Erol Köroğlu
Ne ki hayatın anlamı?
Cumartesi akşamı Artı TV’de bir senedir yapmakta olduğum Sözün Yarısı söyleşi programının 41. bölümü yayımlandı. Bir okurluk programı olan Sözün Yarısı’nda 40 konuğum oldu. İlk programı, acemilikten konuğu getirtmeyi beceremeyince tek başıma yapmıştım. Ben ona mesleki deformasyonla “ders izlencesi programı” diyorum. Bir sene boyunca neler yapacağımızı anlatmıştım.
44 hafta sonu, sadece depremden sonra ve seçim günlerinde ara vererek, tam da o monolog şeklinde yürüyen ilk programda anlattıklarımla uyumlu bir program gerçekleştirdik. Tabii programda sözün yarısı bana aitti ama başarının tamamına yakını farklı alanlardan gelen 40 konuğundu. Elbette benim gibi bir acemiyi sabır ve ustalıkla çekip çeviren Artı TV emekçilerinin karşılığı ödenmez katkısını da unutmamalıyım. Hepsine müteşekkirim. Benim için gerçekten zenginleştirici bir dönem oldu.
Arzu edenler buradan tüm bölümlere ulaşabilirler. İlk bölümü kanal haklı olarak buraya koymamış. Onu görmek isteyenler de şuraya bakabilirler.
Programa birkaç hafta ara verdik. Devamı gelirse, daha farklı unsurlar da eklenecek. Öte yandan, bu tür kapanışların ardından insan biraz hayatın anlamını düşünüyor. Nedir hayat? Ne anlama gelir? Anlamlı hayat nasıl mümkün olur? Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları’ndaki Cevdet Bey bu soruları abes bulur mesela. Gerçi başarılı tüccar Cevdet Bey iflah olmaz bir budaladır ama böyle bir sonuca ulaşmaya hakkı da vardır tabii. Herkes hayatın anlamını düşünmek zorunda değil.
Ben bunları düşünür ve yazıyı kurmaya çalışırken, başka bir şey geldi aklıma. Sözün Yarısı’nın son konuğu Alin Ozinian oldu. Alin Ozinian, eş zamanlı olarak iki deneme kitabı çıkardı: Kökler ve Kanatlar: Ararat ve Ötesi ile İçimizdeki Orkestra. İkinci Kitabı, arkadaşım Alin’in ricası üzerine yayımlanmadan önce okudum ve beğenerek okuduğum bu denemeler derlemesi için bir önsöz yazdım. Alin’in denemelerinin hayatın anlamı hakkında düşündüğüne inanıyorum. Bu nedenle, hayatın anlamı hakkında yazmaktansa, bu konuyla bağlantılı İçimizdeki Orkestra’ya yazdığım önsözü sizlerle paylaşmak istedim. Umarım sizler de Alin Ozinian’ın denemelerini benim gibi tat alarak okursunuz.
Tek Başına Ama Birlikte Bir Yürüyüş Olarak Alin Ozinian Yazısı
Ben yazan biriyim. Yazıp çizme miktarım fena değil. Tabii şimdiye kadar yazmış olmam gerekenin, ne kadarını yazmış olduğum tehlikeli bir konu. Akıl ve ruh sağlığımı koruyabilmek için o tarafa pek uğramıyorum. Yine de iyi kötü yazmışlığım var. Hal böyleyken, sevgili arkadaşım Alin Ozinian daha önce yayımlanmış yazılarının derleneceği bir kitaba önsöz yazmamı rica ettiğinde, ona hayır diyemezdim.
Alin ile çok eskilere uzanmayan ama bende derin izler bırakan bir Ermenistan gezisi üzerinden oluşmuş, bana memnuniyet veren bir dostluğumuz var. O gezinin çeşitli evreleri bir yana, Erivan’daki o muhteşem lokantada önümüze getirilenlere kendimizi unutarak “Allah Allah” çekip garsonumuza kimliğimizi belli ettiğimizde, onunla Alin sohbet etmiş, Soykırım Müzesi ve Anıtı’nı da ziyaret etmiş miydik sorusuna olumlu cevap vererek, yemeklerimize yumulmamıza ortamı uygun hale getirmişti.
Tabii komik bir hikâye bu. Muhtemelen Alin yanımızda olmasa da başımıza bir şey gelmezdi. Ermenistanlılar da, pek çok halk gibi, öncelikle hayatta kalmaya, karınlarını doyurmaya ve yaşamaya öncelik veriyorlardı. Yaşa ve yaşat diyen insanlardı. Tarihlerinde bunu demelerini zorlaştıracak 1915 ve sonrası gibi korkunç olaylara rağmen, hayatı olumlayan insanlardı. Garsonumuz da getirdiği yemeklere “Allah Allah” çeken bu saftorik Türklerle, yanlarındaki Ermeni aracılığıyla bir parça eğlenecekti haliyle. O kadarı da mı olmasaydı?
Bu bir yana, Alin bu durumla öyle soğukkanlı bir biçimde ilgilenip olayın neredeyse başlamadan bitmesini sağlamıştı ki, zaten biz de her şeyi olup bittikten sonra o bize aktarınca öğrendik. Bu aşamada bir noktaya açıklık getirmeliyim: Ben oldukça gevezeyimdir ve dağıla dağıla, daldan dala gezerek konuşma ve lafı uzatma huyum vardır. Bununla birlikte, burada başka bir şey yapma derdindeyim: Bir bağlantı kurmaya çalışıyorum.
Bu kitaptaki yazıları okuduğumda, rengini belli etmeden hınzır şakalar yaparken, bir yandan da her şey yolunda gidiyor mu diye etrafı kolaçan eden, insanlarına kol kanat geren arkadaşım Alin’in yazarlık izdüşümünü gördüğümü düşündüm. Alin bir gazeteci ve dünyada olup biten ilginç ve anlamlı değişimleri yakalamaya çalışıyor. Fakat bununla da kalmıyor. Ben onun simültane çeviri yaptığını da gördüm. Farklı dilleri konuşanlar arasında aracı olmayı, anlaşmalarını sağlamayı da profesyonel biçimde biliyor ve gerçekleştirebiliyor. Sıkı bir edebiyat okuru olduğunu ise, özellikle buradaki yazılarda fark ettim. Bunların ötesinde hayatı taşıyan bir kadın, kızına sevgi veriyor ve onu özenle eğitiyor. Alin, dünyaya ihtimam gösteriyor. Kendisi ve insanlar için iyi bir dünya var olsun istiyor.
Alin Ozinian Denemesinin Ne Olduğuna Dair
Tabii onun bu özellikleri pek çoğumuzda şu veya bu derecede mevcut. Fakat o bu özelliklerden bir yazma pratiği üretmiş durumda. Alin Ozinian bir deneme yazarı. Fakat alışıldık bir Montaigne “essai”i değil burada söz konusu olan. Yazarın geçmişiyle şimdisinin etkileşiminden doğan; bir yandan çoğu Ermeni (ve bazıları hak ettiği üne kavuşamayan) ünlüler üzerinden etrafındaki insanlara, ama akıl yürütme çabası üzerinden kaçınılmaz olarak o büyük hayal/ideale, insanlığa bakan denemeler bunlar.
Size bir Ozinian denemesi nasıl bir şey, biraz onu anlatayım kendimce. Ki, önünüzdeki sayfalara hazırlık yapmış olun. Belki daha önce Alin’in yazılarını okumuşsunuzdur. Fakat mecra değişince, farklı bir etki ortaya çıkabilir. Bu yazıları art arda okumak, geçmişle ilişkilenme ve düşünme süreçlerinizi daha fazla etkinleştirebilir.
Bir Ozinian denemesi ya da yazısı; bir kavram, bir olgu ya da bir isim etrafında yola çıkar. Bununla ilgili tarihçeler vererek, anekdotlar anlatarak ilerler. Kitaplardan alıntılar yapar. Bazen de yazının kendisi bir kitap ya da yazar hakkındadır. Bunlar zaten pek çok deneme yazarında olan şeyler diyebilirsiniz. Doğru. Güneşin altında yeni bir şey yoktur demişler. Bu anlamda Alin Ozinian da elbette başka yazarlardan gelen bir deneme pratiğine eklemlenecektir. Bu doğal. Fakat daha farklı bir şeyler de var.
Bir Alin denemesi, başlığın oturmuşluğuna ve yazıların pek çoğunda yer alan epigrafın ağır top görünümüne rağmen, sanki ne söyleyeceğinden pek emin değilmiş gibi başlar. Sanki yazının ilk taslağı yazılıyor gibidir. Bu bir ilk müsvedde mi? Yazar bir tür serbest odaklı yazı alıştırması mı yapıyor diye düşünürsünüz. Tek tek ve bazen birkaç cümleden oluşan paragraflar ya da satırlarla karşılaşırsınız. Bu sizde, yazı yolda düzülüyor ilk izlenimine yol açar. Oysa durum öyle değildir. Birbirine bağlana bağlana sonuca koşan cümle ve paragraflarla ilerlemeyen bu yazı, sonuna eriştiğinizde bir biçimde tamamlanmışlık, kapanışa ulaşmışlık hissi edinmenizi de temin eder. Meğer, dersiniz, yazar bunu bir üslup olarak geliştirmiş. Burada bir yazma tekniği var. Gitmesi gereken doğal mecrayı tamamlamıyor diye düşündüğünüz o kısa cümle ve paragraflar, aslında sustukları yerde gereken bağlantıları kurmuşlardır da. Yazının düşünme serüveni tamamlanmıştır. Yazı bittiğinde bunu anlar, bu bilinçle yazıya bir daha göz gezdirirsiniz. Evet, her şey yerli yerindedir. Olması gerektiği gibi.
Mutlu Son Var Mı?
Ne var ki, bu eksiltili görünüm sunup tamama eren yazılar, gerçekten tamamlanmamış, tamama erememiş, öyküsü yarım kalmış ya da can acıtıcı biçimlerde sonlanmış öykülerle dolu bir dünyaya bakmaktadır. Genç bir yazarın olgun ama kederle tanışık, ona kendini terk etmeyen ama onu olabildiğince kabullenmiş bakışıdır bu. Sevdiklerinin, sevebileceğini bildiklerinin nasıl yere düşürüldüğüne tanık olan ya da sonradan öğrenen ve bunun tam bir öyküsünün asla kurulamayacağını anlamış bir bakış.
Hayatta başı ve sonu, girişi ve çıkışı olan bir bütünlüklü anlam yoktur aslında. Hayatımı yazsam roman olur diyenler, haklıdırlar, hayatlarında ilginç olaylar olduğunun farkına varmışlardır ve bunları yazarlarsa, bu konuda yetenek sahibiyseler, gerçekten de hayatlarından roman ya da romanlar çıkarabilirler. Fakat ortaya çıkan şey artık farklı bir şeydir, yani hayat değil romandır.
Romanın mutlu ya da mutsuz bir sonla bitmesine, okur beklentilerinin tatmin edilerek ya da edilmeden kapanışa ulaşmasına yazar karar verir. Oysa hayatta öyle olmaz. İlk nefesten son nefese kadar kesintisiz bir akıştır hayat ve onun içindeki başlangıç ve bitişleri bizler varsayarız. Tıpkı filmlerdeki ya da romanlardaki gibi mutlu sonlar görmeye çalışırız. Bazen hayatta olup bitenler öylesine ağır, öylesine yorucudur ki, bitmek bilmez zorluklara çözümleri biz dayatır, sanki mutlu sonlar gerçekleşmiş gibi yaparız. Ne var ki, aslolan geri planda durur ve kendini hem yaşayana hem de yaşanmışı izleyen, tanık olana hissettirir. Kısa ya da uzun duraksama ve düşünmelerin anlarıdır bunlar. Öyle mi? Gerçekten iyi mi bitti? Peki ama bu haksızlık, bu aşağılanma, bu darbe, bu travma hak ettiği ihtimamla ele alınabildi mi? Bu yara olması gerektiği biçimde kapandı, iyileşti mi? Sadece yara izi mi o görünen?
Tökezleme Taşları
Berlin’de ve sanırım Almanya’nın pek çok yerinde tökezleme taşları (Stolpersteine) vardır. Bir kaldırımda ya da bir duvarda, bir yazıyla karşılaşıverirsiniz. Holokost sırasında tutuklanıp toplama kamplarından birine götürülen bir Yahudi birey ve/veya ailesinin orada yaşamış olduğunu hatırlatan bir not yer alır taşta. “Buradaydılar ve zorla götürülüp öldürüldüler.” Tökezleme taşının amacı, yukarıda andığım duraksama ve düşünme anını bilinçli olarak tetiklemektir. “Bir daha asla” sözünü gerçek kılmak için tefekküre ve anımsamaya ihtiyacımız var.
İstanbul’da Osmanbey’de, Agos’un eski yerinin önünde bir tökezleme taşı var kaldırımda. Hrant Dink’in yere düşürüldüğü noktada. Milyonlarca kişi her gün oradan geçerken bu taşa takılıyor ve kaldırımda yatan kardeşimiz Hrant’ı yeniden görüyor. Hayat o noktada durmak zorunda. Durup yeniden düşünmeliyiz. Ve aslında bu tökezleme taşlarından İstanbul’a ne kadar çok lazım. Şu anda yok fiziksel olarak. Fakat dilde, yazılıp çizilenlerde de var edilebilir tökezleme taşları.
Alin Ozinian’ın yazısındaki eksiltili anlatım, yazarın kendi duraksamalarını okurla paylaşması. Dolayısıyla, sadece Alin Ozinian’ın belli konulardaki düşüncelerini izlemekle kalmıyoruz, onunla birlikte bir patikada bazen tökezleyip bazen bile isteye duraksayarak yürümüş oluyoruz. Bu yürüyüş bizi kitabın sonundaki söyleşiye ulaştıracak. Hrant duruyor orada ve tüm sözü ve hayatıyla “dönün, şimdi bir daha yürüyün o yolu” diyor bize. Kaybı, kederi, hüznü birlikte, çoğalarak hissettiğinizde daha anlamlı yürüyeceksiniz. Daha bütünleşen hayatlar inşa edeceksiniz.
Alin Ozinian’ın yazıları bana bunları düşündürtüyor. Onları okumak bana iyi geldi. Her okurunun benim gibi hissetmesini umuyorum. Bu yazılarda duraksadığımızda birbirimizi göreceğimizi de umuyorum. Tek başına ama birlikte… Ozinian’ın yazıları bizi böyle bir yürüyüşe davet ediyor.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.