Aydan Gülerce
Rejime ve topluma “kimlik” aranıyor
Cumhuriyet’in kronik “beka” sorununun nihai krizi ve tarihi bir kırılma noktası gözüyle bakılan seçimlere 22 gün kaldı.
Zaten bir kesimde “sözde demokratik” rejim nostaljisi veya daha güçlü parlamenter sistem arzusu artıyordu. Seçime “ya demokrasi, ya otokrasi” gibi hayatî belirleyici bir yol ayrımı anlamı yüklendikçe de “sözde endişe” artıyordu. Tabii neredeyse seçmenin tamamında -bilincinde olsun veya olmasın- her ikisi de birden. Çünkü ülke epeydir koca bir paradokslar yumağına gömülmüş ve çaresizce çırpınmaktaydı.
Hiç kuşkusuz bu gerilim ve heyecan kampanyalarla daha da artacak. Ancak bu heyecan, seçim matematiği yapan somut kafalı pragmatist siyaset elitlerinin sandık endişesinden daha çok, “umutlu bir bekleyişe” dönüşecek.
İşte ben de 30 küsur sene önce ilk kez kamusalda yazdığımda önde gelen siyaset bilimcilerimizin ‘o da neymiş?’ dediği “kimlik politikaları” konusuna, böyle bir konjonktürde geri-dönüyorum. Karmaşık ve artık iyice kirlenmiş bir söylemi kısacık bir yazıya sığdırmaya yelteniyorum. Elbette Kılıçdaroğlu’nun “Kürtler” videosunu izleyen son “Alevi” videosu kadar “cesur” algılanmasını beklemiyorum.
Zira Kılıçdaroğlu kendisi açısından “gayet olağan” ve siyaset için zaten “malumun ilamı” olana, videonun ana mesajını indirgemedi. Bir tabuyu zorla yıkmak istercesine değil; son derece rahat ve güvenli, dolayısıyla da güven verici davrandı. Yani “başkası değil, kendisi” olarak, gençlere de örnek oldu.
Fakat aşırı muhafazakarlıktan yobaz ve baskıcı uca meyletmiş siyasi-kültürel ortamda, bu sahici insani konuşmaya, adeta sapkınlık veya suçmuş gibi stigmatize edilerek etiketlenmiş horlanmış (söz gelimi travestilik, eşcinsellik, vb için kullanıldığı gibi dolapta) “saklı tutulan bir özelliğin açılımı” veya “kişisel itiraf” muamelesi yapanlar oluyor. Sosyal medyada arkası daha da gelecek olan kişisel paylaşımlar peşi sıra diziliyor.
Öte yandan, “kimlik politikası yapmayalım lütfen” deyip bil(mey)erek inançları karşılaştıranlar, hatta yarıştıranlar oluyor. Veya “Kılıçdaroğlu Aleviliğini araçsallaştırıyor” diye süreci yine baltalamak isteyenler oluyor. Zaten bugün de ortalığı bulandıran bazı yorumların yanı sıra, aydınlatmak isteyen bazı tartışmaların da ana hatlarını görünce, bu kısa yazı bir zorunluluk gibi oldu.
Pragmatist siyaset kafası açısından, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu, Kaftancıoğlu ve Yavaş dörtlüsü zaten yukarıda sözünü ettiğim umudu seçmende yavaş yavaş artırıyordu. Fakat epeydir önerdiğim ve umutvar “radikal hamle” de bence böylece nihayet gelmiş oldu.
Çünkü muhalif siyasetin karmaşık bileşenlerini zaman zaman eleştirdiğim (ve de eleştireceğim) tüm geri bildirimlerimin yanında sahiciliğini, dönüştürücü gayretlerini, kucaklayıcı ve eşitlikçi demokrasi için iyi niyetliliğini ve bu ülkeye tam da bu devirde çok iyi geleceğini her zaman vurgulayıp öne çıkardığım Kılıçdaroğlu bu video ile tüm yurttaşlara ulaştı ve yüreklerine dokundu.
Kendini evinde öksüz, yetim, evsiz, aşsız, işsiz, terk edilmiş bırakılmış; ruhu çizilmiş, örselenmiş, onuru çiğnenmiş, ihmal veya istismar edilmiş; kısacası izleyen tüm ezilmiş, haksızlığa uğramış, vicdanlı ve haysiyetli insanların burun direkleri sızladı veya gözleri doldu.
Her kim, ne kadar ve ne amaçla tıkladıysa tıklasın. Seçime çok az kala bu çok önemli, çünkü “toplumsal kördüğümü çözücü ve yaraları onarıcı bütüncülleşme siyasetinin” yine şu kaotik gürültüde heba edilip, çiğnenmesine izin verilemez.
KİMLİK POLİTİKALARI İÇİN BİÇİLMİŞ KAFTAN
Çünkü “kimlik politikaları” dünyada da hala yaygın ve uyuşturucu bağımlılığı gibi sürdürülecek. Zaten insanlığın siyasi bilincinin ve ahlaki gelişiminin tarihsel seyri açısından, içinde bulunduğumuz bu evrede hegemonik gücü kaybetmemek veya kazanmak adına oldukça elverişli.
Zira makro veya mikro milliyetçilikler dürtülerek yapıldığından popülist ve pragmatist siyasetin araçsalcı mantığı ve istismarcı ahlakı açısından kimlik politikaları son derece kolay ve kullanışlı.
Baş ve ortak ilke miktar olarak çok, güç olarak başat, duyuşsal olarak iyi, vb olanın aynı zamanda da egemen olması ve az(ın)lık vd. üzerinde tahakküm kurması. Çünkü onu varlığına (bekasına) tehdit veya zararlı olarak algılaması.
Sıklıkla da kötü niyetlilikten (intentionality) ziyade, onun varlığını sözcüğün her iki anlamında da tanımaması (to cognize ve to recognize) ve inkar etmesi; yani bilinçli veya bilinçsiz tahakküm, ret, vb. Kendi varlığını ona dayatması, yok sayması, yok etmeye çalışması, vs.
Kısacası, çeyrek asır öncesinde de siyasi entelektüel arenamızda gelişi güzel, sığ ve aşırı kullanımını eleştirmiş olduğum ve artık cılkı çıkmış olan “öteki” kavramı ve “ötekileştirme” meseleleri. Aradan geçen zaman zarfında, muhtelif aşamalarda ise ne yazık ki bu konudaki bugüne ilişkin kamusal öngörülerim de sadece doğrulanmakla kalmadı. Toplum bugünkü berbat ve keçeleşmiş paradoksal kördüğümüne vardı.
Çünkü kimlik söylemi de, kimlik politikaları da olumsaldır (contingent). Yani tam da bunu yapar: Entelektüel olarak üreten/fabrike eden ”özne” (subject), bilişsel, düşünsel sermayesi zayıf; duyuşsal olarak kırılgan, bağımlı ve ezik; siyasi dilini değil kullanabilmek çözemeyen, anlayamayan ve yorumlayamayan “özne öncülü”nü kendine simbiyotik bağımlı kılar.
Açıkçası, kurumsal devlet yapılanması ve eril egemen siyaset rejimi ile ”sınır/borderline kolektif karakterli” ve popülasyonundaki çeşitlilik ranjı yüksek Türkiye toplumu da popülist kimlik politikaları için biçilmiş kaftandı.
Türlü açılardan retrospektiflerle geçmiş yılları, kutuplaşma dönemini,15 Temmuz sonrasını irdelemek veya 15 Mayıs öncesinde iktidarın/muhalefetin yanlışlarını bulmak gayet kolay.
Ancak malum, “kimlik politikaları” ve onlara “karşı direniş” deyince de akla din, mezhep, ırk, etnisite, ideoloji, ulus, millet, cinsiyet, sınıf, meslek, siyasi parti, spor kulübü, cinsel tercih, vb. bu politikaların meşrulaştırdığı ve yönettiği bazı bireysel/kolektif aidiyet kategorileri geliyor.
Fakat bu çok bilinenlerden sonra pek akla gelemeyen, bilinmeyen veya yanlış yorumlanan birkaç hususa da bakalım. Çünkü bence asıl kilit mesele kişilerin kendilerinin seçemediği ve önden kimliklenmiş aile, ülke, tarih, coğrafya, vb. ortamlara doğmuş olmaları değil. Kılıçdaroğlu’nun da önemseyip öncelediği gibi, tarihin akışı içinde hızlı değişimler süregiderken, nasıl ahlaklı, bilinçli, erdemli, hakça ve yetkin bireyleri ve kurumlarıyla güzel bir toplum olunabileceği.
Zaten kimlik politikaları da bireysel/kolektif özneleşme ham iken, dolayısıyla özerkleşmesi ve özgürleşme süreçlerinin başındayken iyi çalışır. Türkiye toplumu gibi hem “özerkleşme tutkunu”, hem de “öz-bağımlısı” ve ”öz arayışındaki” bireysel/kolektif oluşumlar da ideal namzettir.
Kendi varlığını sürdürebilmek için baş vurduğu baş savunma mekanizması ”bölme” (splitting) olduğundan, içindeki/dışındaki ötekini de ancak “böl-yönet” siyaseti ile manipülatif yönetmeye çalışır. Fakat birazına ancak değinebileceğim bazı temel sebeplerle asla ”iyi/ye yönetemez”.
Nitekim simbiyotik karşılıklı-bağımlılık ilişkisi ne sözde güçlü, başat veya egemen görüneni, ne de sömürüleni ve edilgen duranı özerkleştirebilir veya özgürleştirebilir.
BİREYSEL/KOLEKTİF KİMLİKLEŞME
Herşeyden önce, “kimlik” sabit veya statik bir nesnel olgu değil, akışkan ve bir süreçtir. Yani doğrusu kimlikleşmedir. Dolayısıyla herhangi bir yerli (indigenous), millî, Türk, Sünni, Müslüman, erkek, vb ”öz”e de tekabül etmez. Kimlik tarih içinde zamanla ve başka yakın/akraba kavramları ile birlikte ”ilişkisel ve diyalojik” olarak değişir: Gelişir, biçim değiştirir veya parçalanır, söner, yok olur, vb.
Tarihsel gelişimsel serüveni ne tek ve dış bir ”ötekine” bağlıdır, ne de tek boyutludur. Bu çoklu dış ve iç ötekiler arasındaki ilişkilerin bazıları asimetrik, bazıları simetriktir. Bazıları eşzamanlı (senkronik), bazıları art zamanlıdır (diyakronik). Zaten her zaman çoğul ve potansiyel olarak da çatışmalıdır.
Bilinçli/bilinçsiz veya rasyonel/irrasyonel siyaset stratejisi “böl-yönet”tir. Bunu öncelikle motive edense ”bölüneceğim, parçalanacağım, un ufak olacağım, yok olacağım” kaygısıdır. Genellikle de buna karşı savunmacı önlem almak üzere, ondan önce davranır. Kendine de ötekisiyle birlikte zarar verici, parçalayacı ve yok edici “ön hamle olarak önleyici vuruş” (preemptive strike) yapar. Veya tıpkı intihar bombalı terör eylemleri, Ukrayna Savaşı, vb. olduğu gibi yani.
Karşılıklı yansıtımsal sarmala böyle girilir ve saplanıp kalınır. Yukarıdaki sebeplerle de ”kimlik bölünmeleri”nin ve ”benlik parçalanması”nın sonu ”paranoid sanrıların olumlanması”na kadar gider.
Kimlik politikalarının girdabından veya paradokslarından çıkış elbette olanaklı. Fakat bu bilinçli çaba öncelikle mikro/makro kimlik millyetçiliklerinin veya bireysel/kolektif narsisistik süreçlerin sağlıklısını sağlısızından ayırt edebilmeyi gerektirir.
Hangi göstergelerin ne zaman, neye işaret ettiği ve ne türden müdahalelerin yapılacağını her toplumun kendi tarihselliği ve ülkenin iktisadi-siyasi tercihleri ve psikososyokültürel ölçütlerindeki değerleri belirler.
Sonrasında da nitekim bilinçlenme, yüzleşme, helalleşme, bağışlama, toplumsal barış, vs de incelikli meselelerdir. ”Kör göze kör parmak” rasyonel argümanlarla, arabulucular veya akil insan heyetleriyle filan olmaz.
Türkiye’nin uzun geçmişli, fakat kısa tarihli modern ulus-devleti ve çoğul bileşenli toplumu 21. yüzyılın ilk çeyreği bitmek üzereyken “çoklu kimlik” sancıları çekiyor. Daha doğrusu Cumhuriyet ilk yüzyılının sonunda hala “kimlik politikaları” ile boğuşuyor. 24 Nisan’da bir Kılıçdaroğlu yapımı “Hepimiz Ermeniyiz” ve dış politika videosu da gelir mi, bilemem.
Sonuçta Kılıçdaroğlu Türkiye toplumunun arzuladığı güzel bir gelecek için önemli bir şifa ve güçlenme kapısını daha açarken, yurttaşlar “dönüm noktası” olacak seçimi bekliyor. Birileri de hala “tarihi kırılma” için yeterli olacak olası CB ve MV oylarını sayıyor. Yani en başta dediğim oluyor; rejime ve topluma "kimlik" (sandıkta) aranıyor.
Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.