Doğan Özgüden

Doğan Özgüden

Nazım’ın anısına çullanan akbabalar…

Büyük ozanımızın adını ve şiirlerini kendi propagandası için istismar eden Tayyip’in gerçek yüzü Akpınar, Gezen, Çakır ve Aziz’e saldırılarında tüm çirkinliğiyle ortaya çıkmaktadır.

Beş gün sonra, 15 Ocak, sürgünden sonsuzluğa uğradığımız büyük ozanımız Nazım Hikmet’in 117. doğum günü… Her seneki gibi o günü de kendi şiirlerini İnci’yle birlikte kendi sesinden dinleyerek anacağız.

     Ben yanmasam,
     sen yanmasan,
     biz yanmasak,
     nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa..,

Hiç unutmuyorum… Bu şiiri kendi sesinden ilk kez 1965 senesinde, Ankara’nın Çankaya sırtlarında kent ışıklarını yukarıdan seyrederken dinlemiştim… Günler, yönetmeni olduğum Akşam’ın ve TİP’in Demirel iktidarının ağır baskılarına uğradığı günlerdi. Bizim yazarlardan Çetin Altan, TİP listesinden milletvekili olup Ankara’ya yerleşmişti… Yoğunlaşan baskılara karşı ne yapabileceğimizi görüşmek için onun evinde buluşmuştuk.

Nazım’ın sürgündeyken Peşte radyosunda kendi sesinden kaydedilen şiirlerinden birkaçı 45’lik plak halinde ona da ulaşmıştı. Karabasanı yırtmak için o akşam kavga ve umut dolu şiiri Çetin’le birlikte defalarca dinlemiştik.

Aslında Nazım’ı ve şiirlerini tanımam 40’lı yıllara dayanır… Anadolu bozkırındaki ara istasyonlarda görevli demiryolcu babamın en sevdiği ve şiirlerini sık sık yüksek sesle okuduğu şairlerdendi Nazım Hikmet…

İstasyondan geçen marşandiz katarlarının raylardan yükselen krerşendo ve dekreşendolarıyla Nazım’ın ünlü Bahri Hazer şiirindeki in-çık’lı mısralar arasındaki benzerlik o çocuk yaşımda beni adeta büyülemişti… Dinleye dinleye belleğime kazınmış olan mısraları katar uzaklaşıp gittikten sonra hançeremi yırtarcasına tekrarlayarak istasyonun sağır ıssızlığına meydan okurdum.

     Devrilen
     bir atın
     sırtından inip
     şahlanan
     bir ata
     biniyor kayık!

     Çıkıyor kayık
     iniyor kayık
     çıkıyor ka…
     iniyor ka…
     Çık…

     in…
     çık…

Şairin hapiste olduğu söylenmişti, ama nedenini bilmiyordum. Babam onun tek parti yönetiminin bir komplosu sonucu zındanda çile çektiğini de mutlaka biliyordu, ama savaş ve tek parti yönetiminin terör ortamında böyle şeyler uluorta konuşulmazdı. Ta ki Ankara’ya göçüp de ben Atatürk Lisesi’nde okumaya başlayınca kadar… Çok partili rejime geçiş günleri… Nazım Hikmet’e özgürlük kampanyası açılmıştı… Artık biliyordum ki o muhteşem mısraların şairi komünist olduğu için zındandadır…

Nazım Hikmet’in 1950’de çıkartılan genel af yasası sayesinde özgürlüğe kavuşmuş olması ona hayran biz baba oğul için de büyük sevinç kaynağıydı. Ama bu kıvanç uzun sürmeyecekti. Karşılaştığı baskılar, tehditler karşısında Nazım Hikmet de ertesi yıl siyasal sürgünler kafilesine katılmak zorunda kalacak, bu kez de tüm partiler ve medya tarafından vatan haini ilan edilecekti.

Nazım acısı Türkiye’de yönettiğim gazete, dergi ve yayınevlerine hep vurdu damgasını… Kaç şiirini paylaştım, üstüne kaç yazı yazdım, kaç makale, kaç kitap yayınladım…

Ant Dergisi’nde 15-16 Haziran 1970 işçi direnişi üzerine yazdığım başyazı, Nazım Hikmet’in ünlü mısralarıyla başlıyordu:

     Türkiye işçi sınıfına selam!
     Selam yaratana!
     Tohumların tohumuna,
     Serpilip gelişene selam!

Sonra bizleri de ülkemizden kopartan 12 Mart 1971 darbesi… Sürgün yaşamımızda Nazım Hikmet’in kavgası, umut dolu şiirleri İnci’yle bana hep ışık tuttu… Paris’te sıcak dostluk kurduğumuz ikinci eşi Münevver Hanım ve oğlu Mehmet’in izniyle Nazım Hikmet’in Peşte radyosunda kendi sesinden kaydedilmiş tüm şiirlerini ve de uluslararası sanatçıların Nazım’dan esinlenen eserlerini iki kaset halinde yayınladık.

1976 sonbaharında Sovyetler Birliği’ne gittiğimizde de dostu Ekber Babayev’le beraber Nazım’ın Moskova’daki anıt-mezarını, ardından üçüncü eşi Vera’nın bir müze gibi koruduğu evini ziyaret sürgün yaşamımıza damga vuran en önemli olaylardandı.

Moskova’dan döndükten sonra da Brüksel’de sosyalist sendikalar federasyonu FGTB ve Türkiyeli İşçiler Kültür Merkezi’yle birlikte doğumunun 75. yıldönümünde Belçika’nın ünlü sanatçıları ve sol şahsiyetlerinin katıldığı bir anma gecesi düzenledik, bir de Fransızca kitap yayınladık.

90’lı yıllarda Nazım Hikmet üzerine karartma giderek yırtılmaya başlamıştı. Türkiye’de ve yurt dışında Nazım’ın eserleri ve Nazım üzerine çeşitli araştırmalar ve belgeler daha rahatça yayınlanabiliyordu.

2001’de piyanist Fazıl Say’ın besteleyip Genco Erkal ve Sertap Erener’le birlikte Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ve Devlet Çoksesli Korosu eşliğinde seslendirdiği Nazım Hikmet Oratoryosu, 60 yıldır süregelen sansürün çöküşünü simgeliyordu.

Ne ki, saygı duyulacak bu çalışma da, hangi nedenledir bilmem, yine sansür malulüydü. Genco Erkal’ın okuduğu ünlü Akşam Gezintisi şiirinde Ermeni soykırımını anımsatan dizeler resmen atlanmıştı.

     Affetmedi bu Ermeni vatandaş
     Kürt dağlarında babasının kesilmesini.
     Fakat seviyor seni,
     Çünkü sen de affetmedin
    Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına.

Gerek Türkçe gerek yabancı dillerdeki yayınlarımızda bu sansürü şiddetle protesto ettiğimiz halde ne yazık ki Nazım’a bu saygısızlık sol medyada dahi gerektiği gibi eleştirilmedi. Acı olan sansürün bu kez devletten değil, soldan gelmesiydi.

Benzer bir acıyı da, Nazım Hikmet’in Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim adlı eserinin yurt dışında yapılan ilk baskılarındaki "Komünistim, sevdayım tepeden tırnağa…" cümlesinin TCK’nin 141-142. maddeleri kalktıktan sonra yapılan Türkiye baskılarında bile "Emekçiyim, sevdayım tepeden tırnağa…" şeklinde sansürlenerek yayınlandığını öğrenmem oldu…

TÜRKEŞ VE ERDOĞAN'IN NAZIM HİKMET SÖMÜRÜSÜ

Bugünkü yazımda esas üzerinde durmak istediğim konu, Nazım Hikmet’e uygulanan sansür kadar vahim olan, büyük komünist ozanımızın belli şiirlerinin azılı anti komünist, ırkçı ve ümmetçi siyaset bezirganları tarafından kendi propagandaları için saygısızca kullanılması…

Bunun ilk örneği 1960’ın NATO güdümlü darbecisi, faşist MHP ve Ülkü Ocakları’nın kurucusu Alparslan Türkeş’in 1993 yılındaki parti kongresinde Nazım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan dizeler okumasıydı.

Bunu, Nazım Hikmet’e saygısından, onun düşüncelerini bir nebze olsun paylaştığından değil, Kürt muhalefetini yok etmeye sağın tek başına gücü yetmediği için, Türk solunun bir kesimini de yedeğe alma hesabıyla yapmıştır.

Nedenini daha sonra medyaya verdiği demeçte açıkça söylemektedir: "Bölücü gruplar Türkiye'nin birliği ve dirliğini tehdit ediyor. Ben Nazım'dan İstiklal Savaşı ile ilgili bu şiiri okuyarak Milli Sol'a mesaj veriyorum, onlarla yakınlaşmaya çalışıyorum. Bu şiir Milli Sol'a uzattığımız bir zeytin dalıdır. Milli olan bütün değerleri benimsiyoruz. Nazım'dan şiir okumanın temel sebebi budur."

Ya Recep Tayyip Erdoğan? O da, son yıllarda Kürt ulusal direnişine, sol harekete, laikliğe ve bilcümle demokrasi güçlerine karşı her türlü baskı ve komployu kullanarak topyekun imha harekâtı yürütürken, denk düştükçe Nazım Hikmet’in şiirlerini de beyin yıkama aracı olarak kullanmakta tereddüt etmiyor.

Güneydoğu illerinde Kürt çocukları kendisinin komuta ettiği resmî ve de örtülü kolluk güçleri tarafından katledilirken Erdoğan geçen 2017’nin 23 Nisan kutlaması sırasında Nazım Hikmet’in Hiroşima katliamı üzerine yazdığı Kız Çocuğu şiirinden dizeler okuma cüretini gösterebilmiştir.

Orada da kalmamış, 2018’in 11 Şubat’ındaki bir AKP toplantısında Nazım Hikmet’in Güneşi İçenlerin Türküsü’nü, 12 Ağustos’ta Trabzon’daki bir toplantıda Davet şiirini, son olarak da 29 Aralık’ta Cem Karaca’nın bestelemiş olduğu Bana İstanbul’u Anlat şiirini okumuştur.

Aynı Erdoğan 19 Aralık’ta Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ndeki Kültür Sanat Büyük Ödülleri töreninde bir yandan "Toplumların kutsallarını, inançlarını küçümseyen, hafife alan yahut ideolojik siparişlere göre köreltmeye çalışan kişinin yaptığı işin adı kültür veya sanat değildir" diye tüm sol ve demokrat sanatçılara saldırırken "Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu" sanatçılar listesinde milliyetçi ve dindar şair ve yazarların arasında Nazım Hikmet’in de adını zikrederek büyük şairimizin adını bir kez daha istismar etmiştir.

NAZIM'IN ADINI SÖMÜRENİN AKPINAR, GEZEN VE AZİZ'E ETTİKLERİ!

Sözüm ona Nazım Hikmet’e sahip çıkan Tayyip'in gerçek sanatçılara ne denli saygı duyduğu ise son günlerde Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’e karşı kişisel saldırılarıyla, onları adliye koridorlarına sürükletmesiyle ayan beyan ortadadır.

Hele tesettürlü bir grubun saldırısına tepki gösteren sanatçı Deniz Çakır’ı doğrudan hedef alması, kendisini sanatçıya saygılı olmaya ve Mozart dinlemeye çağıran Rutkay Aziz’e de "Cumhurbaşkanı'nı Mozart dinlemeye zorlamak faşistliğin dik âlâsıdır" diye saldıran bir despotun Nazım Hikmet’in adını ağzına almaya hakkı var mıdır?

Evet, Alparslan Türkeş, Recep Tayyip Erdoğan ve benzerleri kendi faşizan tutumlarını kamufle etmek için Nazım Hikmet’in anısına çullanan akbabalardır.

Tüm bu iğrençlikleri medyadan izlerken sadece Moskova’da yatan Nazım Hikmet’i değil, Paris’teki Père Lachaise’de yatan Yılmaz Güney’i, Ahmet Kaya’yı düşünüyorum. Külleri hem Atlantik Okyanusu’nun hem de Boğaz’ın sularına savrulan uluslararası ün sahibi bilim adamımız Fahrettin Petek’i düşünüyorum.

Özellikle Nazım Hikmet için onyıllardır dillerden düşürülmeyen Türkiye toprağında "bir çınar ağacının gölgesi" yakınmalarını…

Yüzsüzlükte tavan yapanlar yarın Putin’le anlaşıp Nazım Hikmet’i, Macron’la anlaşıp Yılmaz Güney’i, Ahmet Kaya’yı da Türkiye’ye getirmeye, bunu kendi faşizan uygulamalarını kamufle etmek için kullanmaya kalkabilirler.

Tıpkı bugün Nazım Hikmet’in şiirlerini alabildiğine kullandıkları gibi…

Kuşkusuz sürgünde yaşama veda eden herkesin ve de yakınlarının son dinlenme yeri konusundaki tercihlerine sonuna kadar saygı gösterilmelidir.

Ne ki, Nazım sürgünde can vereli yarım yüzyıldan fazla geçti… Türkiye, sosyal demokrat iktidarlar döneminde dahi bu en büyük ozanının son arzusunu yerine getirmeyi göze alamadı.

Üç yıl önce Avrupa Sürgünler Meclisi sayfasında yayınlanan röportajımda dediğim gibi, artık çok geç…

Bence onlar, büyük insanlığın vatandaşları olarak hep toprağa verildikleri yerde kalmaya devam etmelidir…

Moskova’da 1917 devrimini yaratanlarla, Paris’te 1871 komünarlarıyla aynı toprağı paylaşıyor olmak sadece onlar için değil, onların kavgasını yaşatanlar için de bir onur sorunudur.

Bitirirken sürgünde can veren büyük ozanımızın Benerci destanının bitiminde söylediklerini anımsıyorum:

     Çan çalmıyoruz. 

     Çan
çalmıyoruz.
     Yok
salâ veren!
     Giden
o
     biten
bir şarkı değildir...
     O
     büyük
bir ışık gibi döğüştü.
     Kasketlibir güneş
     halinde düştü.

Evet, ne cenaze töreni, ne mezar taşı…

Yeter ki bu insanların yaşamlarının en üretken, en verimli yıllarını çok sevdikleri ülkelerinin ve halklarının esenliği için başka coğrafyalarda mücadeleye harcadıkları unutulmasın…

Ve de arkadan gelen kuşaklar artık sürgün acısı tatmasın…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Doğan Özgüden Arşivi