Mükemmel bir temsili demokraside yaşasak başarır mıydık?

Kendimizi temsili demokrasi hayaline kaptırırsak, şu veya bu hükümetlerle daha pek çok deprem ve felaket yaşayacağız. Başka türlü bir siyasal alan için meydana çıkmamız gerektiğini aklımızda tutmalıyız. Bunun yolu, sokakta birbirimize değmekten geçecek.

Partilerin milletvekili aday listeleri artık ortada. Şimdi tam anlamıyla seçim ortamındayız. Kampanyalar hızlanacak. Fakat tüm bunlar olup biter, listeler yavaş yavaş kamuoyuna ulaşırken, ben 9 Nisan’da, her Pazar olduğu gibi yine saat 12:00’de canlı yayımlanan programım Sözün Yarısı için Artı TV’deydim. Bütün konuklarımla yaptığımız gibi edebiyatı, okurluğu, âşık olduğumuz metinleri konuşuyorduk. Merak ederseniz, buyurun, programın kaydına da buradan ulaşabilirsiniz.

Konuğum güzel sesi ve güçlü yorumculuğu ile tanınan, Kardeş Türküler solistlerinden Feryal Öney idi ve birlikte, aslında benim de âşık olduğum, üzerine yazıp çizmeye devam ettiğim bir metni, Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikâyesi” roman dörtlüsünü konuştuk. Boğaziçi Üniversitesi’nde Türkoloji lisans programını birlikte okuduğumuz, sınıf arkadaşım sevgili Feryal, Yaşar Kemal’in savaş karşıtlığının ve ustanın Anadolu’ya dönük, farklı kültürler, kimlikler ve dilleri kapsayan “bin bir çiçekli bahçe” yaklaşımının, Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nden kaynaklanan ve aşağı yukarı 30 yıldır üretimde bulunan Kardeş Türküler grubunun müzikal üretimini nasıl etkilediğini anlattı.

OLARAK BAKMAK

Tam bu noktada, belki sizlere tuhaf gelecek bir biçimde, güncel siyasetin ve seçim sürecinin hızlandığı şu günlerde durup durup Yaşar Kemal ve özellikle Bir Ada Hikâyesi okumanızı, oradan da dönüp Kardeş Türküler’in coşkulu müziğini dinlemenizi önereceğim. Zorlu bir seçim sürecinde, deprem felaketi sonrası Türkiye’de umut ilkesini canlı tutmanın, içinde yaşadığımız karamsar gerçekliği hiç unutmadan irademizle umudu canlı kılmanın en sağlam yollarından biri olur bu. Çatışma ve savaşın reddedilemez bir gerçeklik olarak görüldüğü, barış vurgusunun bazen ona en sahip çıkması beklenecek özneler tarafından bile küçümsendiği bir ortamda asıl gerçeği anımsamamıza yardım edebilir bunlar ve benzeri kültürel üretim.

Biz insanlar yaşama “olarak” bakarız. Yaşamla ilgili her şeye. Örneğin savaşa. Savaşa ya “yaşamın temeli” olarak bakarız ya da “yaşamın katili” olarak. Kafanızda şu cümlelerden hangisi hâkim?

“SAVAŞ YAŞAMIN KATİLİ, YOK EDİCİSİDİR.”

“SAVAŞ YAŞAMIN ANLAMI, ÖZÜ, TEMELİDİR.”

Hangisini tercih ediyorsanız, bütün yaşama yaklaşım çerçevenizi bu belirleyecektir. Feryal Öney ile söyleşimizde, geçen hafta mecliste yapılan bir konuşmaya, HDP Milletvekili Garo Paylan’ın, meclise veda konuşmasına bu bağlamda değindik. Dilleri, Anadolu’da konuşulan dillere cumhuriyetin ilk yüzyılına hâkim olan baskıcı ve tekçi biçimde yaklaşılmasa, kültürel ve toplumsal yaşamın ne kadar canlı ve renkli olacağını konuşuyorduk. Paylan, çok samimi ve etkileyici bulduğum konuşmasında bu konuya da değiniyordu. Konuşmanın video kaydına buradan erişebilirsiniz. Fakat ben yine de, Paylan’ın konuşmasından uzunca bir parçayı aşağıya koymak istiyorum:

“Bakın, uzun zamandır yırtıp atamadığımız bir deli gömleği var; tekçilik dayatılıyor bize, tek kimlik dayatılıyor, tek dil dayatılıyor. Değerli arkadaşlar, niye tek dil olsun ya? Biz bir imparatorluk bakiyesiyiz, onlarca dil imparatorlukta bir arada yaşamış; onlarca inanç, yüzlerce inanç bir arada yaşamış bu imparatorluk çatısı altında öyle değil mi? Ama ne zaman ki tekçiliği dayatmışız, o günden beri iflah olmuyoruz bence. Bakın, memlekette 25 milyon Kürt yaşıyor, her 4 kişiden 1'i, hatta fazlası Kürt. Ya, Kürtler diyor ki: ‘Benim bir kimliğim var, benim bir dilim var.’ Ana dilinde eğitim hakkını sağlayamamışız Kürt halkına. Bu bizim utancımız olmalı. Bakın, ben bir Ermeni okulunda okudum, hayatıma Ermenice başladım, sonra hayatıma Türkçe girdi, sonra İngilizce girdi, sonra İspanyolca ve pek çok dil girdi; şimdi Kürtçeyi de öğrenmeye çalışıyorum. Bakın, Türkçeyi fena konuşmuyorum değil mi? Konuşabiliyorum. Hayata Ermenice başlamam, Ermenice eğitim almam diğer dilleri konuşmamı engellemedi, tam tersine bunu güçlendirdi. Çok dilli olmak yeni dilleri öğrenmeyi daha rahat hâle getirir. Kürtlerin de hayata Kürtçe başlaması Türkçeyi öğrenmesinin önünde bir engel değildir, tam tersine Türkçeyi o zaman çok daha kolay öğrenirler, çok daha kolay kendilerini ifade ederler, İngilizceyi de daha kolay öğrenirler.”

ŞU BİZİM ZEBELLA DEVLET

Paylan bilişsel bilim, dil edinimi ve çok dillilik gibi konularda uzun zamandır araştırılan ve ortaya çıkarılan, akademik ve akademi dışı yaklaşımlara temel oluşturan bir gerçeğe işaret ediyor. Bir yüzyılı devirmiş cumhuriyetimiz, hâlâ liseyi bitiren gençlerine bir yabancı dili, artık dünyanın ortak iletişim aracı olan İngilizceyi öğretemiyor.

Paylan’ın sözlerine benim neyi ekleyeceğimi tahmin edebilirsiniz: Zaten Türkçeyi de öğretemiyor! İnsanlarını kolu kanadı kırık, sakatlanmış, zedelenmiş bir dil ve iletişim temeliyle okul sonrası yaşama salıyor. Her şeyi ben bilir, ben denetler, düdüğümü öttürürüm diyen zebella devlet değil mi bunun da altında yatan temel neden? Devletimizin temel derdi, insanlarının barış ve huzur temelinde belirlenen bir toplumsallık oluşturması değil, bin bir türlü derde düşe kalka, zebella devletin onun başına sardığı eza ve cefalardan başını kaldıramaz hale gelmesi.

Aslında konuyu tam da buraya getirmek istiyordum. Paylan’ın bu döneme damgasını vuracak bu konuşması, sadece dil üzerinden değil, pek çok konuya değinerek zebella devlete dikkat çekiyor. Paylan buna müesses nizam diyor ama kastedilen aynı şey. Sonuçta adaletsiz, özgürlük düşmanı ve sömürgen bu devlet olma yaklaşımı, Paylan’ın vurguladığı gibi, o iktidardan bu iktidara devam ediyor. Bu devlet yaklaşımı, korona virüsü gibi, iktidardan iktidara geçip kendini yeniliyor ve ardında leşler bıraka bıraka sürüp gidiyor. Nitekim Paylan, meclisteki dönemdaşlarına bunu hatırlatıyor, demokrasiyi getirmek adına, topluma yararlı olmak adına hiçbir şeyi başaramadık diyor.

TEMSİL EDİLENLER BAŞARAMAZ

Paylan ve onun gibi toplumsal vicdanı yüksek pek çok milletvekilinin her şeye rağmen geçen meclis döneminde mücadele ettiklerine kendi adıma tanığım. Verdikleri emeğe sağlık. Adları unutulmasın, hep anımsansın. Ancak Paylan başarısızlık tespitinde haklı. Başaramadılar. Başarısızlıkları sadece iktidardan ve iktidarın asalağı olan zebella devletten kaynaklanmıyor. Parlamenter temsil sisteminin ta kendisinden de kaynaklanıyor. Güçlendirilmiş ve partili cumhurbaşkanı garabeti elbette parlamentoyu hiç derecesine indirdi. Ne var ki, AKP iktidarı bu seçimde sona erse, muhalefet meclis çoğunluğunu kazansa, Kılıçdaroğlu ilk turda cumhurbaşkanı seçilip parlamenter sistemin yeniden tesisi için çalışsa bile sorun ortadan kalkmayacak.

Sosyal medyadaki cumhurbaşkanı adayları tartışmalarına ve bu haftadan itibaren yürüyecek olan vekil adayları listeleri üzerine muhabbete bir bakın. Herkes futbol maçı yorumcusu tadında yaklaşıyor konuya. Futbol yorumcusu en temelde seyircidir. Bizim edebiyat ve sanat eleştirisinde artık hiç beğenmediğimiz, dışladığımız bir izlenimcilikle neleri beğenip neleri beğenmediğini anlatır da anlatır. Tabii burada eğlence söz konusu. Futbolla ya da benzeri konularla ilgili geyik ayyuka çıksa kime ne zarar gelir? Fakat siyaset öyle değil. Rahat koltuklarımıza yayılıp ya da bilgisayar karşısında kaykılıp “o aday olmadı, bunlar oyumu hak etmiyor” ya da “bu adayı tercih ederek intihar ettiler” falan filan diye yorum yapmak çok kolay. Ancak bu yorumlarımız eninde sonunda dönüp bizi vuruyor ya da vuracak.

Marksist düşünürler Michael Hardt ve Antonio Negri, Abdullah Yılmaz çevirisiyle Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ortak kitapları Duyuru’da (https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/kitap/duyuru/492) günümüz toplumunu “borçlandırılmış, medyalaştırılmış, güvenlikleştirilmiş temsil edilenler” olarak tanımlarlar. Var olan ekonomik düzende kredi kartları ve krediler üzerinden yaşamın her aşamasında ağır borçlar altına sokulur, müesses nizamın çerçevesini kafalarımıza kakmakla mükellef medya tarafından yönlendirilir, aynı müesses nizamın o medya üzerinden pompaladığı güvenlik tehditleriyle paranoyaklaştırılır ve çözümü hep oylarımızla o parlamentolara yollayacağımız temsilcilere bağlarız.

Yanlış anlaşılmasın, önümüzdeki seçimi ben de herkes kadar önemsiyorum. Alınacak her iyi sonuç, daha farklı bir Türkiye için vereceğimiz mücadeleye yakıt olacak. Fakat bizler o farklı Türkiye’nin oluşumunu vereceğimiz o tek oya bağladığımız, vekilleri Ankara’ya yollamaktan ötesini göremediğimiz sürece, söylemesi acı veriyor ama toplumsal ve siyasal özneler olarak en nihayetinde yine avcumuzu yalayıp hüsrana uğrayacağız.

SİYASETİN NESNESİ DEĞİL, ÖZNESİ OLARAK YURTTAŞLAR

Türkiye’nin yaşadığı kutuplaşma kültürü; KHK’lılar sorunu; bitmek bilmez terördü, vatana ihanetti, vatan bölünürdü paranoyaları; ağır enflasyon ve derin yoksulluk; tekçi devletten kaynaklanan her tür baskı ve eza; eğitim, sağlık, barınma ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarımızın hep tehdit altında oluşu…

Bunlar bizim sorunlarımız. Mesela ben şimdi sizi ikna etsem. Desem ki, “yollayın beni meclise ya da cumhurbaşkanı yapın, bu sorunları çözemezsem beni hücrelerime ayırarak yok edin.” Sonunda beni yok etmeniz gerekir. İstediğim kadar iyi niyetli olayım, hatta siyasi açıdan dâhi olayım, ben bu sorunları çözemem. Tek başına bir iktidar da çözemez. Bir parti ve hatta tüm bir meclis de çözemez. Çünkü temsili demokrasi bu sorunların çözülmemesi üzerinden temellenip işliyor.

Yol bulunmaz mı? Bulunur elbet. Meclisi siyasetin tek mercii olarak görmezsek, toplumsal ve siyasal özneler olduğunu idrak eden yurttaşlar haline gelirsek, siyaseti bizi temsil edenlerin işi olmaktan çıkarır ve müşterek alanımız, agoramız haline getirebiliriz. İdeal bir Eski Yunan doğrudan demokrasi hayali değil derdim. Fakat her biçimde farklı kimliklerimiz ve çıkarlarımızla siyasetin daha çok içinde olmamız lazım. İşyerlerimizde, okullarımızda, sokak ve mahallemizde, tüm yerel ve ulusal yönetimlerde, dernek ve sivil toplum oluşumlarımızda ve elbette deprem bölgesinde…

Deprem geçmedi, kendimizi kandırmıyoruz, değil mi? Kendimizi temsili demokrasi hayaline kaptırırsak, şu veya bu hükümetlerle biz daha pek çok deprem ve başka türlü felaket yaşayacağız. O yüzden, altını çizerek bu uzayan yazıyı sona erdireyim: Bu seçim için her tür emeğe amenna. Fakat işin bununla bitmeyeceğini, başka türlü bir siyasal alan için meydana çıkmamız gerektiğini de hep aklımızda tutmalıyız. Bunun yolu, sokakta birbirimize değmekten geçecek. Birbirimize bakmak, görmek, dinlemek ve birbirimizle konuşmaktan. O zaman sanal oyundan çıkacak ve gerçeği görebileceğiz. Bunun için gecikmiş değiliz.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi