılıyor ama biz edebiyatçılar bunu değil, “kurmaca” sözcüğünü kullanmayı tercih ediyoruz.) Buradaki sunum başlığım “Babalar ve Rejim: Türkçe Romanda Erken Cumhuriyet Döneminin Temsil ve Eleştirisi” idi.
GERİDE KALAN YÜZYILI DÜŞÜNME ÇABALARI
Kamuoyu Fazıl Say’ın “Yüzüncü Yıl Marşı” ile ilgili polemik ve dalaşmalarla meşgulken, akademik dünya muhafazakârından özgürlükçü sola ilerleyen kollarında yüzüncü yıl olgusunun değişik yönlerini kâh yeni bakış açıları sunarak kâh var olan sosyo-politik yarılma ve ayrışmaların semptomlarını sergileyerek tartışmaya çalışıyordu. Tabii herkesin ilgisi bir yandan seçim gündemine bir yandan da Yüzüncü Yıl Marşı konusuna çevriliydi. O yüzden bu akademik etkinliklere kamuoyu ilgisi pek yüksek değildi. Doğal olsa gerek, kıskanıyor değilim.
Ne var ki, gerek bu Yüzüncü Yıl Marşı etrafındaki alevli tartışmalar gerek katıldığım konferanslarda dinlediğim sunumlar, devletimiz ve dolayısıyla toplumun cumhuriyet rejimindeki ilk yüzyılını yeniden ve eleştirel biçimde değerlendirmek ve bunun üzerinden de önümüzdeki yüzyılla ilgili projeksiyon yapmak gerekliliğini bana güçlü bir biçimde yeniden hatırlattı.
Artı Gerçek’te yazdığım yazılarda sık sık bir zebella devletten söz ediyorum. Burada filozof Hobbes’un Leviathan’ının karşı kutbunda yer alan Behemoth’la özdeşleşen ve tebasını sömürmeye öncelik veren bir devlet anlayışı var. Zebella devletin ana kaygısı kendini yeniden üreterek devam ettirmek. Bunu yapabilmek için, istismarcı iktidar anlayışını görünmez kılacak her numaraya başvuruyor.
ZEBELLA DEVLETİ AŞMAK İÇİN YENİDEN ÇERÇEVELEME
14 Mayıs seçimi sadece var olan AKP iktidarının değişmesi açısından değil, özellikle 2016’dan beri bu iktidara doğrudan destek veren ve onunla bir tür koalisyon oluşturan bu zebella devlet yapısının değişmesi, değişmeye başlaması açısından da önem arz ediyor. Her ne kadar seçim gündemi artık geride kalmış gibi bir izlenim uyandırıyorsa da, biz 2023 Depremleri sonrası bir Türkiye’de yaşıyoruz. Bu depremleri de yok sayacak, resmi rakamlara göre 50 binin üstündeki insanımızı ve bunları yıkıntıların altında bırakan devlet mekanizmasını görmezden gelecek, bir sonraki felakete kadar eblehçe ve belleğimizi yitire yitire yaşayacaksak kanımız kurusun.
Ortada sorunlu bir devlet etme mekanizması mevcut. Seçim kampanyalarında teröristtir, bölücüdür, bol heyecan pompalayıcı, ver coşkuyu ajitasyon çalışmalarından geçilmemekte. Halbuki bu ülkedeki Kürt sorununu ve onun özellikle PKK’yi içeren son 40 yıllık dönemini çözmeyen, gereken adımları atmayan özne, bunu yaparak gittikçe zebellalaşan devletten başkası değil. Bu ülkede terörü, tüm kötü ve istismarcı yönetim politikalarını meşrulaştırmak için kullanan bir devlet geleneği mevcut.
Bu zebella devlet yapısını, onunla münazaraya girerek alt etmek mümkün değil. Alalım zebella devletin oyuncularını karşımıza, vargücümüzle saydıralım yüzlerine yüzlerine. Öyle ki, içimiz soğusun, tüm zehrimizi atıverelim. Bunlar derdimize deva olmayacak. Çünkü lafla peynir gemisi yürümeyecek. Şu anda sosyal medya ve medyada bol bol örnekleri görülen biçimlerde Karagöz-Hacivat oyunu oynamış olacağız.
Bizim akılla hareket edip, meseleleri sıkıştıkları yerlerden çıkartıp farklı bakış açılarından tartışmamızı sağlayacak yeni kavramsal çerçevelere ihtiyacımız var. Mesela Bilgi Üniversitesi konferansında Millî Mücadele, cumhuriyetin erken dönemleri ve özellikle meclisin rolü konusunda çalışan Ahmet Demirel hocayı dinlerken, özellikle bir şeyi düşündüm. Zebella devletin önemli araçlarından olan bir tek adam meselemiz var. Bunu şu andaki cumhurbaşkanlığı sisteminde acı acı tecrübe ediyoruz ve önümüzdeki seçimden sonra geride kalmasını arzuluyoruz.
Ne var ki, bu tek adam dayatması sadece Erdoğan ile ortaya çıkan bir şey değil. İlk yüzyıl içinde bunun pek çok tezahürüyle karşılaştık ve aslında bu tek adamlık, demokrasiden uzaklaşma eğilimi cumhuriyetin kuruluşundan itibaren mevcuttu. Atatürk’ün siyaset kariyerini ve yönetim anlayışını bu olgu olmadan düşünmek mümkün mü?
Fakat ülkedeki farklı eğilimlerdeki milyonlarca Atatürkçüye, Atatürk’ün tek adam politikalarından söz etmenin ona hakaret anlamına gelmediğini nasıl anlatacağız? Bunu anlatmak gerekiyor. Bunu tartışmanın ve dert anlatmanın yeni çerçevelerini kuramayınca, insanlar, daha doğrusu kitleler birbirlerine karşı acılaşıyorlar.
YÜZÜNCÜ YIL MARŞI’NI BİR DAHA MI KONUŞSAK
Fazıl Say’ın Yüzüncü Yıl Marşı’nı bir örnek olarak düşünebiliriz. Sosyal medyada pek çok insan oldukça doğru görüşler ortaya koyuyorlar. Doğrusu pek marş sevmeyen biri olarak, Say’ın eserini ben de pek beğenmedim. Hatta şimdi kendimi zorlayıp esaslı görünecek eleştiriler de getirebilirim. Bunu yapmaya da hakkım olur. Ta ki, beğenme ya da beğenmeme yönündeki yargılarımı sağlam uzman tanıklıkları, müzik ve özellikle marşlar konusunda uzman insanların görüşleri vb. malzemelerle destekleyebileyim. Bir görüşüm varsa, bunu kanıtlamak üzere soğukkanlı biçimde hareket ederek onu tartışmalı ve kanıtlamalıyım. Yani bir argüman geliştirmeliyim.
Say’ın çalışmasını beğenen bir başka vatandaş da, benimkine karşıt malzemelerden yararlanarak benim tezimi çürütebilir, yanlışlayabilir. Bunu yapabilsek, sonu küfürleşme ve hakaretlerle bitmeyen bir iletişim ortamı oluşturabiliriz. Bunun en önemli kaynaklarından biri, uzman görüşleri ve çalışmaları olacaktır. İşin uzmanlarını daha fazla dinlemeliyiz. Tabii onlar da afaki konuşmamalı, görüş ve yargılarını sağlam biçimlerde temellendirebilmeliler.
Aklı öne çıkaran bir iletişim ortamına ihtiyacımız var. Duyguları yok saymıyoruz. Bu zaten etik de olmaz. İnsanların duyguları önemlidir. Fakat her şeyi duygu ve inanç düzeyinde savunmak sadece birbirimize düşmemizi, içine düştüğümüz çıkmazlardan çıkamamamızı getirecek.
Her konunun konuşulabileceği, konuşanın diğerlerinin varlığına saygı gösterme koşuluyla, her tür destekleyici malzemeden yararlanarak görüşlerini savunabileceği bir ülke… Sorunlarımızı başka türlü çözmek mümkün değil. Zebella devletin ortağı olmayı seçenler dışında herkesin, aklını kullanarak konuşmak ve anlaşmaktan başka yolu yok. Bu kadar sorunun var olduğu bu dünya ve Türkiye’de farklı bir yarın bu basit iletişim ilke ve çabalarından doğacak. Umarım anlaşmak ve birlikte çözüm üretmek 14 Mayıs sonrasında temel ve ortak kaygılarımızdan biri olur.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.