Nurcan Kaya
Neden bir zeytin ağacım yok?
Geçtiğimiz günlerde zeytinliklere sanayi tesisleri ve maden ocakları kurulabilmesinin önünü açacak olan ‘zeytinlik tasarısı’ Meclis’e geldi ve neyse ki bu ülkede nadiren yaşanan bir gelişmeye tanıklık ettik: kamuoyundan ve zeytincilerden gelen tepkiler üzerine tasarı komisyona çekildi. Bunun öncesinde, tasarıdan haberdar olduğumuz ilk günlerde Tarkan’ın paylaştığı, zeytinliklerin korunması gerektiğine dair bir mesaja bir bakanın verdiği cevap, bu ülkede insan haklarının, hayvanların, doğanın vs. korunması konusunda ortalama vatandaşın, hele siyasetçilerin tipik bakışını yansıtıyordu: ‘Kişisel bir çıkarın yoksa sana ne’. Evet, biz büyük oranda, birinin maruz kaldığı bir haksızlık ya da bir toplumsal sorun ya da bir doğa katliamı karşısında‘Sana ne, başını derde sokma’ ile ‘Bir çıkarın yoksa sana ne’ telkinleri arasında bir yerde duran, buna göre pozisyon belirleyen bireylerden oluşan bir toplumuz. Kamu yararını, dünyanın geleceğini, başkasının hakkını kendi meselesi bilenler ile ‘diğerleri’ pek anlamıyorlar birbirlerini. Orta ya da uzun vadede en nihayet her insana zarar verecek olan bir tasarının bazıları tarafından nasıl hararetle desteklenebildiğini, o ağaçlara acı çekmeden nasıl kıyılabildiğini anlamıyor bazılarımız. Muhtemelen ‘diğerleri’ de, şahsi çıkarı olmayan birilerinin neden ağaçları dert edindiğini anlamıyor.
Tasarıya tepki gösteren pek çok insan gibi benim de bir zeytin ağacım yok ve bir zeytin ağacımın olmayışının hikâyesi bu ülkede neden yeterli sayıda zeytin ağacımızın olmadığı ve zeytin ağaçlarına neden kıyılabildiği ile biraz ilgili bence.
Bir zeytin ağacını ilk defa ne zaman gördüm hatırlamıyorum. Çok küçükken olmadığı kesin zira Diyarbakır’da ve çevre köylerde zeytin ağacı yoktu o yıllarda. Diyarbakır iklimi fazla kuraktı bir zeytin ağacı için ama son yıllarda küresel ısınma, bölgede inşa edilen barajlar nedeniyle daha ılıman hale gelen iklim, Diyarbakır’ın merkezinin çevresinde dâhi zeytin ağaçları yetiştirilmesine en azından teşebbüs edilmesine imkân verdi. Bazı şerlerden hayır çıkıyor işte bazen! Çocukken araçla Gaziantep’e doğru giderken yolu çevreleyen zeytin ağaçları ilk gördüklerim olabilir. O zamanlar bilmesek de, meğer yanı başımızda, Derik’te çok sayıda zeytin ağacı varmış. Öyle ki nüfusunun yarısı zeytincilik yaparmış ve ağaçların bazıları en az beş yüz yıllıkmış.
Neyse, çocukluğa dönersek, hatırladığım kadarıyla bakkallarda yeşil, teneke bir kutuda tek bir marka zeytinyağı satılırdı ve oldukça pahalıydı. Komşular bazen ihtiyaç duyuldukça birbirlerinden isterlerdi bir çay bardağı zeytinyağı. İşte biz böyle, yüzlerce yıldır zeytin yetiştirilen bir coğrafyada hiç zeytin ağacı görmeden büyüyen, zeytinin sadece kahvaltıda yenildiğini sanan ve onun da ancak tuz ile limona boğdurulmuş iki-üç türünü bilen, zeytinyağını ise sıcak yemeklerde hiç kullanamayan bir kuşak olarak büyüdük.
Benim zeytin ve zeytinyağı ile esas tanışmam İngiltere’de yaşarken, 24 yaşımdan sonra oldu. Yurttaki Yunan arkadaşımın litrelerce zeytinyağını kola şişelerine doldurup memleketten getirmesine, yani zeytinyağına bizim Karacadağ pirincine yaptığımız muameleyi yaptığına tanık oldum önce. Daha sonra İtalyan ev arkadaşıma bari pilavı, güveci falan zeytinyağı ile pişirmeyeyim diye kısa bir süre direndikten sonra kendimi bu lezzete teslim etmiş; İtalya’dan, İspanya’dan ithal edilen ve Türkiye’deki fiyatlara kıyasen oldukça ekonomik olan zeytinyağlarının farklı çeşitlerini denemeye başlamıştım. Ne ilginçtir değil mi zeytin diyarı olan Türkiye’de değil de zeytin yetişmeyen uzak bir ülkede zeytinyağıyla böyle haşır neşir olmak?
Sonra zeytin aşkım başladı. Çeşit çeşit zeytinler denedim orada ve gittiğim her ülkede. Sokaklarda çerez yer gibi zeytin yiyerek dolaştığımı bilirim bazı şehirlerde. Soslar hazırlamaya başladım farklı baharatlardan. Bir dönem ‘büyüyünce’ hayatımı sadece sosladığım zeytinleri satarak geçirme hayalleri kurdum ama bütün zeytinleri ben yerim diye korktuğum için bu işe girişmemin iyi bir fikir olmadığını anladım.
Sonra bana bütün bu güzellikleri veren zeytin ağaçlarına âşık oldum. Haklarında bir sürü şey okudum. Kaç yıl yaşarlar, ne kadar meyve verebilirler, ne vefalılar, ne dostlar, okudukça öğrendim, hayranlığım arttı. Bir dönem tutturdum "Zeytin ağacım olsun istiyorum, bu dünyada insanın bir dikili zeytin ağacı olmalı" diye. "Kaç dönüm toprak istiyorsun" diye sordu arkadaşlarım. "Birkaç zeytin ağacım olsun, yeter" dedim. "Küçük bir zeytin tarlası alman lazım o zaman ama onların imarı olmaz, ev yapamazsın" dediler. "Ev istemiyorum ki, zeytin ağaçlarım olsun, yeter" dedim. "Öyle 3-5 ağaçtan bir gelir elde edemezsin" dediler. "Gelir istemiyorum ki, sadece zeytin ağacım olsun istiyorum" dedim. "Ne yapacaksın zeytin ağacını" dediler. "Fırsat buldukça gidip sarılacağım" dedim. Bir de "Yakınlarda yaşayan köylüler sevabına benimle toplarlarsa benim zeytinleri, 3-5 zeytin, bir kavanoz yağ verirlerse, gerisini kendilerine alırlarsa benden mutlusu olmaz" dedim. "O zaman ara bul bir tarla" dediler. Nerede, nasıl arayacağımı bilemedim tabi. İtiraf etmeliyim ki Derik’teki ağaçlardan haberim bile yoktu o zamanlar. Ege’ydi aklımda olan ama birkaç beldeye tatile gitmiş olmaktan öte bir tanışıklığım yoktu o coğrafyayla. "Orada yaşayan, bilen biri olsa, ancak o bulur uygun bir yer" dedim. "İnternette, emlakçıların ilanlarına bak" dediler. Olağanüstü bir şey keşfetmiş gibi sevinçle baktım ilanlara. Bakmaz olsaydım. "Rumlardan kalma zeytinlik" ilanlarıyla dolup taşmıştı emlakçıların websiteleri. Elim gitmedi bir tanesini dahi aramaya. İçime bir ağırlık oturdu. Rumlar kendi arzularıyla bu ülkeyi terk etmiş olmadıkları için o zeytinlikler de ‘Rumlardan kalma’ olmuyordu aslında. ‘Rumlardan alınan zeytinlikler’ demek daha doğru olurdu sanırım. Bildiğim tek zeytin ağaçları o bölgedekilerdi ve o günden sonra bir daha teşebbüs etmedim zeytin ağacı almaya.
Bu ülkede zeytincilik on yıllarca iyi yapılmamışsa, biz zeytinin ve zeytinyağının çok azını bilerek, tadarak yaşamışsak, bugün dâhi Anadolulunun büyük bir kısmı için zeytinyağı tüketmek büyük bir lüksse, zeytini hâlâ sadece kahvaltıda tüketilen bir meyve olarak biliyorsak ve birileri sahip olduğumuz zeytin ağaçlarının 3’te 2’sini yok edebilecek bir tasarıyı iştahla ve utanmadan Meclis’e getirebiliyorsa, tüm bunların, üreticiyi verimli üretim yapma ve pazar bulma konusunda eğitmeyen-desteklemeyen devlet politikaları, katılımcı veya demokratik olmayan siyasi karar verme mekanizmaları, her konunun Ankara’da karara bağlanması, rant uğruna doğayı, tarihi, kültürel mirası gözünü kırpmadan yok edebilen canavar iştahı ve başka nedenlerin yanı sıra o ağaçları dikenlerin torunlarının artık bu topraklarda yaşamıyor olmasıyla da bir alakası vardır sanırım.