Doğan Özgüden
Sarı Yelekliler güncelinde 68’e bakış…
Belçika şu günlerde son derece hareketli. Fransa’yı sarsan Sarı Yelekliler direnişi kısa zamanda Belçika’yı da kapsamına aldı. Geçen cuma günü başbakan Charles Michel’e şikâyetlerini iletebilmek için hükümetin bulunduğu caddeye girmek isteyen Sarı Yelekliler'in polis tarafından göz yaşartıcı bombalarla ve tazyikli su sıkılarak nasıl dağıtıldığını ibretle izledik.
Hükümetin vurdumduymazlığı karşısında Sarı Yelekliler'in önümüzdeki cumartesi günü başkente yeni bir çıkartma yaparak bu kez Avrupa kurumlarının bulunduğu bölgeyi işgal etmeleri bekleniyor.
Sarı Yelekliler Hareketi örgütsel bir direniş değil… Sarı yeleği sırtına geçirip sokağa dökülenler içinde işçisinden işsizine, köylüsünden küçük esnafına, öğrencisinden sanatçısına tüm ezilen sınıf ve tabakalardan insanların, yoksulluk sınırının altında ya da o sınırın altına düşme tehlikesindeki yurttaşların kendiliğinden eylemi… İçinde solcusu da, sağcısı da, siyasetle uzaktan yakından ilgisi olmayanı da var.
Hemen tüm siyasal partiler, direnişçilerin arasına "casseurs" denilen kırıp dökücü unsurların karışmış olmasını bahane ederek, Sarı Yelekliler'in haklı direnişine destek vermekten özenle kaçıyor. Kaçıyorlar, çünkü Avrupa Birliği ve NATO gibi tekelci kapitalizmin komuta merkezlerini barındırmakla övünen bu ülkede sosyalistler de dahil düzen partilerinden hiçbiri sosyal adaletsizliğin ve yoksulluğun ana nedenlerine karşı savaş verecek konumda değil…
Basit bir örnek… Fransa, Almanya, Hollanda ve İngiltere gibi dört büyük devletin arasında herhangi bir silahlı dış saldırıya hedef olması mümkün olmayan Belçika, yoksulluğa ve sosyal adaletsizliğe isyan eden kendi halkının gereksinimlerine yanıt verecek yerde sırf NATO’nun kaprislerini tatmin etmek için Amerikan malı 34 adet F-35 savaş uçağı için 3 milyar Euro’yu gözden çıkarıyor ve bu israfa muhalefetten de itiraz gelmiyor… Sadece bu kadar paranın neden Fransız yapısı uçaklar için değil de Amerikan yapısı uçaklar için kullanıldığına homurdananlar oluyor. Ama kimse de çıkıp sormuyor… İyi de bu uçaklarla nereyi bombalayacaksınız?
Dahası… Geçen cuma günü Sarı Yelekliler'in yürüyüşünün polis terörüyle tarümar edilmesinden iki gün sonra yine ülkenin dört bir yanından başkente akın akın gelen 80 bine yakın Belçikalı iklim değişikliğini önleyici tedbirler alınması için yürüdü… Dinleyen kim? İklim konusu Belçika’da bölgesel yönetimlerin yetki alanına girdiğinden Flaman, Valon ve Brüksel bölge yönetimleri hava kirliliğine karşı mücadele konusunda topu birbirlerine atarak bu yaşamsal soruna çözüm getirmeyi sürüncemede bırakıyor. En vahim örnek… İkide bir de arızalanan nükleer santraller, günün birinde sadece Belçika’yı değil, Almanya, Hollanda ve Lüksemburg gibi komşu ülkeleri de Çernobil tipi bir felaketle karşı karşıya bırakabilecekleri bilindiği halde, faaliyete tam gaz devam ediyor.
Belçika düzen partilerinin şu sıralarda tek büyük derdi, 26 Mayıs 2019’da yapılacak olan federal ve bölgesel meclisler seçimi… 14 Ekim 2018’de yapılan belediye seçimlerinin sonuçları Valon ve Brüksel bölgelerinde liberal MR, sosyalist PS ve Hıristiyan cdH’ın çevreci Ecolo ve radikal solcu PTB karşısında, Flaman bölgesinin en güçlü partisi olan milliyetçi N-VA’nın ise aşırı sağcı VB karşısında zayıf düştüklerini, 26 Mayıs yasama seçimlerinde yıllardır sürdürdükleri imtiyazları kaybedebilecekleri sinyalini vermişti.
Başbakan Charles Michel’in hükümetin bilgisi dışında Birleşmiş Milletler Göçmen Paktı’nı Belçika’nın da imzalayacağını açıklamasını fırsat bilen aşırı sağcı VB buna karşı yoğun kampanya başlatınca hükümetin en büyük partisi olan N-VA da sağ oyları daha fazla kaptırmamak için son anda paktın imzalanmasına karşı çıktı.
Başta itiraz etmediği halde, Avrupa Birliği’nin 6 üyesi, Macaristan, Avusturya, Polonya, Çekya, Slovakya ve Bulgaristan’ın pakta karşı çıkarak bu konuda 10 Aralık’ta Fas'ın Marakeş kentinde yapılacak hükümetler arası konferansa katılmayacaklarını açıklamış olmaları da N-VA’ya cesaret verdi.
Bu karşı çıkış üzerine liberal başbakan Michel dört yıldır ilk kez hükümetin en büyük ortağı N-VA’yı karşısına alarak muhalefet partilerinin de desteğiyle Marakeş’e gitme, daha sonra da BM’de paktı imzalama konusunda parlamentodan karar çıkarttı. Böylece Belçika yeni bir çalkantılı döneme girmiş bulunuyor.
Krizin derinleşmesi ve hükümetin düşmesi halinde Mayıs ayını beklemeden erken seçime gidilmesi de ihtimallerden biri… Ara çözümler ne olursa olsun, Mayıs seçimlerinden sonra Belçika’nın bir yanda radikal solun ve çevrecilerin, öte yanda aşırı sağın parlamentoda daha güçlü temsil edildiği bir ülke haline geleceği muhakkak…
Türkiye'nin 68'i farklı bir 68'di
Avrupa’da bunlar olup biterken çakma 15 Temmuz darbesinden sonra getirilen OHAL terörü ve de doğrudan cumhurbaşkanı seçimiyle kendisini kadir-i mutlak ilan eden Erdoğan’ın despotik yönetimi altındaki Türkiye’de Sarı Yelekliler türü bir kitlesel direniş dahi olanaksız hale getirildi.
Türkiye’de kitlesel başkaldırının en son örneği 2013 Gezi direnişiydi. Tayyip diktasının bu yiğit direnişle hesaplaşması hâlâ son bulmuş değil. Beş yıl sonra Osman Kavala’nın tutuklanmasıyla yeniden başlatılan Gezi’ci avı bugün Can Dündar ve Mehmet Ali Alabora’nın da dahil olduğu birçok demokrasi savunucusu hakkında yakalama emirleri çıkartılarak tüm hunharlığıyla sürüyor.
2013 Gezi direnişi aslında 1968 başkaldırısının tarihsel uzantısıydı. Bugün Fransa’yı, belli ölçüde Belçika’yı sarsan Sarı Yelekliler direnişi de 68’in örneğinde kitlesel bir başkaldırıdır.
Ancak 68 direnişinin belirgin özelliği açıkça anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir isyan olması, sol düşünceye ve örgütlenmelere yeni bir ivme kazandırmasıydı. 50’li yıllarda solun örgütsüzlüğünü yaşamış, 60’larda Türkiye İşçi Partisi’nde ve de DİSK’te örgütlenmiş olan bizim kuşak için 68 anti-emperyalist ve sosyalist mücadelede yepyeni ufuklar açan tarihsel bir dönüm noktasıydı.
Bir yanda oligarşinin yoğunlaşan baskı ve komploları, öte yanda iç ayrışmalar yüzünden sarsıntı geçiren sol hareketimize vurulmuş bir gençlik aşısıydı 68…
Sadece Türkiye’de mi? Üç kıtada yükselen ulusal kurtuluş ve anti-faşist mücadeleler, Vietnam halkının Fransız emperyalizminden sonra ABD emperyalizmine karşı savaşı, ABD’nin kendi içinde beyaz ırkçılığına karşı siyahların başkaldırısı, güneyimizde Filistin gerillasının doğuşu, sadece emperyalizme değil sosyalist sistemin bürokratik yönetimlerine de meydan okuyan Che Guevara’nın karizması…
1968 başkaldırısı tüm bu değişimlerin tarih düşülmüş simgesiydi…
Ancak Türkiye’nin 68’i, Almanya'da başlayıp kısa sürede Fransa'ya, diğer Avrupa ülkelerine ve ABD'ye yayılan öteki 68'lerden büyük ölçüde farklıydı…
O dönemde yayınladığımız Ant Dergisi’nin sayfalarındaki haberler, röportajlar ve yorumlar bu farklılığı çok iyi belgeliyordu...
Türkiye'de 68’in ilk kitlesel eylemleri olan üniversite boykotları Berlin’de Kızıl Rudi'nin vurulmasından ve Paris barikatlarından çok sonra başlayacaktı.
Bu bir gecikme miydi? Hayır…
Üç yıl sonra, 1971 sonbaharında, Berlin’de 68 başkaldırısının öncü isimlerinden Kızıl Rudi’nin vurulduğu Kurfürstendamm’daki kitabevlerinde bir kitap ararken Türkiye’deki 68 günleri gözlerimin önünden bir film şeridi gibi akıp geçiyordu.
Cağaloğlu’ndaki Ant bürosunda saatlerce ülke sorunlarını tartıştığımız devrimci öğrenci liderlerinin gelişmeleri nasıl dikkatle izlediklerini çok iyi anımsıyorum. Çünkü hepsi zaten kavganın içindeydi, ön saflarındaydı.
MHP komandoları, ümmetçiler hemen her gün bir yerde gençlere saldırmakta, gözaltılar, işkenceler birbirini izlemekteydi. Frukolar dediğimiz toplum polisleri sürekli devrimci öğrenci avındaydı.
Rudi'nin vurulmasından haftalarca önce, 7 Mart’ta, Deniz Gezmiş ve arkadaşları AISEC toplantısında bir bakanı protesto ettikleri için tutuklanmışlar, adliye mahzenlerinde lastik hortumlarla dövülerek işkenceden geçirilmişlerdi.
İbrahim Kaypakkaya'yı anımsıyorum. Ant'a sık sık gelirdi, siyasal ve sosyal konularda sohbet ederdik. Rudi'nin vurulmasından birkaç hafta önce, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu'nda fikir kulübü kurdukları için arkadaşlarıyla birlikte okuldan atılmıştı. Bunun üzerine yine Ant'a gelmiş, daha örgütlü, daha sonuç alıcı mücadelelere hazırlandıklarını büyük bir coşkuyla anlatıyordu.
Türkiye 68’inin ilk aşaması olan üniversitede eğitim boykotu 11 Haziran günü Ankara’da, ertesi gün de İstanbul’da başlayıp iki hafta sürmüştü. Ama hemen ardından direnişin, öğrenci taleplerini de aşan, tüm Türkiye ve dünya sorunlarını konu alan yükselişi başlayacaktı.
"Ordu gençlik elele"den "İşçi gençlik elele"ye...
Temmuz başları… İşçiler sarı sendikacılık oyunlarına karşı İstanbul'da Derby Lastik fabrikasını işgal etmişti… İşgalin ikinci günü İstanbul Teknik Üniversitesi İşgal Konseyi oradaydı… Harun Karadeniz işçilere sesleniyordu:
"Bu halkın evlatları olan bizler, halka dönük düzeni kurana dek çalışacağız. Bugün burada sizin yanınızdayız. Gerektiğinde yine geleceğiz ve her hareketinizde sizinle beraber olacağız!"
"Ordu gençlik elele" klasiğine koşullanmış olan Türkiye’de artık yeni bir saflaşma başlıyordu, gerçekten devrimci bir ittifak oluşuyordu.
9 Temmuz 1968 tarihli Ant'ın kapağında yeni devrimci sloganı iftiharla paylaşıyorduk:
"İşçi gençlik elele!"
Harun'la sık sık beraberdik. Ant’ın her sayısına "Devrimcinin Sözlüğü"nü yazıyordu.
Direniş giderek daha sınıfsal boyut kazandıkça devletin terörü daha da azgınlaşıyordu.
1969 sonu, rektörün ihbarıyla tutuklanan Deniz Gezmiş’le son kez İstanbul adliyesinde karşılaşmıştık. Kavga arkadaşları teker teker katledilmekteydi… İki polis arasında kelepçeli, "Beni de yaşatmayacaklar," diyordu. Tam da o gün Taylan Özgür ile Battal Mehetoğlu da katledilecekti…
Ama direniş tüm baskı ve tehditlere rağmen yeni bir boyut daha kazanıyordu… İstanbul’daki 68 direnişinde aktif yer alan Necmettin Büyükkaya ve Kürt arkadaşları Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nı kuruyor, Kürt ulusunun sesini daha gür duyurmaya başlıyordu.
Demirel iktidarı, sınıfsal direnişin başını çeken DİSK’i yok etmek için CHP’nin de desteğiyle sendikalar yasasını değiştirmeye kalkışıyor, işçiler 15-16 Haziran 1970'de İstanbul'u üç koldan işgal ediyordu…
68 direnişçisi gençlik de işçilerle aynı safta… OYAK’lı ordu ise artık açıkça kapitalistlerin safında…
Artık "Ordu gençlik elele" değil, "İşçi gençlik elele"… Sıkıyönetim... Kitlesel tutuklamalar…
Ant’ın kapağında haykırıyorduk: "Kapitalistleşen subaylar işçi sınıfını yargılayamaz!"
Üzerinden altı ay geçmeden 12 Mart darbesi… Ardından 12 Eylül darbesi…
Ve de tam 50 yıl sonra, Türkiye 68'dekinden daha baskıcı, daha antidemokratik, islamcı-faşist bir rejimin cenderesinde…
Bugün 68’i yaratan ve yaşayan birçok dostumuz artık hayatta değil… Deniz Gezmiş de, Harun Karadeniz de, Mahir Çayan da, İbrahim Kaypakkaya da, Necmettin Büyükkaya da…
Ama Kürt halkının ırkçı rejime yiğitçe meydan okuyuşu, Hrant Dink’in alçakça katledilmesi üzerine Ermeni, Asuri ve Grek soykırımlarının daha cesaretle dile getirilmesi ve de yeni kuşakların Gezi direnişi gösterdi ki 68 ruhu tüm baskı ve zulme rağmen hâlâ sürmekte…
Tayyip ve benzerlerinin korkusu bundandır…