Erol Köroğlu
Korkuyu anlamak ve korkmamak üzerine
“Milletten Uzaklaşmak” dizimin iki hafta önceki son yazısını, 1915 üzerinden şöyle bağlamıştım:
“108 yıl önce daha sade ve katışıksız bir millet yaratmak adına düşünülen, düşünülürken modernleşme tarihinin sömürgeci ve emperyalist vakaları incelenerek, örnek alınarak oluşturulan bu kıyıcı eylem, bugün hâlâ bizi uyumlu ve çatışmasız bir ulusal toplum olmaktan uzak tutuyor. İstediğiniz kadar açıklamaya ya da bastırmaya çalışın, bastırılan hep geri dönüyor. Dışlayıcılık ve yok etme tavrı tarihsel olarak bir alışkanlık haline geliyor. Bir kere dışladığınızda sorun çözülecek sanıyorsunuz. Oysa hep dışlamaya, hep bastırmaya, hep yaftalamaya ve yok etmeye çalışmaya yazgılı oluyorsunuz.
Nasyonalistsiniz ama uygulamanız hep “de-nasyonalizasyon”.
Milliyetçisiniz ama nedense hep milletten uzaklaşmak zorunda kalıyorsunuz.
Evet, milenyumun beklentileri gerçekleşmedi. Ulus-devlet aşılmadı. Fakat ironik bir biçimde ulusçuluk hep ulustan uzaklaşıyor.”
Bugünkü yazıda da buradan yola çıkacağım ama daha yakın bir sorundan söz edeceğim. Bundan söz ederken de Murathan Mungan’ın 2023 sonbaharında yayımlanan yeni romanı 995 km’den yararlanacağım. Öncelikle dün, 7 Ocak Pazar Artı TV’de Sözün Yarısı programıma konuk olan Mungan ile, bu roman üzerinden kapsamlı ve derinlikli bir söyleşi gerçekleştirdiğimizi söylemek istiyorum. Programı izlemenizi tavsiye ediyorum.
KATİLİN ZİHNİNDE 995 KM
995 km, bizi 1990’ların “faili meçhul” cinayetlerine götürüyor. Hem de bu cinayetlerde devlet tarafından kullanılan bir tetikçinin zihni üzerinden. Romanın çok incelikli kurulmuş bir yapısı var. İki ana bölümden oluşan romanın 150 sayfalık ilk bölümünde, tetikçinin Saim Baran cinayetinin arifesinden cinayeti işledikten sonra yönlendirildiği Alanya’ya giderkenki 995 kilometrelik yolculuğunu izliyoruz. Bu cinayet katilin 41. cinayeti.
Katil sıradan bir tetikçi de değil. Aslında “Cihad’ın Oğulları” adlı bir İslamcı terör örgütünün derin devlete sızdırdığı bir eleman. Bütün bunlar üzerinden, kelimenin tam anlamıyla son derece sürükleyici bir siyasal polisiye okumaktayız. Fakat romanın anlatım tekniği açısından en çarpıcı yönü, üçüncü tekil şahıs bir “her şeyi bilen, tanrısal anlatıcı”nın romanın tetikçi başkahramanına odaklanan anlatısı. Romanın başından itibaren katilin zihnindeyiz ve onun iç içe entrikalar biçiminde ilerleyen yolculuğunu izlerken, bir yandan da psikolojisini, sorunlu kişiliğini oluşturan geçmiş kaynaklı travmalarıyla karşılaşıyoruz.
TARİHİ AÇIKLAMAYI AZMEDENLER
Mungan, yaptığımız söyleşide de vurguladığı üzere, tüm roman boyunca ele aldığı her olayı, 90’ların faili meçhul gündeminden alıp önümüze getirmiş. Herhangi bir siyasal gönderme ya da teknik bilgi söz konusu olduğunda, bunları gerçek olaylardan almış ve bu noktalarda kurmacadan uzak durmuş. Fakat buna rağmen, 995 km bir belge-roman değil.
Tetikçinin gerçekleştirdiği 41. suikastın kurbanı “Saim Baran,” Musa Anter suikastını temel alıyor mesela. Fakat o suikast ile ilgili “gerçeği” bizim önümüze koyma gibi bir iddiası yok. Musa Anter ya da bir başka faili meçhul cinayetini açıklamaya çalışmıyor Mungan. Ayrıntılarını özellikle basına yansımış gerçek kırıntıları üzerinden oluşturduğu halde, daha zor bir işe soyunuyor ve bize 1990’ların faili meçhulleriyle ilgili bir anlayış sunmayı hedefliyor.
Nitelikli tarih ya da çağ romanlarının temel özelliğidir bu. Kötü ya da bazen kötü niyetli romancı, tarihin nasıl olduğunu açıklamaya girişir. Mesela Mustafa Suphi ve yoldaşlarını, herhangi bir dayanağı yokken varmış gibi göstererek, Rusya’da çatıştıkları Enver Paşa’nın öldürttüğünü söyleyiverir ve böylece Ankara hükümeti ve Mustafa Kemal üzerindeki kuşkuların gündemden düşmesini sağlamaya çalışır. Attila İlhan’ın Gazi Paşa’sı böyledir mesela. Sabrı olan bu romanla ilgili uzun makaleme bakabilir.
Kötü tarihsel roman, tarihi yeniden ve belirli bir biçimde yazmak, kısacası zihinleri etkilemek derdindedir. O yüzden tarihsel gerçekleri açıklamaya çalışır gibi yaparak aldatmacalar oluşturur. Mesleki hayatım bu tür kurmaca manevralarını okuyup yorumlamak, bir yerde ifşa etmekle geçti.
ANLAYIŞ PEŞİNDEKİ HAKİKİ ROMAN
Öte yandan nitelikli bir roman, ne kadar olgu ve belge kullanırsa kullansın, hakikati açıklama oyunları oynamaz. Yazarın o tarihsel dönem veya olayla ilgili kendi anlayışını okurlara sunmasından oluşur. Yani bir yorum teklifi olmakla yetinir. “Gel olup bitene bir de bu açılardan bak” demiş olur.
995 km, hâlâ hayatımızı karartmakta olan siyasal soruna ve devletin 1990’larda saptığı karanlık dehlize bu açıdan tam bir taze soluk, yeni bir bakış açısı getiriyor. Burada sözünü ettiğim şey, İslamcı bir tetikçinin zihnine odaklanan anlatım tekniği ve bunun üzerinden bir katille empati kurmamızdan ibaret de değil. Bu tabii ki çok önemli bir şey ve Mungan bunu inanılmaz bir ustalıkla yapıyor.
Örneğin şu var: Karakterin psikolojisiyle ilgili pek çok veri elde ediyor, nasıl travmatik bir çocukluktan sonra buralara geldiğini anlayabiliyoruz. Zihninin o korkutucu hesapçı işleyişini izleyebiliyor ve aşağıda değineceğim biçimde bir rahatlama yaşıyoruz. Fakat karakterle aramızda oluşan empatik ilişki, asla sempatiye dönüşmüyor. Nefret de etmiyoruz. Onu sadece izliyoruz. Etkisi altında kalmadan, hayran olmadan, korkmadan… Hani o Netflix dizilerindeki “ayyy ne korkunç” ve seyretmesi “ne de keyifli” seri katillerden daha farklı izliyoruz bu adamı. Eğlenceli bir gerçek hayattan kaçış peşinde değiliz bu romanda.
KORKU, AKIL KATİLİDİR
995 km ile ilgili olarak, yayımlanmasından çok uzun bir süre geçmediği halde, çok iyi değerlendirme yazıları çıktı. Bunların pek çoğuna romanın Metis Yayınları sayfasından ulaşabilirsiniz. Fakat ben bu iyi yazılardan bir tanesine, Sırma Köksal’ın K24’te yayımlanan yazısına gönderme yapacağım. Köksal, 995 km’nin bir korku romanı olduğunu tespit ediyor ve romanı bunun üzerinden, Kafka’nın Şato’sunu da söz konusu ederek tartışıyor.
995 km’de korku meselesi gerçekten önemli. Çünkü baktığı ve kurmaca alanına taşıdığı dönem, adıyla sanıyla faili meçhuller dönemi bir korku kaynağı, adeta bir karabasan, bir kâbus. Bu kâbus geride kaldı diyebilir miyiz? Hâlâ hayatımızın orta yerinde duruyor. 1990’ların faili meçhulleri aslında devlet kaynaklı oluşu üzerinden “faili meşhur” ama o meşhur failler, tetikçiler, derin devlet unsurları, sürü sepet katil, işkenceci, infazcı, aklınıza gelen her türlü melanet aygıtı ceza görmeden yaşamaya devam ediyor, vakit geldiğinde de kurbanlarının tersine doğal biçimlerde hayatı terk ediyorlar.
Tek tek katiller bir yana, bu karanlık cinayet ve terör mekanizması aydınlanmış da değil. Neyin nasıl olduğunu bilemiyoruz. Bu da karanlık ve korkuyu geçmişe ait olmaktan uzak tutuyor. Korku var kalmaya devam ediyor.
Mungan’ın bu romandaki asıl başarısı, bu korkunun kaynaklarına dair bize bir anlayış sunması. Ben bu anlamda Sırma Köksal’ın yorumundan ayrılıyor ve 995 km’nin bir korku romanı olmasının ötesinde, zahmetle ama ustaca örülmüş bir anlatı evreni üzerinden bir anlama önerisi sunduğunu, dolayısıyla korkuya bir panzehir işlevi gördüğünü düşünüyorum.
Bunun ayrıntılarını gelecek hafta tartışacağım. Çünkü korkuyu yaratanların, tam da “milletten uzaklaşma” yönünde çalıştıklarını, demokratik bir ulusal toplumu tarumar etmeye, onu bölüp parçalamaya uğraştıklarını düşünüyorum. Öncelikle bunu görmemiz lazım. Asıl bölücüler “kahramanlar”, pek geniş düşündüklerini, ustaca hamlelerle vatana millete hizmet ettiklerini düşünürlerken, aslında modern bir ulus-devletin temellerini sarsıyorlar. 995 km bunu anlamamıza iyi bir vesile. Tabii, her şeyden öte, çok iyi bir roman.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.